Menu
17 Mart 2017

“Bizler muzır çocuklardık ama ‘Ayıp etmedik inşallah’ı da hep cebimizde taşırdık.”

Işıl Gerek

Kimi söyleşilerde keşke yanımızda bir de kamera olsaydı diye geçiriyorum içimden, az sonra okuyacağınız bu söyleşide olduğu gibi… İbrahim Selim’i tanıyanlar, takip edenler ve izleyenler bunu neden söylediğimi hemen anlayacaklardır. Onun şakacı tonlamalarını, taklitlerini, konuşurkenki mimiklerini, bir anda yükselen enerjisini yazıda yansıtmak çok da kolay sayılmaz çünkü. Öyle güzel anlatıyor ki, laf lafı açıyor… Bu söyleşiye bir kısmını sığdırabildik tabii. Ankara’daki çocukluk yıllarından başlayarak tiyatro serüvenindeki ilk adımlarından, geçtiğimiz yıl ona Afife Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Ödülü’nü kazandıran Bunu Ben De Yaparım oyunundan, Stolk’tan, güncelden ve hayattan söz ettik. Elbette kahkahalar eşliğinde…

 

AYKIRI AKADEMİ - Söyleşi

İbrahim, senin çok ses getiren, şahane işlerini elbette konuşacağız ama seni çalışırken gözlemleme şansı bulmuş ve sahne arkasındaki tevazuuna yakından şahit olmuş biri olarak istiyorum ki seni daha yakından tanısınlar… Hayatına tiyatro girene kadarki o dönemi, aileni, çocukluğunu anlatır mısın biraz? Kimdir İbrahim Selim?

Ben Ankara’da doğdum ama aslen Artvin Arhaviliyiz. Annem ve babam gençliklerinde, 18-19 yaşlarında Ankara’ya gelmişler. Tam da olayların olduğu zamanlar 1975- 80 arası dönemde. İkisi de üniversiteyi kazanmış. Annem Gazi Matematik’te, babam da Eskişehir’de Edebiyat’taymış. Annemin kayda gittiği gün okulda olaylar çıkıyor, ölenler, yaralananlar oluyor ve dedem annemi okuldan alıyor.  Aynı dönemde Eskişehir’de de olaylar büyüyünce büyükbabam da babamı alıyor. Çünkü çocuklarını kaybetmek istememişler, korkmuşlar. Tabii hal böyle olunca okul mevzuu rafa kalkmış, her ikisi de işe başlamış, memur olmuşlar ve evlenmişler. Babaannem bizimle yaşardı, o nedenle ben hep hikâyelerle büyüdüm. Babaannemin uydurduğu, yaşadığı ama masallaştırdığı hikâyelerle… (Gülüşmeler) Annem ve babam çalıştığı için onlarla geçirdiğim vaktin kalitesine dair net bir şey hatırlamıyorum aslına bakarsan ama özellikle annem eğitim konusunda çok katıydı. Ama böyle nasıl biliyor musun? Panik halinde bir katılık… Kitabı, içindekiler-konular kısmından itibaren çalışmaya başlatırdı. Ben anneme bunun doğru olmadığını göstermek için zekâ geliştirmek zorunda kaldım. (Gülüşmeler) Sürekli her gün sudoku çözmek gibi düşün Işıl! O kadar uğraşmam gerekti! Elbette bizim iyi eğitim alan çocuklar olmamızı istediler. Benden 7 yaş küçük bir kardeşim var. Çok rahat durmazdık, muzır çocuklardık ama annemin ve babamın terbiye konusunda üzerimizdeki etkisi çok büyüktür. Hiç zor kullanmadan, hatta nasıl yaptıklarını şu an dahi çok açıklayamadığım bir şekilde yetiştirdiler bizi. Susan çocuklar da değildik, herhangi bir konudaki rahatsızlığımızı ifade etsek bile “ya ayıp etmedik inşallah” ı da hep cebimizde taşıdık. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi devlet okullarında takır takır okuduk, tatlıydı öğretmenlerimiz. Onların da bizdeki etkisi çoktur.

Tiyatro sevdan başlamadan önce bir biyoloji maceran var senin arada…

Ben ilkokulu bitirdiğim yıl oyuncu olmak istediğimi deklare ediyordum aslında! (Gülüşmeler) Tabii karşılığında da “Aç mı kalacaksın, soytarı mı olacaksın.” gibi bir ton şey duyuyordum. Ama ben bununla hiç savaşmadım. Hatta profesyonel yaşama geçtiğimde de ilk birkaç yıl oyunculuğun aç kalmakla ilişkisi varmış gibi yaşamayı ben seçtim yani. Üniversite zamanı geldiğinde ailem konservatuvar okumama sıcak bakmıyordu. Fen mezunuydum ve Hacettepe Biyoloji Bölümü’nü kazandım. Ama kafamda şöyle şeyler de vardı. İşte Ioanna Kuçuradi Felsefe Bölüm Başkanıydı o zaman. Ben biyolojide başlayayım, oralara da dalarım gibi tuhaf tuhaf şeyler de geçiyordu aklımdan. (Gülüşmeler) Yaptım mı, hayır! Hazırlıkta,  tabii hemen okulun Tiyatro Kulübü’ne yazıldım ama hiç beklediğim gibi değildi, onu da “Peki, teşekkürler!” diyerek bıraktım. (Gülüşmeler) Yine o dönemde “Ya bir dakika ben tiyatro yapmak istiyorum.” dedim ve hep şiir konuştuğumuz bir hazırlık Hocam vardı, okulu bırakacağımı ilk ona söyledim. Yalnız bu kararı aldığım zaman konservatuvara başvuru tarihleri falan geçmiş. Annemler zaten “A-aa, okulu bırakmak ne demek? İstemiyorum ne demek? İbrahim, saçmalama!” falan diyorlar. Fakat asi bir gencim ben o an ve o yüzden de tabii ki haklıyım ve kimse bunun farkında değil. (Gülüşmeler) Sonra babamın bir kuzeni vardı Şener Amca, Allah rahmet eylesin, o beni birgün aldı karşısına. Hani hatırlar mısın, şöyle evler vardı o zaman: Ortada televizyon, etrafında kütüphane, önünde yemek masası… Bildin mi?

 Evet, bildim. (Gülüşmeler)

Televizyonda maç var, biz iki erkek televizyona doğru yan yana oturuyoruz. Fransızlar yapsa bağımsız film ödülü alır! (Gülüşmeler) Biz böyle maça baka baka konuşuyoruz. Şener Amca: “İbrahim, okulu bırakmana gerek yok bir defa. Sen yine oku okulunu…” ile başlayan ve 90 dakika artı bir süre daha devam eden bir konuşma yaptı benimle ve beni okulu bırakmadan da tiyatro yapabileceğime ikna etmeye çalıştı. Bu arada ben Bilkent ve Dil Tarih’in sınavlarına girdim ama kazanamadım. Onların da çok tuhaf ve eğlenceli hikâyeleri var ama şimdi röportajda anlatmayayım. Sana sonra anlatırım. (Gülüşmeler) Neyse işte sonra ben Biyoloji Bölümü’ne başladım. Laboratuvar derslerine giriyordum, o dersler çok eğlenceliydi benim için. Beyaz önlükler falan, hani Tom Hanks’in bir filmi vardı, “Doktor, doktor, doktor”, onun gibi takılıyordum. (Gülüşmeler) Bir yandan bir organizasyon firmasında çalışıyorum, sunuculuk falan yapıyorum. O sırada ben bu tiyatro işine ciddi ciddi asıldım ve sonunda Dil Tarih ve Hacettepe Konservatuvarı kazandım, Konservatuvarda devam etmeye karar verdim. Hayalim, Fame dizisindeki gibi bir şeydi. (Gülüşmeler) Tabii öyle olmadı! Ama çok eğlenceliydi, sınıf arkadaşlarım çok iyi ve yeteneklilerdi, birçoğunu tanıyorsundur zaten. Mehmet Ali Nuroğlu, Saygın Soysal, Selen Öztürk, Deniz Çakır, Görkem Arslan, Ezgi Coşkun… Sibel Akdeniz var, çocuk oyuncu koçluğunda bir numaradır, markadır mesela. Yani bir tuhaf çıktı bizim sınıf. (Gülüşmeler)

Tabii o sırada sadece okul yok, bir sürü işler de yapıyorsun…

Tabii tabii, ben çok fazla şeyle uğraştım zaten. İlk anketörlük denedim, sonra bir organizasyon şirketinde çalıştım, sunuculuk, seslendirme yaptım. TRT radyo tiyatrosunda çalıştım, radyo reklamları seslendirdim. Sonra bir sene okulu uzattım. O sırada rahmetli Cüneyt Çalışkur, Ankara’da bir oyun koymaya gelmiş, Gorgon’un Armağanı. Deniz Gökçe diye bir arkadaşım vardı. “İbrahim seçmeler yarın, ben senin adını verdim.” dedi. Ben de “Tamam, giderim.” dedim. Benim okuldan da Hocam Mehmet Atay, Tülay Günal var- o da Dil Tarih’te o zaman- Alpay İzbırak, Murat Şekerci bir de Rengin Samurçay oynuyor. Hani bilmeyenler için söyleyeyim, bu isimlerin hepsi ayrı ayrı ansiklopedi. Yani Olimpos’tayız, Zeus var- Cüneyt Çalışkur- ve diğer tanrılar oturmuşlar gibi… Çıktım karşılarına, “Ne hazırladın?” dediler. “Hiçbir şey.” dedim. (Gülüşmeler) “Dün akşam haberim oldu, ben de hemen geldim.” dedim. Mehmet Hoca da nasıl kızıyor… “İbrahim, o kadar çalışıyoruz ya yavrum, onlardan bir şey oynasana…” diyor. Yani ben önceki gün hazırlansaydım bile o an onların karşısında oynayamazdım. Neyse en son Cüneyt Hoca, “Şiir biliyor musun? Şiir oku.” dedi. Ben de Orhan Veli’nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiirini okudum. Çok severim o şiiri, o yüzden de hep hazır gibidir bende. Neyse okudum ben şiiri, Hocalar işte “Şöyle yap, böyle yap...” yönlendiriyorlar beni, atölyeye döndü olay. (Gülüşmeler) Sonra da “Tamam, biz seni arayacağız.” dediler. Çıkınca arkadaşlarımın yanına gittim, benimle çok dalga geçtiler. “Tabii İbrahim, İlahiyat’ta okuduğun için hazırda parçan olmaması çok normal. Bunun için kendine kızmamalısın.” falan diyorlar. (Gülüşmeler) Ama sonuçta rolü aldım ve profesyonel anlamdaki ilk deneyimimin bu bahsettiğim insanlarla olması çok acayip bir şeydi benim için.

Sonra, İstanbul…

Evet, okul bitti, Ankara’da TRT için bir dizi çekiyorduk, o bitti. İşler biraz istediğim gibi gitmiyordu, ben de atladım İstanbul’a geldim. Ben yine çok aklıevvel olduğumu zannettiğim için kendime bir tanıtım DVD’si yapmıştım. İçinde videolar, fotoğraflar, onlar bunlar olan bir DVD. Böyle duyduğum yapım şirketlerinden falan randevu alıyorum. Tabii o zaman benim kafamdan, şu an biri bana söylese yanağından makas alacağım saflıkta şeyler geçiyor. (Gülüşmeler) Ama yılmadım, sonra zaten bir şekilde hareket etmeye başladım, işler güçler birbirini kovaladı. Ama bak, ben şimdi 37 yaşındayım ve bu yaşa kadar öğrendiğim şeylerin başında şu geliyor: Hiçbir şeye sahip olmadığıma eminim bir defa. Yani bunu böyle söyleyince bir tuhaf duyuluyor ama senin başta tevazu dediğin şey biraz onunla ilgili olabilir. Tabii ki her şeyin en iyisini yapabilmeyi, en iyisini edinebilmeyi, en mutlu arkadaşlıkları kurabilmeyi, en mutlu aşkı yaşayabilmeyi, en iyi koşullara sahip olabilmeyi çok istiyorum. Ama bunların hiçbiri olmazsa da umurumda değil. Yani bu söylediğim çelişki gibi geliyor olabilir ama öyle değil. İstiyorum ama olmazsa da umurumda değil. Çünkü insan hayatına baktığın zaman bunların tamamını aynı anda elde edebilmek zaten mümkün değil. O yüzden “Her şey olur, keyfimiz bozulmasın.” kafasındayım ben. Çünkü bozulan düzelir, düşen kalkar, küsen barışır. Olur yani… Bir yol hikâyesi gibi tarif etmek daha doğru galiba. Böyle baktığımda hayat beni daha fazla motive ediyor. O yüzden keyfim kolay kaçmaz benim, belli konularda kaçar, onlar da tamamen benim boşluklarımdan kaynaklıdır, tamamen kişisel şeylerdir, kalp kırıklığı falan gibi. Bir kere Twitter’a da yazmıştım. Hepimizin kalbi kırık ve bu bizi yavaşlatıyor. Ben buna gerçekten inanıyorum. O kalp kırıklarını tedavi edince de her şey yoluna giriyor zaten, hayata fırsat veriyorsun. Hani Sayko diye bir oyun vardı, bilir misin?

Evet! Üniversitede oynardık biz de…

Dünyanın en kolay oyunudur, ama yanlış soruyu sorarsan sana cevabı vermez. Hayat da öyle bir şey bence. Dünyanın en kolay şeyi muhtemelen ama yanlış soruyla hep bir çukurda hissediyoruz kendimizi. Yoksa dünya üzerinde neden bu kadar mutsuz insan olsun ki?

Gelelim Bunu Ben De Yaparım oyununa… Bunu övgü olsun diye söylemiyorum, her yönüyle olağanüstüydü. Bir defa orada geçirdiğimiz bir saatin hakkını fazla fazla veren, özeni ve doğallığı aynı anda tatmanın saadetiyle izleyicisini eve uğurlayan bir oyun. Seni bir karakteri canlandıran gibi izlemiyoruz, gerçekten de izleyicini Dave’in hikâyesine ortak ediyorsun. Seni Dave karakterine hayat veren İbrahim gibi değil; Dave olarak gördüğümü fark ettim. Oyunculuğunun muhteşemliğini ise sen sahnedeyken değil; seni tekrar kulisin kapısında kendi spor kıyafetlerinle görünce idrak ettim. Bilmiyorum ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Çok, çok, çok etkileyiciydi. O duygu geçişleri falan… Bunu en son Danish Girl’de Eddie Redmayne’i izlediğimde de hissetmiştim. Nasıl hem bu kadar iddiasız, aşırıya kaçmadan hem de bu denli kusursuz oynayabiliyor diye düşünmüştüm… Ne olur anlat, bunu nasıl başarıyorsun?

Çok çok teşekkür ederim Işılcığım. Ben de bilmiyorum aslına bakarsan. Galiba şuna bağlıyorum. Ben çok uslu bir çocuk değildim ama özellikle ilkokulun son senesine kadar çok fazla izledim, insanları çok fazla seyrettim. Ondan sonra da denemeye başladım. Gerçekten şunu hatırlıyorum, deneysel yalanlarım vardı. (Gülüşmeler) Şunun gibi mesela… “Daha dün aydan geldim, şuralarım falan hep tutuk.” gibi… (Gülüşmeler) Ve karşılığında insanlardan ne geldiğini, tepkilerini falan hep gözlemlerdim. Ve ne kadar zorlarsam, nereye gideceğini hep çok merak ediyordum. Sonra tabii bunları uydurduğumu söylüyordum çünkü arkadaşlarım ailelerine söylemeye başladı. (Gülüşmeler) Hatta bir arkadaşım bana küsmüştü çünkü bu yüzden zarar gördü. Ondan sonra bir daha böyle şeyler söyleyemedim, deneyemedim. Çünkü bunun tehlikeli bir şey olduğu ortaya çıktı. Ondan sonra da şaka yapmayı denedim. İnsanlarla iletişim ve ilişki kurmak için. İşte bunlar bana çok yardımcı oldu diye düşünüyorum. Çünkü ne yaparsan inandırıcı görünüyor, ne yapmazsan kimse yemiyor, bunu anladım. Bir de tabii okulda bunların egzersizlerini çok yaptık. Son vardığım noktada bilgi ve gerçekliğe çok inanıyorum. Galiba o gerçeklikle ilgili takıntım yüzünden senin dediğin kanala giriyorum. Bunu bir tek ben yapıyor olamam zaten ama şöyle de bir şey var. Bu memlekette çok yetenekli insanlar var, bunların birçoğu da benim arkadaşlarım. Biz birbirimizi besliyoruz, tavırla, yeni fikirlerle, yaklaşımlarla besliyoruz. Ve bu insanlarla arkadaşlık ederken, yaptığın şeyin en iyisi olmaya gayret etmekten başka çaren yok. Çünkü ilk başta arkadaşlarımı utandırmamalıyım gibi bir hissim var.  Yani ilk önce o arkadaşlıklarımın sorumluğu var ve bu beni çok besliyor.

Bir de seni Stolk’ta da izliyoruz. Birazdan onu da konuşuruz… İşte, İş Sanat’ta Fantastik Hikâyeler Makinesi’nde, DOT’ta Bunu Ben De Yaparım’da da izliyoruz. Hepsinde gözlemlediğim senin kendine özgü bir tekniğin var. Bunu “teknik” olarak nitelendirmek ne derece doğru bilemiyorum ama… Hikâyeyi karşındaki seyirciye anlatarak, her duygunun hakkını vererek müthiş bir doğallıkla yaşıyor ve yaşatıyorsun… Bir metni eline aldığında ona nasıl bakıyorsun?

Önce okuyorum ya, roman okur gibi okuyorum. Metin ne diyor, bunu deşifre etmek istiyorum öncelikle. Ezber aşamasında da şöyle… Ben aslında hızlı ezberlerim birçok oyuncu gibi. Ezberledikten sonra da ağırlıklı olarak aklımda kalır. Yani metni okuduktan sonra kafamda döndürmeye başlarım. O hikâyenin içinde “Ben ne görsem etkilenirim?” diye düşünürüm. Çünkü her metin sana yapman gerekenleri vermez. Mesela Bunu Ben De Yaparım da öyleydi. Bu bir öykü çünkü.

Bunu Ben De Yaparım’ı ve Dave’i henüz izlememiş olanlar için nasıl anlatırsın?

Sanat galerisinde güvenlik görevlisi olarak çalışan bir adamın anlattığı üç günlük bir hikâye. Dave, kendi başından geçen üç günü anlatıyor aslında. Biz bu güvenlik görevlisi ağabey üzerinden aslında bir sanat eseri ile ilişki kurulduğunda yaşanabilecekleri görüyoruz. Ve bu hikâyede de aslında hislerin, duyguların, bilgilerin bir arada olabileceğini anlıyoruz. Şöyle ki her zaman bir sanat eseri ile ilgili bilgi sahibi olamazsınız. Daha önce hiç karşılaşmadığınız bir şey olabilir ama bir şey hissettirebilir. Hakan Günday’ın lafıdır: “Bilgiden geri kalan her şey histir.” der. Bazen o his de yeter… Metnin içinde, sanat eseri, sanatçı ve sanat eseri ile muhatap olanın ilişki ve etkileşimi de var. Ve bu ilişki biçiminin doğru ya da yanlış kurulması halinde işin nereye varacağına dair birtakım eğlenceli, hüzünlü önermeler var.

Bu oyunda anlatılanlar o kadar gerçek ki aslında… Biz de yaşadık hatırlarsan Contemporary İstanbul’da. Ressam Ali Elmacı’nın Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele resmetmesi tepki yaratmış ve eser saldırıya uğramıştı. Baktığında Dave de başta muhafazakar yaklaşıyor, ama sonrasında eserle zaman geçirdikçe, ona ve sanatçıya dair düşündükçe bir aydınlanma yaşıyor ve sanatçıyla empati bile kuruyor...

Tabii, zaten şöyle bir şey var. Eserin üreticisi ile sosyal ilişki kurduğu zaman başka türlü tarif ediyor. Ama bunun da ötesinde orada yaşanan şöyle bir şey var: Sanat eseri ile vakit geçirdikçe onunla ilgili cümleler kurmaya başlıyor. Yani benim diyenin kuramayacağı bir perspektif tanımı var adamın. Ve bu bir güvenlik görevlisi… Bunu şundan söylüyorum. Normalde güvenlik görevlisi birinin bulunduğu statüden bu tarifin çıkmayacağı düşünülür. Bu dünyanın en büyük hatası bence. Çünkü gerçekten galerilerde çalışan böyle güvenlik görevlileri var. Birçoğu sanatçıya, sanat eserine ve o eserle nasıl ilişki kurulması gerektiğine senden benden çok daha hakim. Bu bahsettiğimiz önyargı iletişim eksikliğinden bence. Bizim memleketimizde iletişimi nereden kuracağımıza dair bir beceriksizlik var. Dolayısıyla insanlar birbirlerini yargılayarak ilişki kuruyorlar. Bu oyun, hem bununla hem de sanatla ve sanat üreticisinin varsayılan sorumluluğu ile ilgili bir şeyler söylüyor ki; sanat üreticisinin eser üretmek dışında başka bir sorumluluğu var mı konusunu çok uzun tartışabiliriz…

Bu arada oyunun yazarı Nick Hornby’nin sıkı takipçileri var Türkiye’de de. Çok sevilen bir yazar. Hayatın içinden hikâyeleri, çok doğal ve yaşayan bir dili var. Bu duyguyu bize birebir aktarabildikleri için oyunun çevirmeni Melisa Kesmez ve yönetmeni Serkan Salihoğlu’nu da tebrik etmek lazım. Birlikte nasıl çalıştınız?

Şöyle, Melisa, Serkan ve ben zaten çok yakın arkadaşlarız. İkincisi Melisa edebiyatçı, üçüncüsü Serkan çok iyi bir yönetmen, üstelik sosyoloji konusunda da çok yetkindir. Ben de bu konulara çok meraklıyımdır.  Dolayısıyla bir araya geldiğimizde birbirimizi anlamamız çok kolay oldu. Melisa ve Serkan metni çevirdi ve çalışmaya başladığımızda da metnin ağızdaki haline çok kafa yorduk. Yani hem edebi olsun hem gerçek olsun hem çeviri gibi olmasın üzerine gerçekten kafa patlattık. Dolayısıyla bunun oyuna çok katkısı oldu. Serkan zaten çok hazırlıklı bir yönetmen. Sekiz hafta çalıştık, Serkan daha en başından 4. haftada neyi yapacağını, neyi bitireceğini biliyordu. Çok rahat ve eğlenceli çalıştık.

Oyunun orijinal adı NippleJesus. Ve oyunun çevirisi de isminden itibaren o kadar başarılı, o kadar bizdendi ki…

Dediğin gibi, bunu anlatayım, isim konusunda şöyle bir şey yaşadık. Böyle aklımızdan alternatifler geçiyor. “Kutsal Memeler” mi desek falan diye bir kafamızda döndürdük ve çok saçma geldi. (Gülüşmeler) Sonra Murat Ağabey (Daltaban) -o zaten bu konuları sihirli bir çubuk taşıyor gibi, tak diye oldurur- “Bunu Ben De Yaparım olsun.” dedi. Hem metnin içinde bu cümle geçiyor hem modern sanatla ilgili bu tarz cümleler kuruluyor hem de çağdaş sanatı tarif eden bu isimde bir kitap var. Üstelik Kenan Evren’in de zamanında böyle bir şey söylediğini biliyoruz. Bu isim bize çok avantajlı göründü ve çok hoşumuza gitti.

60 dakika boyunca seyirciyi hiç kopmadan başından sonuna alıp götürmek de hiç kolay olmasa gerek. Tek başına sahnede olmak sana ne hissettiriyor? Zorlukları neler ve bu deneyim sana ne kattı?

Ben yalnız kalmayı çok seven bir insan değilim. Bir şey yaparken onu paylaşacağım biri olsun isterim. Bu yüzden başta ödüm kopmuştu. Ama onu da genel provalarda anladım. Çünkü çalışırken yine birileri oluyor yanınızda. Bir de ben oyunculuk hayatımda her zaman beraber oynadığım insanlara –o an artık yanımda kim varsa- yardım edeyim diye geçiririm aklımdan. Çünkü kendi sorumluluğumu almaktan korkuyorum muhtemelen. Bu aslında en çok bana yardımcı oluyor. Çünkü karşımdaki insanın bir boşluğu varsa ben onu kapatayım derken kendi üzerime düşeni bir şekilde yapmış, tamamlamış oluyorum. Ama bu oyunda sahnede benden başka bir de ağaç var! Hadi bakalım, kapat hatasını, kapatabilirsen! (Gülüşmeler)

Tüm bu gayretin, enerjin jürinin de dikkatini çekti ki geçtiğimiz yıl Afife Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En İyi Erkek Oyuncusu ödülünü aldın. O akşam sahneye çıktığında aklında ne vardı? Senin için nasıl bir anlamı var bu ödülün?

Ya ödül çok güzel tabii, insanı gerçekten motive ediyor. İsmim okunduğunda elim ayağım birbirine girmişti. Üçüncü sırada oturuyordum. Yanımda Emre Kınay ve Levent Öktem oturuyordu. Bir süre ne yapacağımı bilemedim. (Gülüşmeler) Böyle bir boşluk hissi gibi, o yüzden aklımda çok da bir şey olamadı. Sahneye çıktığımda seyircileri görünce tuhaf bir ses çıkardım. (Gülüşmeler) Sonra 10 yıldır DOT’ta beraber çalıştığım arkadaşlarıma teşekkür ettim. Bir yandan da unuttuğum kimse olmamıştır inşallah diye aklımdan geçiriyordum. Ama çok özel ve güzel bir akşamdı benim için. İşte bu ödül, o başta bahsettiğim yoldaki artılardan biri benim için.

Bu arada muhteşem oyunculuğunu zaten bildiğimiz, bunu yine Afife ile taçlandırmış bir isimle, Zerrin Tekindor ile Oyun Atölyesi’nde Arzu Tramvayı’nın provalarındasınız. Nasıl gidiyor? Ne zaman perde diyeceksiniz?

İlk defa başka bir eve oynamaya gidiyorum. Çünkü DOT benim evim gibi, ilk defa “dışarıda” oynayacağım. Bunun da Oyun Atölyesi gibi birçok oyuncunun hayallerini süsleyen bir tiyatroda olması benim için müthiş bir şey. Haluk Ağabey arayıp söylediğinde çok heyecanlanmıştım. Oyunun yönetmeni Hira (Tekindor), gencecik, pırıl pırıl bir yönetmen. Zekâsı ve estetik bilgisi çok yüksek,  ne istediğini bilen ve çalışkan bir yönetmen. Zerrin Tekindor ile ilgili zaten ne diyeyim! (Gülüşmeler) Benim, Gorgon’un Armağanı ve Ben Ruhi Bey Nasılım dışında çok tecrübeli insanlarla karşılıklı oynama şansım olmadı. O açıdan Zerrin Tekindor beni çok heyecanlandıran bir isim. Ne kadar müthiş, zarif ve bilge bir kadın olduğunu söylememe gerek yok zaten. Aynı zamanda da çok eğlenceli ve şakacı. Hani duygusu burnunda derler, hep o noktada. Beni biliyorsun, ben de pek rahat durmam. (Gülüşmeler) O yüzden çok keyifli çalışıyoruz. 

Çok ses getiren, Stolk’tan bahsedelim biraz da… Fikir nasıl ortaya çıktı? Stolk’un yayın ilkeleri nelerdir?

Yola çıkış hikâyemiz şöyleydi. Söylenmeyeni söyleyelim ama bunu birilerini yargılayarak söylemeyelim. Olanla ilgilenelim, yapanla değil. Olan bu ve hep beraber düşündüğümüzde aklımıza bununla ilgili bir soru geliyor mu, bunu temel alalım ve bunu şakayla anlatalım.  Sadece doğru olanı söylemeye gayret ettiğimiz bir şey olarak yola çıkmıştık.

Peki, tahammülsüzlüğümüzün tavan yaptığı, herkesin birbirini ötekileştirdiği, dinlemediği, anlamak istemediği, ifade özgürlüğümüzün kısıtlandığı bu dönemi sen nasıl değerlendiriyorsun?

Bence bu bir oyun. Çok da ciddiye alamıyorum çünkü iyice bir saçmalar olduk. Bir yandan da ifade özgürlüğü problemi bugünün problemi değil; yıllardır süregelen bir şey, hep vardı. Asıl problem bu memlekette güçlenen güçsüzü basıyor. Kim olursa olsun, hangi taraf olursa olsun. Siyasi fikri, sosyal statüsü ne olursa olsun… Asıl sorunumuz bu bence. Bizler Türk filmleriyle büyüdük Işıl ve her zaman güçsüz olanın yanında olduk. İktidar sahipleri genelde kendilerini mağdur olarak tarif etmeye gayret ederler ki insanlar onların yanında olsun. Çünkü bizim güçsüzden yana olacağımızı bilirler. Ama şimdi kim güçsüz kayboldu. Asıl problem o. Artık herkes kendini güçsüz olarak tarif ediyor. Herkes mağdur ve herkes iktidarının peşinde. Bizler de bu arada soru sormayı unutuyoruz, soru sormuyoruz. Yani o oldu ama neden oldu diye soran yok. Çünkü sorduğumuz zaman azar işitiyoruz. Ya Işıl, bunun tarafı yok, yemin ediyorum yok. Kim olursa olsun… Dinleyen yok, söyleyen yok, anlatan, açıklayan, nedenselleştiren yok. Soru yok, zaten cevap da yok. Ama “olan” var. Kimse olan ile ilgilenmiyor, herkes etraftaki şeylerle meşgul. Çünkü olanın sorumluluğu çok büyük.

Çok yoğun bir çalışma tempon olduğunu biliyorum. Ama seni bir kere şikâyet ederken ya da söylenirken görmedim. Enerjini nasıl koruyorsun? Nelerden beslenirsin?

Ben bulduğumu okur, rastladığımı seyrederim. Ve bu konularda aritmetik ilerlemem; geometrik ilerlerim. Yani o okuduğum ya da izlediğim şeyin içinde ilgimi çeken bir şey varsa o kısmını izler kapatırım. Yoksa böyle sıralama, programla yapmam, “Bunu okudum şimdi de bunu okuyacağım.” demem. Daha çok referans kitapları tercih ediyorum. Sonra yeni insanlarla tanışmayı çok severim, arkadaşlarımla zaman geçirmeyi çok severim, onlardan çok beslenirim. Onlardan çok bahsediyorum ama gerçekten muhteşem arkadaşlarım var benim, hepsi ayrı ayrı çok değerli insanlar. Ve sana şunu gerçekten söylemeliyim… Arkadaşlarımı tanısan umutsuz olmak gibi bir şey geçmez aklından çünkü hepsi gerçekten yaptıkları işlerle, fikirleriyle bu ülkeye bir şekilde yön veren, fayda sağlayan insanlar. Bunu duygu coşkunluğuyla romantik bir yerden söylemiyorum ama her şey geçiyor Işıl. Ben tüm bu sorunlarımızı akılla çözeceğimize inanıyorum. Ama sürekli aynı problem üzerinde debeleniyorsak yöntemimizi değiştirmemiz lazım. Demek ki bir şeyleri yanlış biliyoruz. Bence bunun üzerinde durmalıyız.

Peki, seni ne çok kızdırır? Arada Arhavili damarın tutar mı?

Kandırılmak çok kızdırır. Kandırılmanın içine giren bütün her şeyi kastediyorum. Hele kandırdığını farz eden daha da kızdırır. Çünkü ben kolay kandırılmam, inanmış gibi yaparım. Dolayısıyla samimiyetsizlik de çok kızdırır. Bu konularda gerçekten gözüm döner. O bahsettiğin Arhavililikle ilgili bir şey olabilir. (Gülüşmeler)

Son olarak, senin tek hayranın bizler değiliz… İş Sanat’taki Fantastik Hikâyeler Makinesi oyunu ile yüzlerce minik hayranın oldu. Onlar seni yeri geliyor Graham Bell olarak, yeri geliyor bisikletin mucidi Ernest Michaux, televizyonun mucidi John Logie Baird olarak ya da Simitçi olarak izliyorlar! Çocuklarla buluşmak nasıl?

Çok güzel, çok keyif alarak yaptığımız bir oyun. Sahne arkasında da çok uyumlu bir ekip olduk arkadaşlarımla. Ata Berk (Mutlu) çok yetenekli ve akıllı bir çocuk. Tuba (Ünsal), Sercan (Badur), Hayal (Köseoğlu) ve Yeliz (Kuvancı) zaten çok eğlenceli insanlar… Her biri alanında çok değerli isimlerle çalıştık. Can Yılmaz yazdı, Serdar Biliş yönetti. Müzikler Çiğdem Erken, koreografi Tuğçe Tuna, kostüm Tomris Kuzu, sahne ve dekor tasarımı Cem Yılmazer. Gerçekten içimize sinen, güzel bir iş oldu. Ailelerin ve çocukların çok ilgi göstermesi de çok mutlu ediyor tabii.

Fantastik Hikayeler Makinesi Görsel – Ilgın Erarslan Yanmaz

 


Herkes bilsin