"Tiyatronun Manifestosu Sahnedir"
Cumhuriyet döneminin öyküleri birbirinden farklı, ama tutkuları ve acıları ortak iki kadını aynı sahneyi paylaşırsa ne olur? "Hayal-i Temsil" tam da bu sorudaki imkansızı, tiyatronun büyüsüyle bize yaşatan, benzersiz bir kurgu. Bedia, Afife, Şebnem, Hümay, Yiğit ve Ahmet Sami ile söyleştik...
AYKIRI AKADEMİ - SÖYLEŞİ
AYKIRI AKADEMİ: Türk tiyatrosunun iki kadının bir araya getirme fikri, hem yaratıcı, hem değerli ama bir taraftan da güç. Dolayısıyla özgün bir metni oluşturmak ve bunu sahneye taşımak hiç kolay değil. Dolayısıyla bu süreci konuşarak başlayalım.
AHMET SAMİ ÖZBUDAK: Fikir Hümay’ın fikriydi. Bir gün Şebnem’le birlikte gelip ‘yapar mısın’ dediler. Tabi çok heyecanlandım. Çok zor, sorumluluk isteyen bir şey bu iki kadını anlatmak. Çalışmaya başladık ve aslında ne kadar zor olduğunu orada gördük.
Prova sürecini beraber yürütelim istiyorduk. Ben sahnenin kenarında olayım, yönetmen çalışsın onlarla ve bunun üzerinden metni oluşturalım. Hayalimiz başlarda bu şekildeydi ama olamadı. Bunu organize edemedik. Tabi o süreç içinde çok hikaye çıktı; pek çok hatıra, hikaye bir araya geldi. İlk oluşturduğumuz metin 110 sayfaydı, roman gibiydi. Sonra ayıklama süreci başladı Yiğit ile, Sina ile… ve oyun bu haline geldi.
Benim için en zor k ısım şuydu: Bedia Muvahhit’in çok müthiş görünen bir kariyeri var. Afife Jale’nin ise çok kötü bir süreç yaşamış. Şimdi bu iki kadını karşı karşıya getirdiğinizde şöyle bir tehlike vardı; ‘biri mutlu oluyor başarıyor, diğeri başaramıyor ‘gibi bir anlam çıkabilirdi. Galiba benim en çok zorlandığım kısım bu oldu. İkisinin de ortak noktası aslında oynama tutkusu, bununla mücadele etmek ve var olabilmek. Bunun üzerine gitmeye çalıştım. Umarım başarılı olabilmişimdir.
ŞEBNEM KÖSTEM: Çok güzel bir yolculuktu. Benim için bu bir teşekkür projesi. Bir minnet projesi aslında. Bu iki kadın sayesinde ben bugün sahneye çıkabiliyorum. Bu yüzden de minnettarım. Bütün alkışlar onlara gitsin. Keşke bütün Türkiyeyi köy köy hane hane dolaşabilsek de, tutkularının peşinde koşan bu insanların aslında neler yaşadıklarını anlatabilsek herkese.
HÜMAY GÜLDAĞ: İstanbul Şehir tiyatroları 100. yılını kutluyordu. Genel sanat yönetmenimiz bize ‘100. yıl projesi olan sunsun’ demişti. Ben de kendi adıma uzun zamandır bir şeyler düşünüyordum. Afife Jale ile ilgili ayrı, Bedia Muvahhit ile ilgili ayrı düşünüyordum aslında. Hani tekrar keşke onlarla ilgili bir şey yapılsa da asıl 100. yılı kutlarken tiyatrocular, Türk kadın tiyatrocular ne zorluklar yaşamış anlatılsa diyordum..
Sonra şunu düşündüm. İkisi de birbirine çok yakın dönemlerde yaşamışlar ve evet birbirlerini hiç tanımıyorlar. Bu bana çok ilginç geldi. Zaten Şebnem’le de hep böyle bir şey oynamak istiyorduk, böyle bir proje olsa diye, düşünüyorduk. Fikir benim aklıma gelince dedim ki hiç değilse o iki kadını bir şekilde masalsı bir atmosferde – ve evet tarihten somut bir şeyler alarak ama gene de kendi dünyamızdan bir şey kurarak – aynı sahneye taşısak dedim. Sami çok başarılı bir yazar zaten, onun romanının okumuştum çok beğenmiştim, beraber çalışmıştık. Ondan sonra ona o teklifi götürdük ve sonra oradaki süreç böyle oldu.
Evet, bu proje onlara teşekkür etme ve saygı duruşunda bulunma. Unutanlara nasıl ne zorluklardan bugünlere gelindiğini hatırlatmak. Bugün sahip olduğumuz değerleri nasıl bedeller ödeyerek elde etmişiz, bilmeyen nesile biraz bunu anlatmak, azıcık merak ettirtmek... buradan çıkıp gittiği zaman aldığı duygu ve bilgiyle daha derin araştırmalar yapmalarını sağlamak...
ŞEBNEM KÖSTEM: Küçücük te olsa seyirciyi bir uyanışa sürüklemek .. çünkü bedel hala ödeniyor.
AYKIRI AKADEMİ: Az önce Anadolu’ya çıkmak, arzumuz var dediniz ama öyle bir proje var mı?
ŞEBNEM KÖSTEM: Kimse bize bir teklif getirmiyor. Getirseler... evet, dekor ve bu prodüksiyonu taşımak kolay değil. Davetle gidiliyor. O yüzden de sadece bir Kıbrıs turnesi yaptık.
HÜMAY GÜLDAĞ: Öncelikle hayalimiz bir İzmir. Çünkü Bedia Hanım’ın cumhuriyet kadını olarak sahneye çıktığı ilk yer İzmir.
AYKIRI AKADEMİ: Evet Atatürk’ün karşısında...
HÜMAY GÜLDAĞ: Evet o çok anlamlı. İzmir’e gitmeyi çok istiyorum. Başta İzmir olmak üzere, Anadolu’yu dolaşmak her zaman bizim ilk günden beri hayal ettiğimiz bir şeydi. Ama dediği gibi Şebnem’in bu tür şeylerde davet edilmemiz gerekiyor. Kurumu davet etmeleri lazım ki bu gerçekleşsin. Bir arz talep meselesi. Bir de teknik olarak da dekorumuz çok büyük olduğu için ve arkada harıl harıl çalışan büyük bir teknik ekibimiz var.
"Acaba o iki kadın kadar kocaman tutkusu olan kaç aktris var Türkiye de?"
AYKIRI AKADEMİ: Darülbedayi cumhuriyetten eski, dolayısıyla da Darülbedayinin tarihi ve orada olup bitenler bir yandan Türkiye’nin aydınlanma tarihi. Bu iki kadın - Bedia Muvahhit ve Afife Jale –siyasal olarak kadın sorununu da nasıl algılamamız gerektiğine dair örnek. Siz bugün Türkiye’de iki kadın oyuncu olarak o kadınlara nasıl bakıyorsunuz? Ya da yorumunuzu bu ne oranda etkiledi?
ŞEBNEM KÖSTEM: Cesur ve kahraman olduklarını düşünüyorum. Bu kadar yokluğun içinde önlerinde bir örnek yokken buna cesaret etmek, bunun hayalini kurmak kocaman bir şey. Ve elbette ki bizi çok etkiliyor. Zaman zaman Hümay’la şöyle tuhaf şeyler yaşıyoruz. Aslınla ikimiz de pek spiritüel insanlar değiliz ama öyle oyunlarımız oluyor ki... ‘ya geldiler ya’ diyoruz... o anda oradalar gibi hissettiğimiz anlar oluyor. Tabi çok zor... Türkiye’nin çok zor zamanları.. Savaş zamanı bir kere. Yine de çok yürekliler. Şu an ben düşünüyorum. Dünyada her türlü materyale sahibiz. Ama acaba o iki kadın kadar kocaman tutkusu olan kaç aktris vardır Türkiye de? Şimdi her şey var. Bu her şeyin içinde gerçekten o kadar biricik olan o sahneye çıkma tutkusu için bu kadar savaşacak olan bu kadar koca yürekli kaç kadın var?
HÜMAY GÜLDAĞ: Tabi yaşadıkları dönem ve koşullar çok önemli. Bedia Hanım aynı zamanda ilk defa telefon santralinde ‘memure’ olarak çalışan kadınlardan.
AHMET SAMİ ÖZBUDAK: Öyle bir sahne de vardı metinde.. onu çıkardık sonra. Sığmadı...
HÜMAY GÜLDAĞ: Çok fazla malzeme vardı... Bedia Hanım aynı zamanda hem çeviriler yaparmış hem provaya girermiş
ŞEBNEM KÖSTEM: Kendi kostümlerini de dikiyor...
HÜMAY GÜLDAĞ: O zamanın koşulları çok ağır. Bir turneye çıkıyorlar, gerçekten çocuğunun yüzünü bir – bir buçuk ay boyunca göremiyor. Ev ortamı diye bir şey yok. Soğuk, böyle eski binaların içerisinde kalıyorlar. Bizdeki gibi oteller yok. Çok tuhaf yerlerde misafir ediliyorlar. Hatta bazı yerlerde dışlanıyorlar. Buna rağmen mücadeleye devam ediyorlar. Bir gün içerisinde üç ayrı oyun oynuyorlar turneye gidince. Yani sabah başka oyun, öğlen başka akşam, başka oyun. O sırada Türk seyircisine tiyatroyu – Türk tiyatrosunu – tanıtmak gibi bir misyonu üstleniyorlar. Yani o kadar çok şeyi bir arada yapıyorlar ki... tek başlarına kendi kendilerine... yani biz o yüzden onlara çok şey borçluyuz hakikaten.
"Bizi birbirimize bağlayan görünmez bir halat var o da sahnede olma aşkı"
AYKIRI AKADEMİ: Karakter olarak canlandırdığınız bu iki karaktere ne kadar yakınsınız, ne anlamda farklı ya da ne anlamda benzersiniz?
HÜMAY GÜLDAĞ: Bize çok dokunan bir şey var. Bütün oyuncular, aktörler aynı duyguları mutlaka yaşıyor. Tamam zaman değişmiş olabilir, şartlar değişmiş olabilir ama biz onları bu yüzden çok iyi anlıyoruz çünkü bizde de o tutku var. O tutkuyla bugünlere geldik. Tiyatro aşkı dediğimiz şey, benim de çocukluğumdan başlayan; ailemle ve bir çok şeyle mücadele edip, tırmalayarak geldiğim bir nokta. O kadar tanıdık ortak duygu var ki, koşullar ne kadar farklı olsa da o durumlar ve duygular bize çok yakın. Sonuçta biz orada birer aktrisi canlandırıyoruz... Ben de bir anneyim, oyun oynarken çocuğumdan uzak kalmanın nasıl bir duygu olduğundan tutun da, mücadele etmeye kadar...
Bir süre sonra bir takım özgürlüklerini kaybediyorsun. Sahnedeki özgürlük, yaratıcı özgürlük ve kişisel özgürlük. Bunların hepsi iç içe, onları yaşayamaz duruma geliyorsunuz, sokakta yürüyemez hale geliyorsunuz: Halbuki oyuncuyu besleyen şey hayatın içindedir. Bir oyuncu ne kadar hayatın içinde olursa o kadar malzeme toplar ve bunu sahneye yansıtır ama bir süre sonra o yıldız olma kavramıyla , toplumdan uzaklaştırılmaya çalışıldıkça, o da oyunculuğunu kaybeder ve bu anlamda özgürlüğünü de kaybeder. Yani özgürlük tutkusu zaten sanatın içinde vardır. Her sanatla uğraşanın içindeki mesele biraz özgürlükle ilgilidir. Bu da benim de çok hissettiğim bir şeydir. Hepimizin hissettiği bir şey. O noktada çok tanıdık duygular yaşadık, ekstradan da çok empati kurduk. Hala da o empati devam ediyor. Onların sanki ruhları geliyor. Her anımızda o var yani, çok paralel giden şeyler var.
ŞEBNEM KÖSTEM: Ben de Hümay gibi düşünüyorum. Şöyle bir şey ekleyebilirim. Tabi ki karakter olarak Hümay Bedia’ya benzemiyor, ben de Afife’ye benzemiyorum. Ama bizi birbirimize bağlayan görünmez bir halat var o da aşk.. sahnede olma aşkı. Aslında bir tür kendini sevme ve var olma biçimi. Bunu tamamen taşıyorum, Hümay da taşıyor. Ama tabi ki ben Afife’nin yaşadıklarını yaşasaydım, yolculuğum öyle mi olurdu hiç bilmiyorum. Şunu da bilemiyorum, Afife adına söylersem: Yani tıbbın hiç gelişmediği bir dönem. Migren atakları mıydı, depresyon atakları mıydı, histeri krizi miydi, yaşadığı? Bir tür panik atak mıydı, tedavi edilebilir bir şey miydi? Aslında depresif bir kadın. Yani en mutlu günlerinde bile çekilmiş fotoğrafında aslında karanlık bakan bir kadın. Yani bu çok ilginç bir şey. Burayı biraz benzetiyorum kendime, çünkü ben de pek aydınlık bakan bir kadın değilim. Ama onun dışında bence benzemiyoruz. İkisi de sonuna kadar delirme hakkını kullanmış, biz de yapıyoruz bunu.
HÜMAY GÜLDAĞ: Sahneye çıkamadığı zaman nasıl mutsuz olduğunu biz biliyoruz. Araya yaz giriyor, sezon bitiyor, yeni sezon gelsin diye bekliyoruz. Ya da oynayamadığımız “sahneye çıkmam lazım, sahneye çıkmam lazım” diye oturup ağladığımı biliyorum. O yüzden oralarda çok empati kurduğumuz şeyler var. Ama tabi kaşı gözü değil. Kişilik ve karakter olarak çok tabi apayrıyız
ŞEBNEM KÖSTEM: Mesela şu anda deliriyorum yani, gerçekten bir an önce yeni oyunun provasına başlamak istiyorum. Çünkü yeni bir yolculuk , onu aramak onun içinde kaybolmak, kendime kızmak, ruhumu dövmek, yani bunlar çok hastalıklı çok marazi şeyler ama bu mesleğin gerçekten çok büyük bir bölümü marazi zaten. Aslında hastalanıyoruz biz... (Gülüşmeler)
"Kadının bu coğrafyadaki yeriyle alakalı bir meselesi var oyunun"
AYKIRI AKADEMİ: (Yiğit Sertdemir’e) Oyunun akışı içerisinde çok ilginç bir yeriniz var. Birden fazla erkek karakteri oynarken, çok kısa zamanda, önemli zamanlamalarla seyirciyi o temponun içine taşıyorsunuz. Bu açıdan baktığımızda iki görkemli kadın oyuncu yanında hem rejisör olarak, hem oyuncu olarak hayli özel bir konumdasınız. Yiğit Sertdemir için bu iki kadın, bu oyun ve sahne arkadaşları ne demek?
YİĞİT SERTDEMİR: Çok özel bir proje olmasının yanı sıra, bu kadar sevdiğimiz insanlarla birlikte yapıyor olmak projeyi ayrı özel yapıyor. Biz çok güzel çalıştık. Çok detaylı çalıştık. Daha ilk yazım anından prömiyer gününe kadar. Hatta prömiyer oldu oyun üzerinde çalışmaya devam ettik. İki oyuncu arkadaşım da çok özel. Partnerleri olarak söylüyorum, yönetmenleri olarak da söylüyorum.. çalışması çok keyifli insanlar.
Afife Jale ve Bedia Muvahhit özelinde gibi gözüküp, aslında bu mesleğe gönül veren ya da vermek isteyen; bir şekilde sahnenin tozunu yutmuş ya da yutmaya meyilli olan herhangi birisi için çok değerli bir proje olduğunu düşünüyorum. O yüzden çok duygusal prova süreçleri yaptık açıkçası. Hem kendi hayatımıza dair hem çevremize dair pek çok şeye dokunduk.
Aynı zamanda tabi ki kadının bu coğrafyadaki yeriyle alakalı bir meselesi var oyunun. Yani bu iki kişi erkek olsaydı böyle bir oyun olmazdı. En büyük mesele de bu zaten. Kadına dair böyle bir şey yaşanmış olması... mışlı mişli geçmiş zamanda kalması umuduyla yapılmış bir oyun aslında. O yüzden de çok değerli.
AYKIRI AKADEMİ: Tam da ‘mışlı’ geçmiş zamanda kalmış değil aslında...
YİĞİT SERTDEMİR: Evet, o yüzden böyle oyunlara daha çok ihtiyaç var. Daha önce yaşanmış, sert, ya da yumuşak, geçişli ya da doğurgan süreçler bunlar. Ve etkileri malum. Şu anda da benzer şeyler yaşanıyor. Sanat üzerinden yaşanmasa da evde eşinden yaşanıyor, babasından yaşanıyor, iş yerinde patronundan yaşanıyor. Sokakta tanımadığı birisinden, minibüste şoförden..
Bu onunla da alakalı bir oyun aslında. Benim için daha çok önemi orada diyebilirim .
AYKIRI AKADEMİ: Seyircinin yoğun ilgisi olduğunu görüyoruz. Bir taraftan tiyatronun Türkiye de zorlu bir dönemeç yaşadığı şu günlerde seyircinin hem bu oyuna olan ilgisi, hem de öte taraftan tiyatronun tarihine ve kadın sorununa dikkat çekmiş olması bir başka ölçüyü de koymamızı gerektiriyor. Şöyle sorsak seyirci bu oyundan çıktıktan sonra hangi duyguda hangi izlenimde olsun isterdiniz, bu başarıya ulaştı mı daha doğrusu burada seyircinin tavrından gördüğümüz sonuç edindiğimiz fikir bize Türkiye’ye dair bir çözümleme yapma olanağı verir mi?
YİĞİT SERTDEMİR: Evet, öyle bir çözümleme yapmamızı sağlar. Bu oyunun seyircideki karşılığı – benim için en azından, herkes ayrı yanıtlayabilir bunu -, sosyal medyada yazılanlardan , dışarıda bizi çevirenlerden gördüğüm, tam da amaçladığımız şeye, yani bir oyunda bir amaç var diye konuşabilirsek, amaçladığımız yere ulaşması.
Bu oyun bir geçmiş zaman güzellemesi değil. Bu oyunun ‘bakın ne de güzel şeyler yaşandı ya da ne de büyük acılar çekildi var, olsunlar’ cümlesi ile sınırlandırılamayacak bir meselesi var. Aslında cesaret vermekle ilgili meselesi var. Yani burada bugün, belki yakın zaman korkusu olarak adım seslerini hissedebileceğimiz, bir geçmiş zaman yaşantısından bahsediyoruz. Biz o geçmiş zaman yaşantısında da dönem koşullarını düşünürseniz... arkada savaş planı var, sistem değişiyor vs. Bu iki kadının verdiği mücadelenin ne kadar büyük, ödedikleri bedellerin ne kadar kocaman ve her ikisinin ayrı ayrı, - Afife Jale’de hastalık olarak kendini gösteren neticenin de, - ne kadar beklendik olduğunu da anlıyoruz. Böyle bir sürece maruz kalan birisi zaten ya bunu yaşardı ya intihar ederdi ya da ölmeyi hızlandırırdı bir şekilde. Ama hiç mücadeleyi bırakmadılar her ikisi de. Bedia’nın da acısı başka yerde, bir figüre dönüşmesi, o figür olmaktan kendi olmaya vakit bulamaması. O yüzden ben seyircideki karşılığının bu olduğunu görüyorum. Evet bunu unutmamak lazım ve bu bir cesaret göstergesi. Hatta Bedia Hanım’ın oyunda söylediği ‘kadın isterse hayat biter’ cümlesi aslında bütün bu meselenin özü. O yüzden erkek egemen seyirci topluluğu ile karşılaştığımızı düşünmüyorum. Öyle düşünen varsa bile seyirci arasında, ne olduğunu gördü. Tabi bunda yazarımız Ahmet Sami’nin büyük önemi var.
Teatral olanı beğenmenin dışında, - yani ‘oyun iyi oynanıyor, iyi yazılmış, iyi bir dekor var, kostüm var’ın dışında; yani bir oyun eleştirisinin dışında, - hayata temas eden çok önemli noktalara da tanık olduklarını düşünüyorum seyircinin. Ve bunu da görüyoruz aslında. Yani bunun için illa oyuncu olmak, oyuncu olmak için bir bedel ödemek gerekmiyor. Olmak istediği şey için bazı insanların karşısına çıkabilmekle alakalı. Karşıdaki insanın sana yapmanı söylediği şeye direnmen ve onu reddetmen için de, artık bugün basit bir şey de bile ‘yalnız değilim’ cümlesine ihtiyaç var. Yalnızlık ile ilgili çok güzel cümleler olsa da oyunda, bu oyun yalnız olmadığınızın çok büyük bir göstergesi. Karşılığını seyircide görebiliyorsunuz.
Türkiye genelinde nasıl bir karşılığı olduğunu söyleyebilmek için Türkiye genelini gezebilmemiz lazım. Onu henüz gezemedik.. Kıbrıs için söyleyebilirim... Kıbrıs’ta karşılık buldu. (Gülüşmeler)
Elbette İstanbul küçük bir Türkiye, ama sonuçta İstanbul burası. Başka şehirlerden gelenlerin, hiç tiyatro ile alakası olmayan kişilerin çok etkilendiğini gördük, ki bu kolay bir şey değildir; kendi hayatında karşılığını bir yerde buluyor ki etkileniyor. Etkileniyor dediğim, cinsiyet olarak kadın ya da erkek olması fark etmiyor... bir şekilde temas ediyor. Erkek tarafı için de ‘bir neticenin müsebbibi olmak gibi’ bir mesele var. Yani bunda payım var demek. O yüzden bence bir özürdür bu... erkeklerin kadınlardan dilediği bir özür. O özürde de kendine bir pay biçtiği için, bence onun da bir yüzleşmesi oluyor. Yani bu bir baba da olabilir, kızına bir davranışından dolayı. Bir eş olabilir, sevgili de olabilir, iş yerindeki bir çalışan ya da bir patron ilişkisi itibariyle ezmeye çalışan veya öyle beklentileri olan...
AYKIRI AKADEMİ: Aslında konu mücadele açısından hala güncel...
YİĞİT SERTDEMİR: Evet. Evet. Sadece özneler... İki özne oyuncu, o kadar. Yoksa mücadelenin kendisi açısından bir fark yok.
HÜMAY GÜLDAĞ: Ben bir seyircinin bana anlattığı aktarmak isterim. Oyun bir açıdan değil pek çok açıdan seyirciye dokunuyor. Oyunumuz ‘tutku nedir bilir misiniz?’ repliği ile başlayıp, tutkunun peşinden gitme hikayesi bir yandan da.
Seyircimiz “Oyundan çıktım ve hiç durmaksızın yürüdüm ve düşündüm ben bu hayatta tutkuyla neye bağlandım? Bir tutkunun peşinden gidebildim mi? Bu beni çok etkiledi” dedi.
Sonuçta galiba bir çok yönden seyircinin kendinde bulduğu bulacağı, fark ettiği, paylaştığı şeyleri yakalayabiliyoruz. Bu çok güzel bir şey.
ŞEBNEM KÖSTEM: Ben seyircinin gerçekten etkilendiğini düşünüyorum. Önce şaşırdıklarını, eyvah ya bu kadınlar kim, bunların hayatını bana şimdi niye anlatıyorlar diye düşünüyor olabilirler. Çünkü bu bizim Türk seyircisinin çok alışkın da olduğu bir biçimde durmuyoruz sahne üzerinde. Dolayısıyla iki tane ayrı hayatı seyrediyorlar ama onu izlerken de... kadın olma halleri, çocuk olma halleri, acı eşikleri, tutku için verilen savaşlar.. bunları görüyorlar. Bunun dışında Yiğit’in oynadığı karakterler de alında çok çok fazla şey söylüyor. Dolayısıyla seyirci oyundan pek çok cümleyle ve pek çok yüzleşme ile çıkıyor bence. O kadar çok insan bu ülkede hayal ettiği hayatı yaşamıyor ki, belki bununla daha çok yüzleşiyorlar. Ben ne yapıyorum ya? Ben gerçekten bu kadar güçlü olabilir miydim? Ya da ben ne istedim de elde edemedim? Yani hep birilerini suçluyoruz ya biz hayatımızda... hayır bu kadınlar yapıyorlar! Yapmışlar!
"Tiyatronun manifestosu sahnededir."
AYKIRI AKADEMİ: Türkiye’de her şeyin olağanüstü koşullarda yaşandığı bir süreçteyiz. Bu bağlamda meseleye bakarsak , biraz da tiyatrodan söz etmemiz gerekirse, ifade özgürlüğü, sanatsal yaratı, kurum tiyatrolarının güçlüğü falan derken, siz oyuncular olarak, bu konuda ne düşünüyorsunuz, söz gelimi İstanbul büyük şehir belediyesi tiyatrosunun tarihsel kimliği, yani Darülbedayi’nin dünü, bugünü ve geleceğine dair konuşsak – bu oyun buna da olanak veriyor – bir değerlendirme yapar mısınız?
YİĞİT SERTDEMİR: Darülbedayi Türkiye’nin en eski tiyatro kurumlarından biri olarak çok değerli bir kurum. Tiyatro çok önemli bir sanat, evet. Ama sadece bu bağlamda değil, diğer pek çok bağlamda da bu oyun bir şeyi tartışmaya açıyor mu? Evet. Yani geçmiş, şu an ve gelecek meselesini.. bugünkü zamanı aslında tartışmaya açıyor. Üç zamanı birbiri içinde mukayese ederek, karşılaştırarak, yan yana soruyor.
Olanakların kendi sınırları içerisinde farklı kişilere farklı zamanlarda nasıl etki yaptığını da gösteriyor. Bu yüzden, yani evet şu an, baktığımız zaman sanatın Türkiye’deki yerinin giderek bir kesim tarafından ötelenerek köşeye sıkıştırıldığını, ama diğer kesim tarafından da daha önce olmadığı kadar güçle sahiplenilmeye çalışıldığını görüyoruz. Her zorlu, sıkışık zamanda olduğu gibi. Yani üretimler artıyor. Bu kadar baskı olmasına rağmen, sanatsal anlamda değersizleştirilmesine rağmen – ki bu genel bir değersizleştirme politikası, insanları da içine katıyorum, sadece siyasi bir şeyden bahsetmiyorum, - buna rağmen bu alanda üreten kişi artıyor. Bu alanda üretimin gösterileceği alan da artıyor. Bu alanda kendi sözünü söylemek, kendi hikayesini anlatmak arzusunda olan yazarların sayısı artıyor. E nasıl oluyor? Yani bu kadar değersizleştirilirken? Demek ki değere de sahip çıkan bir kesim var ya da değer yaratmak için bunu önemseyip samimi bir yerden emeğini, inancını, umudunu koyan insanlar var. O yüzden bu oyun, elbette ister istemez bu konuyu tartışmaya açıyor, evet.
Ama bu tartışma bakın öyle olursa böyle olur değil, yada şöyle olursa neticesi budur gibi bir tartışma değil, sanatın eni konu maksimum yapabileceği noktada bunlar var. Ki tartışma kısmı yani bizde değil, sahne üzerinde değil.
Bugünü, yani bu şahsi bir soru, herkes farklı görebilir – bugünü yarını dünü – ben kendi adıma hiçbir zaman umutsuzluk yaşamadım bu anlamda. Her sene de kendi adıma üretmeye çalıştım, çoğaltmaya çalıştım her zaman. O yüzden bunun yıldırıcı ya da bizi mutsuz edici bir süreç olduğunu düşünmüyorum. ‘Sürecin bilincinde olmak’ mutsuzluğu engelleyen bir şey. E herkes mutsuzsa demek ki yalnız değiliz. Evet böyle bir gerçeklik var ve yüzde payına baktığımız zaman bunun değerli olduğunu düşünen insanların, değeri yaratmakla da ilgili dertleri olduğunu düşünüyorum... yani seyirci olarak bu değere sahip çıkmak ve o değerin devamını sağlamakla ilgili bir dertleri var. İster şehir tiyatrosu olsun. İster özel , bağımsız bir tiyatro olsun fark etmez. Kendi seyirci kitlesi bu mekanlara, bu tiyatrolara, bu üretimlere sahip çıkıyor ...o yüzden evet... şahane günler geçirmiyoruz. Daha doğrusu bir anlamda evet şahane günler geçiriyoruz gerçekten.
Beni ilgilendiren şu açıkçası Yiğit olarak: Bu sürecin geçeceğini ben biliyorum, Önemli olan bu geçiş sürecinde sağlığımızı nasıl koruyacağız ve her şey geçtikten sonra birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız? Benim tek derdim Yiğit olarak çevremdeki insanlarla kurduğum ilişkide de, üretmede de ... tek derdim bu.. Yoksa bu geçecek. Geçmesi için ne yapabiliriz? Ayakta duracağız. Başka yapabileceğimiz bir şey yok zaten. Tiyatronun manifestosu sahnededir. Kalkıp bir doktrin yazıp da föy olarak dağıtmanın bir manası yok. Sahnede onu gösterebilirler. Bu oyun da bir anlamda bir direniş metnidir kuşkusuz. Her yaptığımız oyun gibi.
ŞEBNEM KÖSTEM: Ben tabi ki Yiğit’in söylediği her şeye tam olarak katılıyorum. Ama bir şey daha söyleyebilirim. Evet, çok korkuyoruz, korkuyorum. Ben sahnede var olabilen biriyim. Her şeyi anlatabilirim sahnede, her şeyi gösterebilirim. O yüzden de cesaretimi kaybetmedim, kaybetmeyeceğim. Biz az değiliz. Bu işe aşkla bağlıyız. Bence sanata dokunan herkes de benim gibi düşünüyordur. Birbirimizi terk etmememiz gerekiyor. Tiyatromu terk etmemem gerekiyor. Benim alanım burası. Burada nefes alıyorum ve burada nefes almaya devam edeceğim. Dolayısıyla Yiğit’in söylediği çok çok güzel...yani birbirimizin yüzüne bakabilmek için birlikte adımlamamız, birlikte koşmamız, birlikte üretmemiz, birbirimizi dinlememiz, uyarmamız belki, daha akılcı çözümler aramamız, ortak paydalar yaratmaya çalışmamız gerekiyor. Cesaret.
HÜMAY GÜLDAĞ: Evet, her şekilde üretmeye devam etmek, varoluşumuzu sürdürmemiz için. Durup ah vah demek yerine herkes kendi alanında ayakta durduğu yerde yapabileceği şeyin en iyisini yapmaya , her şeye rağmen, devam etmek zorunda.