Menu
25 Mayıs 2017

Feminist? Toplumu Gerçekçi? Marksist? Hangisi Suat Derviş?

Selnur Aysever

Suat Derviş bir komünist yazar olarak örgütlü toplumun önemini, yoksulun, ezilenin, işçinin ve emekçilerin bir arada hareket etmesinin tek kurtuluşu olduğunu romanlarında, propaganda yapmadan anlatmaktadır. Olaylar o kadar zekice örülmüştür ki; karakterin en çaresiz hissettiği an, okurun da kendi yaşamını düşünmesini sağlar. Umutsuzluğa izin vermez yazar ve örgütlü topluma işaret eder.

 

“Ben muharririm… O unvan benim yegâne servetim, biricik iftiharım ve ekmeğimdir” der, yazar Suat Derviş. Bu sözü, “TKP’nin Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak” tanıtılmasından sonra söylemiştir. Asıl adı Hatice Saadet olan Suat Derviş, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Marksist bir yazar olarak yaşama veda etmiştir. Romanları, eleştirileri, şiirleri ve gazeteciyken yapmış olduğu cesur röportajları ile ardında pek çok türde eser bırakmıştır.

Suat Derviş’le ilgili o kadar çok ilk ve önemli konu var ki… 1936 yılında, Montrö Konferansı’nı izlemek için yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olması mıdır önemli olan; yoksa, Türkçeden Fransızcaya eserleri ilk çevrilen yazarlardan olması mı? Balzac ve Gorki ile kıyaslanması mıdır önemli olan; yoksa Nâzım Hikmet’in cevap alamadığı aşığı olması mı?

 

Feministlerin Suat Derviş’i başka, Marksistlerin başka…

Suat Derviş’in romanlarında cesur, dik başlı, toplumun dayattığı ahlak ve namus kavramlarını sorgulayan kadınlar ana karakter olarak yer alır. Buradan hareketle Suat Derviş’i feminist yazar olarak nitelendirmek mümkün müdür?

‘Çılgın Gibi’ romanında hayatın içinde olmamış, yaşama seyirci kalmış bir kadınla tanışırız önce. Celile, evli olmasına rağmen başka bir adama âşık olur. Aleni bir şekilde aşkını yaşamaktan geri durmaz. Celile’ye göre namussuzluk demek, aşkı yalanlarla yaşamak demektir.  Kocasından başka bir adamı sevdiğini gizlemiş olmayı, en büyük aldatma olarak görmektedir. Bu elbette döneme göre ileri bir ahlak anlayışına sahip olduğunu gösterir. Celile’nin âşık olduğu Muhsin’in düşünce dünyası ise toplumun kadına bakışını anlatır. Zenginliğinden kaynaklı gücü, Celile’nin kocası Ahmet dahil pek çok kişiyi dize getirir. Toplum nezdinde saygın biridir ve namuslu(!) bir camia insanıdır Muhsin. Vekil adayı olma yolunda hızla ilerlemektedir. Celile’ye âşık olması, duygu dünyasını altüst eder. Ondan vazgeçmez; ama Celile, evliyken kendisiyle ilişki yaşadığı için de onunla evlenmez. Celile, kocasını terk ettikten sonra bile onunla aynı evde yaşamaz. Romanı okurken, tam da burada itiraz edip, Celile’nin Muhsin’i terk etmesini bekliyordum. Ama son böyle olmadı. Tabii bugünün koşullarında kazanılmış haklarla bunu söylemek kolay geliyor. Ancak aşkını tutkulu yaşayan bir kadın roman kahramanının kaderine boyun eğdiğini görmek, okurda düş kırıklığına neden oluyor. Değinmeden geçmek olmaz; Celile kocasını aldatıyor. Çünkü Ahmet, para hırsı yüzünden karısına çok âşık olmasına rağmen ondan uzaklaşıyor. Bu da gelişmekte olan kapitalizmin, toplumsal ilişkilerdeki ve aile ilişkilerindeki değişimini ortaya koyuyor.

 

Peki, Suat Derviş toplumsal gerçekçi bir yazar mıdır?

Ezilmiş, yoksul, kıyıda kalmış insanlarıyla sınıf bilincini gözler önüne seren Derviş için Marksist yazar mı demeliyiz?

Kuşkusuz evet. Çünkü Suat Derviş’in edebiyatında yadsınamayacak eşik, Sovyetler Birliği ziyaretidir. Kurtuluş Savaşı sonrası kapitalistleşme yolunda ilerleyen Türkiye’de değişen insanı, ortaya çıkmaya başlayan sınıfı anlatmaya başlar bu ziyaretten sonra. Bunun en iyi örneklerini Fosforlu Cevriye ve Ankara Mahpusu’nda görürüz.

“Sen bir sene mahpushanede kaldın Cevriyem. Buraları değişti. Şimdi misafirlerin gustosu değişti. Herif Hacı Ağa, ta cehennemin bucacık yerinden geloor, ama yekten, Amerikan viskisi, cinfis, minfis istor.”[1] der Sümbül Dudu, Fosforlu Cevriye’ye.

Fosforlu Cevriye ve Ankara Mahpusu, Suat Derviş’in komünist olduktan sonra yazdığı romanlardır. Ankara Mahpusu’nda Vasfi’nin sokakta yaşamaya başladıktan sonra hayal mi gerçek mi olduğu bilinmeyen kadınla konuşması da Marksist dilin izlerini taşır.

“Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz, ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz”[2]

Yazarın, umuda ve mutluluğa ilk kez bu romanla göz kırptığı söyleniyor arka kapak yazısında. Romanın sonu da boyun eğmemenin, sınıfsal bilinçle ve umutla mücadelenin resmi oluyor adeta.

“Hürriyet insana insanlık vekarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin hepsini birden ve bir arada vermezse, ona hürriyet denilemez…hayatın ihtiyaçları ile tezat halindeyse, eğer sizi en meşru ihtiyaçlarınızın kölesi yapmıyorsa, bilakis etrafınızdaki kimselerle tam bir ahenk içinde yaşamanızı mümkün kılıyorsa, o zaman size mutluluk getirir” diyor Ankara Mahpusu’nda hayal gibi görünen siyah bereli kadın.

Ankara Mahpusu 1957’de ilk kez Fransa’da, 1968’de Türkiye’de yayımlanır. 1968 yılının dünya ve Türkiye tarihinde oldukça önemli bir yeri vardır. 68 Kuşağı, devrimci liderlerin yetiştiği kuşağa verilen addır.  Üniversite öğrencilerinin, işçilerin kapitalizme karşı eylemlerinin dalga dalga dünyaya yayıldığı yıldır 68. Vietnam Savaşı’na duyulan öfke, Fransa’daki üniversite öğrencilerinin önderlik ettiği ve 1 milyon kişinin katıldığı genel grev ve eylem, Türkiye’de 6.filonun denize dökülmesi gibi pek çok olay bu yıl yaşanmıştır.  Ankara Mahpusu’na da biraz da bu gözle bakmak gerekir.

Suat Derviş komünist bir yazar olarak, her daim döneminin ilerisinde bir yazar olmuştur. Romanlarının çoğunda, yan karakterler üzerinden tanrı inancını sorgulamaya açmış, kaderciliğe, tevekkül eden insana itiraz etmiştir.

“- Allah büyüktür, diyordu. Her kulunun gıdasını bir yere koyar. Benim rızkımı da çöplerin arasında bırakıyordu.

-Sizin gıdanızı, o kadar sevdiğiniz Allah size daha temiz bir şekilde veremez miydi acaba?”[3] sözleri, Fosforlu Cevriye’nin devrimci olduğunu bilmediği gizemli genç âşığıyla arasında geçen konuşmasıdır.

“Büyüklüğünü, kudretini göstermek için bir ananın gözyaşlarına ne ihtiyacın var?” diye sorar Seza, Hiç isimli romanda, hastalıktan ölen oğlunun ardından… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Yazar, kapitalizme eklemlenmiş insanı acımasızca eleştirmiş, insani tüm değerlerini yitirmiş kadın-erkek portrelerini ustalıkla çizmiştir. Ankara Mahpusu’ndaki Zeynep, Çılgın Gibi’deki Ahmet gibi…

1934’te Çılgın Gibi’yi yazan Derviş, cumhuriyetin ilk yıllarında yazılmış bir romandır. Henüz emekleme aşamasındaki kapitalizmle değişmeye, dönüşmeye başlayan insanı en yalın haliyle yazmıştır. İthaki Yayınları’ndan çıkan baskısında Ercan Kesal romanın önsözünde şöyle diyor: “Kitap bilindik ve tahmin edilebilir şekilde ilerlerken alttan alta onu farklı ve biricik kılan şeyi fark etmeye başlıyorsunuz. Çılgın Gibi’deki aşk kavramı, hiç de öyle çabucak tüketilip adı konulabilecek bir kavram değil.” Yazar, duyguların da insanlığın da ‘tüketilmesine’ şiddetle ve her dönemde karşı durmuştur.

“İnsan kendi kendine kıyan, kendi başını kendi yiyen insan… paraya tapan, paraya canını veren, paraya Azrail’i utandıracak merhametsizlikler yapan insan budalalığı, menfaatlerini çiğneyen şuursuzluğu içinde ne müthiş bir mahluk!” diye tanımladığı insanı Hiç romanında anlatmıştır. Derviş’in tarif ettiği ‘insan’a bugün neredeyse rastlamamak mümkün değil… 1939 yılında romanın yazıldığını göz önünde bulunduracak olursak, Suat Derviş’in ileriyi görebilen ve çağına doğru tanıklık edebilen bir yazar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Suat Derviş bir komünist yazar olarak örgütlü toplumun önemini, yoksulun, ezilenin, işçinin ve emekçilerin bir arada hareket etmesinin tek kurtuluşu olduğunu romanlarında, propaganda yapmadan anlatmaktadır. Olaylar o kadar zekice örülmüştür ki; karakterin en çaresiz hissettiği an, okurun da kendi yaşamını düşünmesini sağlar. Umutsuzluğa izin vermez yazar ve örgütlü topluma işaret eder.

“Uyanınız, kendinize geliniz. Bütün afetleri, hastalıklarıyla size düşman bir tabiatın karşısında birleşelim. Bir olalım, bir olarak yapayalnız, tek başımıza, tek olarak onun karşısında kaldıkça, o bizi daha kolaylıkla, daha kolay ezecektir.”[4]

Hiç romanındaki bu satırların hemen öncesinde ‘hayatı parayla mübadele’ eden düzene isyan olduğunu belirtmek, örgütlü toplum davetini anlamaya yardımcı olacaktır.

Suat Derviş’in adıyla bile yazamadığını, Türk edebiyatında hak ettiği yerde olmadığını göz ardı etmemek gerekiyor. Toplumun her yerine nüfuz etmiş erkek egemenliğinin edebiyat dünyasındaki yansıması gibidir adeta. Romanlarındaki kadınlar, toplumun ahlak kurallarını darmadağın eder. Suat Derviş’in özellikle feministler tarafından sahiplenilmesinde bu kadın kahramanların etkisi vardır. 2013 yılında Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde “3. Kadın Yazarlar Sempozyumu: Suat Derviş Edebiyatı” sempozyumu düzenlenmiş ve çok yönlü irdelenmiş. Oturumlardan birinde Prof. Dr. Fatmagül Berktay şöyle söyler:

“Suat Derviş, kişiliği ve yazarlığıyla, edebiyat tarihimiz ve sosyalist geleneğimiz kadar, kadınların tarihi açısından da önemli. Ama bence en harikulade yanı, kadınların yıldızları özgürce seyretme hakkını sonuna dek savunması ve bu hakkı Cevriye’nin kişiliğinde alabildiğine sıcak bir şekilde somutlaştırması”         

Fosforlu Cevriye’den hareketle kadının özgürleşmesinden söz ederken, kanımca şu nokta gözden kaçmaktadır. Suat Derviş herkesin, koşulsuz, eşit ve özgürce gökyüzünü seyretmesinin peşinde bir yazardır.

Sosyalist bir dünyayı inşa etmek için mücadeleye baş koymuş, devrimin gerçekliğine ve güncelliğine inanmış her komünist gibi kendisine düşen görev ne ise onu yapmaktan kaçmamıştır. Bunun için de bedel ödemiştir. Suat Derviş de insanlık tarihinde aydınlanmadan, eşitlikten, bir kişinin değil insanlığın özgürlüğünden ve mutluluğundan yana olan her aydın gibi bunun bedelini de ödemiştir. Bu nedenledir ki;

Suat Derviş, toplumcu gerçekçi ve Marksist bir yazardır.

 

 

[1] Fosforlu Cevriye, İthaki Yayınları, 2013

[2] Ankara Mahpusu, İthaki Yayınları, 2013

[3] Fosforlu Cevriye, İthaki Yayınları, 2013

[4] Hiç, İthaki Yayınları, 2013

 


Herkes bilsin