Menu
13 Mayıs 2017

‘Sırça fanus’da iki kadın

Reyhan Karaarslan

"Tüm anlar köpeksi bir zamana, düşkün bir kımıltısızlığa, aydınlığa dönüşüyor, geride kalmanın tiksinç yalnızlığına!" Nilgün Marmara

“Oturduğum yerden bakınca, dünyanın tek bir şey tarafından yönetildiğini görüyorum. Köpek suratlı, iblis suratlı, kocakarı suratlı, orospu suratlı bir panik; suratı filan olmayan büyük bir panik…” Sylvia Plath

 

Nilgün Marmara adını ilk ölüm şekliyle duymuştum. 29 yaşında, beşinci kattaki evinin penceresinden kendini boşluğa bırakmış, tercihini yaşamdan değil ölümden yana kullanmıştı.

Nilgün Marmara üzerine düşünüp, onun yazdıklarını okuyup yolumun bir başka yazar ve şaire, Sylvia Plath’e çıkmaması ise mümkün değildi. Nilgün Marmara, Sylvia Plath hayranıydı ve Üniversite mezuniyet tezini de Sylvia Plath üzerine yazmıştı. Yazmış olduğu bu tez ölümünden sonra “Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi” adı altında yayımlanmıştı. Her iki şair’in gerek şiirleri gerek ise ölümleri arasında benzerlikler vardı. Hatta bana kalırsa güzellikleri bile benzerdi. Karşımda birbirinin aynı iki ruh…

Nilgün Marmara’yı anlayabilmek için önce Sylvia Plath’ın günlüklerinden işe başlamalıydım. İlk şiirini sekiz yaşında yazmıştı Plath. Başarılı bir öğrenciydi. En büyük arzusu iyi bir şair ve yazar olabilmekti.

“Benim hayatımın amacı ne ve onunla ne halt edeceğim? Bilmiyorum ve korkuyorum. Asla istediğim bütün kitapları okuyamayacağım; olmak istediğim bütün insanlar olamayacağım ve yaşamak istediğim bütün hayatları yaşayamayacağım. Kendimi istediğim bütün becerileri edinecek kadar eğitemeyeceğim.”

Ünlü olmayı, bir roman yazmayı ve yazdıklarının edebiyat çevrelerince kabul görmesini istiyordu. Bu isteğine kavuşmak içinde sürekli çalışıyor, dergilere gönderdiği şiirleri reddedilse bile pes etmiyordu. “Mükemmel olma” arzusundaydı. Manik depresifti. Ruhsal olarak yaşadığı çalkantıdan sadece yazarak kurtulabiliyordu.

“Yazmak istiyorum çünkü hayatın aktarımı ve izahını sağlayan yollardan birinde öne çıkma isteği duyuyorum. Yalnızca yaşamak gibi muazzam bir işle tatmin olamam.”

Yazmak, Plath’ı yaşama bağlayan tek şeydi. Yazdığı sürece mutlu olabiliyordu. En büyük hayali ise bir roman yazabilmekti. Nilgün Marmara tezinde, Sylvia Plath’ın bu roman yazabilme tutkusunun nedeni olarak, Plath’ın evrende onaylanmak ve kendini gerçekleştirebilmek için kurgulanmış biçimsel düzenlere sahip, bütünlüğü olan bir eser yaratma isteğini görür. Parçalanmış bir benliğe sahip olup bütünlüklü bir eser yaratmak… Belki de böylece parçalara ayrılan dünyasını birleştirebilecekti.

“Benim dünyam dağılıyor, parçalarına ayrılıyor, merkez hiçbir şeyi bir arada tutamıyor. Birleştirici bir güç yok, yalnızca çıplak korku, kendini koruma dürtüsü.”

“Bir öykü, bir roman yazmayı, hislerimden bir şeyler ortaya çıkarmayı bir becerebilsem, bu kadar çaresiz hissetmezdim. Yazmak bir çıkış yolu değilse, başka nedir.”

Plath, şair Ted Hughes ile evlendikten sonra üretkenliğinin azalmaya başladığını hisseder. Dergilere gönderdiği şiirlerinin kabul edilmemesi ile üzülürken, kocasının şiirlerinin dergilerce kabul edilmesinin mutluluğunu yaşamaya çalışır. Bir süre sonra kocasının gölgesinde kalan, yemek yapan, evi toplayan, onun eve gelişini bekleyen bir kadına dönüşmeye başlar.

“Onunkinden ayrı bir hayatım yok, gitgide yalnızca bir aksesuar haline gelebilirim.”

Mutsuzluğunu yazarak sağaltmaya çalışır. Çoğu zaman da yazdıklarının beğenilmeyeceği, reddedileceği korkusu ile yazmaz, yazamaz.

“Yazmamamın sebebiyse yazmamanın reddedilmekten daha güvenli olması… Böylece kendimi tehlikeye atma imkânı vermemiş oluyorum.”

Yaratıcı bir zihne ve bedene sahip olmak ister. Yaratıcı bir zihin olmadan yaratıcı bir bedenin Plath için anlamı yoktur. Çünkü zihin, bedenin zengin toprağındaki kökler ile beslenir.

“Bir Tanrı kendi nefesini her şeye üfler. Dene: bir sandalye ol, bir diş fırçası, bir kahve kavanozu; içten dışa: hissederek öğren.”

Plath, tedavi gördüğü ve bir türlü iyileşemediği hastalığının teşhisini “hüzün hastalığı” olarak koymuştu. O yakalandığı bu “hüzün” hastalığından kurtulamıyor, kıskançlıkları, hayal kırıklıkları hastalığını daha da ilerletiyordu. En büyük hayali olan romanını, “Sırça Fanus” u, yazmış ancak beklediği ilgiyi görmemişti.

Tüm yaşadığı ıstırapların nedeni olarak annesini görüyor, babasının ölümünden annesini sorumlu tutuyordu. Günlüklerinde annesini öldürmek istediği için kendini öldürmek istediğini yazıyordu. Kendini öldürerek dünyayı da annesini de yok etmek istiyordu. Ölüm özgür olmak, tüm sorumluluklardan kaçıp ana rahmine dönmek demekti.

 “Oturduğum yerden bakınca, dünyanın tek bir şey tarafından yönetildiğini görüyorum. Köpek suratlı, iblis suratlı, kocakarı suratlı, orospu suratlı bir panik; suratı filan olmayan büyük bir panik…”

Nilgün Marmara, tezinde Plath için en büyük paniğin kendi yüzü olduğunu ve onu silmek için kendini yok etmek istediğini yazar. Bu panik duygusu Marmara’nın günlüklerinin toplandığı, ölümünden sonra yayımlanan “Kırmızı Kahverengi Defter”de de karşıma çıktı.

“Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer… Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kapatıp, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.”

İki şair’in duyguları ve yazdıkları benzerdi. Nilgün Marmara bu benzerliği keşfetmiş, kendini Plath’ın yazdıklarında bulmuştu. Onun, hangi duygular ile nasıl yazdığını, kendi kaleme almışçasına biliyordu.

Plath üzerine yazdığı lisans tezinde Nilgün Marmara’nın sesini duyuyordum. Plath’ın değil sanki kendi dünyasının kapılarını aralıyordu bana.

“Sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap bir benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır.

Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.

Sartre’a göre “intihar dünyada var olmanın bir başka yoludur” çünkü kişi bir eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına vararak, varlığının tanımını hiçlikle yapar.”

Şiirlerinin teması ölümdü. Ölüm, tıpkı Plath gibi Marmara için de özgürlük demekti. Var olmanın ispatı ise yok olabilmekteydi.

“Sonsuz tiksintin her yalımın canavarlığına güç ekliyordu; benim yanarak özgürleşecek sınırlarıma ise meleksilik.”

Nilgün Marmara’nın şiirlerinde imgeler ile inşa edilen dünya bize ölümü, hayatın yıpratan, acıtan yanlarını gösteriyor. Çoğu zaman karanlıkta kaybolduğumuzu hissediyoruz şiirlerinde. Çocuk dünyasının masumluğunu özleyip, bizi yanıltan, her şeyi olduğundan farklı gösteren, değiştiren aydınlıktan onunla birlikte nefret ediyoruz.

“Ey tiksinç Aydınlık! Kusuluyor senin için, bil!”

Kendi sırça fanuslarını kıran iki kadın şair… İki büyük yetenek… Erkeklerin dünyasında paylarına düşen yalnızlığa, dayatılan ikinci sınıflığa itiraz eden iki ruh arkadaşı…

Hayatlarının kapılarını şiirleri gibi hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir keskinlikle kapatmışlardı. Sırça fanuslar kırılmıştı. Artık özgürdüler.

“Azımsanmayacak kadar ölmüşüm!

Azımsanamayacak denli ölüyüm!

Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını-geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarında seviniyorlar canlıyız diye.”

 

 


Herkes bilsin