Menu
30 Nisan 2018

“Kim dayanabilir zamanın kırbacına?”

Sevinç Erbulak


Sevgili Akademi'liler,

Bir haftalık bir aradan sonra yine beraberiz. Geçen hafta turneler oyunlar derken  geçiştirme yazılar yazmayı sevmediğimden bir şeyler karalamadım size. İyi oldu.

Çünkü bu hafta iki oyun tavsiyesi aynı yazıya sığacak. İkisi de aynı sahnede oynuyor. Köşemden takip edenler hatırlayacaktır, bu sezon en çok Baba Sahne'de oyun seyrettim galiba. Kendimi, oyun çıkışlarında, yönetmenlerden oyun metni isteyen halimle hatırlıyorum hep :) Ya da oyunculara, 'peki şu şu bu tekstte mi vardı yoksa siz mi keşfettiniz ?' diye sorarken. Oyun çıkışı sıcacık kulisi hatırlatıyor aklım bana şimdi. Her seferinde oturup evdeymiş gibi muhabbet ettiğimiz... Nice sonra kapısını açıp çıktığımızda da sabırla bekleyen seyircilerin oyun hakkında söylediklerini dinleye dinleye çıkıyorum merdivenlerinden tiyatronun, Savaş hocama iyi geceler dileyerek...

Birkaç hafta öncesine kadar çıkışta Kadıköy'ün kalabalığına karışıyordum yüzümde bir tebessümle, şimdi ise önce tiyatro kafede kahvemi içiyorum; pasajın hemen girişinde Baba Kahvemiz de var artık diye...Dün gece Aşk Ölsün oyununun dekorları, dekor kamyonuna yüklenip depoya gidene kadar orada kaldık, ne büyülü bir meslek...Çok değil az evvel dünyasına inandığımız bir oyun, çeşitli parçalar halinde depoya uyuklamaya giderken, biz hala Günay'la oyunu konuşuyorduk...

Evet, Murat İpek'in yazıp, Barış Dinçel'in yönettiği 'Aşk Ölsün' Baba Sahne'nin açılış oyunu....

Basit Bir Ev Kazası ile başlayan serüven devam ediyor anlayacağınız, hatta size bir müjde verebilirim sanırım, bu oyun hiç bitmiyor. (İlerde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız) Bitmesin.

Kırmızı koltuklarda oturan hemen hemen her kadına bir yerinden dokunan, canım Sumru Dinçel'in dediği gibi, bazılarına değen geçen, bazılarını da delen geçen bir oyun 'Aşk Ölsün'. Bu sefer tekst yok elimde hayır, almadım, size aklıma taht kuran yerlerden bende kalan şekliyle alıntılar yapmak istedim.

Sahnedeki Songül'ü hepimiz tanıyoruz. O yanlış yapma hakkını bile sonuna kadar kullanamayan, ancak önüne konan yanlışları yapan bir kadın. Onun hataları bile başkaları tarafından avuçlarına bırakılıyor, onun hatasını seçme şansı bile yok. Kimse ona bu şansı vermemiş, vermiyor.
 

Hayatına, Esenler otogarının bodrum katındaki tuvaletinde son vermeye kalkmasıyla başlatıyor hikayesini, gülme, hüzünlenme, ani burun sızlaması ve kalp kırılması arasında geçen saatleri sayamıyorsunuz çünkü oyun uçup gidiyor ellerinizin arasından. Geriye kalansa sürekli bir konuşma ihtiyacı, içinize içinize, içinizden, Songül'le. Ona ' seni anlıyorum, yalnız değilsin ' deme ihtiyacı kabarıp kabarıp duruyor yüreklerde. Bu kabarmaya engel olamayan seyirciler konuşuyor zaten.

O kadar tanıdık ve o kadar içten ki sahnede olan bitenler, oyun bittiğinde; seyirci için yeniden başlıyor. Bu kez kendi adımıza başlatıyoruz galiba oyunu. Kendimize, içimize, yalnızlığımıza bakarak; kendi hikayemizi başlatıyoruz, seyircisi de oluyoruz, varsa tabii böyle bir şeye cesaretimiz...

Yazdıkları basılsa, Murathan Mungan'ın kitap filan yazamayacağı Songül, bize hayatını açıyor.. :))))

Evet Günay'ın yaptığı tam olarak böyle bir şey. Açmak. Samimiyetle, yalansız, numarasız, bardağın içindeki su kadar şeffaf bir şekilde açıyor bize içini Günay, yani Songül. Yani Günay.....

O çok mutlu instagram, twitter, face, mace fotoğraflarımızdan giriyor, bizde olup onda olmayan her şeyden çıkıyor. Acaba gerçekten var mı bizde, bu bizde olduğunu zannettirdiğimiz o şeylerden, düşünmeli bunu bir :)

Çok sevmiş, hep sevmiş, bu kadar çok severse bir gün mutlaka sevilebilecek olma ihtimalini daha çok sevmiş olan bir kadın var gözlerimizin önünde...Onun, robottan farksız iş arkadaşları, selamlaşmadığı komşuları, onu hep aldatan sevgilileri var. Binmek istediği motorsikletler, çıkmak istediği uzun yollar var.

Kim bilir belki bir gün Hindistan'a (bile) gittiğinde, ya da neyse ne, (bu neyse ne'yi unutmayın sakın), unutmayacağı anıları var Songül'ün. O anlattıkça, biz de duyduklarımıza tanıklık ettikçe, insan düşünmeden edemiyor, sahi bu kadar mutlu insan varken, Allah'ın işi aslında kolay mı?

Yoksa Allah da en az yalnız Songül'ler kadar yalnız mı? Kendi yalnızlığını unutmak için mi bazılarımızı böyle kendiyle bırakıveriyor ortada? Oyunun burası bana fena dokundu, dün geceden beri düşünüp duruyorum bunu.

Sevilme ihtimalinin insanı nasıl kendinden çıkaracağını, kendinden çıktığın zamandan ne kadar uzaklaşabileceğini biliyorum. Geri dönmenin en güç olduğu ülke, insanın kendisi. Songül'ün ülkesinde aşina olduğum veya onunla ilk kez tanıklık ettiğim her şeyi çok sevdim Akademi'liler, Barış Dinçel'in yönettiği ilk oyun olması da benim için çok özel. Sahnede, Günay'ımız var, biz okula başladığımızda en büyük sınıf olan, Günay'ımız, turnelerden fırsat buldukça Baba Sahne'de oynayan 'Aşk Ölsün' ü kaçırmayın, ki ölmesin aşk... Çıkışta, Songül'ün nikah şekeri sepeti çarpacak gözünüze, Günay'ın her oyun öncesi elleriyle içlerine notlar yazdığı şekerlerden almayı unutmayın, içinde niyetler saklı...Elinize ilk gelen şekeri almayın, gerçekten niyetinizi hissedin, doğru çıktığını gördüğünüzde de bana bir mesaj atın...

Hikayenin devamını dört gözle bekliyoruz Songül, ay pardon Günay, ay çok pardon Songül :)

 

İkinci oyun mu? Şaka gibi ama onu da Baba Sahne'de seyrettim. Size yazamadığım hafta iki oyuna gittim dedim ya yazımın başında.

Bir Baba Hamlet heyyyy Allah, Kralı da katlet heyyyy Allah...

Ay pardon oyunun adı sadece 'Bir Baba Hamlet', ama oyunun adı; sahnede her geçtiğinde seyircinin de yapması gerekenler, söylemesi gerekenler var. Evet sevgili Akademi'liler bu oyun her ne kadar iki kişilik görünse de, aslında her gece yüzlerce kişiyle birlikte oynanıyor. Giderseniz oyuncu olacaksınız yani haberiniz olsun.

Aslında oyuncu olmayacaksınız da ne olacağınızı yazmıyorum şimdi ben size. Bu oyunu bizzat deneyimlemek gerekiyor çünkü.

Endişelenmeyin, olaylar kesinlikle ve de tam 400 küsur sene önce Daanimarka'da geçiyor, yani kaledeki nöbetçiler sizden bir şeyler rica ettiğinde gönül rahatlığıyla duruma katılabilir, sesinizi istediğiniz kadar gür çıkarabilirsiniz çünkü siz katıldığınızda olacak olan her şey, Daaanimarka'da olacak, hayır yanlış yazmıyorum bu Danimarka'da birden fazla 'a' var evet.

Emrah Eren'in yönettiği, nedense Baba Sahne'ye her gidişimde karşılaştığım Emrah'ın:) yönettiği oyunda, Şevket Çoruh ve Murat Akkoyunlu oynuyor.

Hamlet'i bilmeyeniniz yoktur, o koskoca oyun bu sefer iki kişi tarafından oynanıyor. E o kadar kişiyle oynamak kolay, önemli olan iki kişiyle oynamak zaten :)))

Enerji topları bir saniye bile yere düşmeyen Şevket ve Murat, kılıktan kılığa giriyorlar, bu dünyanın en meşhur masalında...

Shakespeare izleseydi, oyununda Karagöz ile Hacivat'ı gördüğünde ne hissederdi çok merak ediyorum, ben kendi adıma o kadar mutlu oldum ki onun da benim gibi hissedeceğini düşünüyorum...

Öyle seyirciyi koltuğunda rahat bırakan oyunlardan biri değil bu Baba Hamlet. Mesela kralın adı geçince söylemeniz gerekenler var, kraliçenin adı geçince söylemeniz gerekenler var, şarlatanın tekinin adı geçince de söylemeniz gerekenler var.

İlk denemelerde genellikle pek de cesaretli olamayan kırmızı koltuklar, sonra olayların kesinlikle Daaanimarka'da geçtiğini hatırlayınca bülbül kesiliyorlar, yani kesiliyoruz.

Seyirciyi oyunun bir parçası kılan oyunlara çok alışkın biri olarak diyebilirim ki böylesini sanırım daha önce yaşamadınız. Böylesine kimse cesaret edemedi galiba.

Gittiğinizde özellikle birinci perde finalinde beni hatırlayın, kralın balkon konuşmasında, ama Daaaanimarka'daki balkonda...

Murat Akkoyunlu'dan bir kere oynamak üzere bütün rollerini istedim ama o kadar ciddi bir para talep etti ki şimdi biraz çalışmaya gidiyorum ben, para biriktirip en azından Ofelya'yı oynadığı sahneyi satın almaya çalışacağım, yoksa mezarcıyı mı alsam bilemedim bak şimdi...

Size yüzyıllar öncesinden bir alıntı yapmak istiyorum; bu iki oyunu izlemeden aşağıdaki satırları okuyun istiyorum...

Hepimizin ama en çok da Ceren'imin (Erginsoy) Shakespeare'inin sihirsiz, dolambaçsız, süssüz satırlarına bakın şimdi...
 

''.............Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?

Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, sevgisinin kepaze edilmesine;

kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine

kötülere kul olmasına iyi insanın

Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister bütün bunlara katlanmak?

Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek.....

Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa

O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya ürkütmese yüreğini?

Bilmediğimiz belalara atılmaktansa çektiklerine razı etmese insanları?

BİLİNÇ BÖYLE KORKAK EDİYOR HEPİMİZİ.

Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini.

Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar yollarını değiştirip bu yüzden, bir iş; bir eylem olma gücünü yitiriyorlar...................''


Bilincimizin bizi cesur kılacağı günleri birlikte görmek dileğiyle, hepinize soluksuz ve iyi seyirler Akademi'liler...

Ben, bu aralar biraz eve kapanıp, kitabımın son satırlarını yazacağım, çok yakında her zamanki gibi görüşmek dileğiyle...

Sevinç.

 

 


Herkes bilsin