Menu
25 Mayıs 2017

Şiirli Bahçe - VII

Feridun Benden

Feridun Benden

Başını kaldırdı, gözleri uzakları tarayan, Nympeler’in özlem dolu şarkılarıyla gönlünü hoş eden, KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS’la karşılaştı...

 

Kur’Ağaç, dekanı uğurladıktan sonra, bazı bitirimhaneleri dolaştı; kafasına uygun yarenlik edecek ustaları boşuna aradı; bitirim başı:

“Üstat(!) hafta içi buralara düşmezler; evlerde toplanırlar, ülkenin tepesine inen yumruğu, sessiz harflerle konuşurlar…”

“Haklısın: ‘Aydınları korkak olan ülkelerin, zalimleri cüretkâr olur!’ seslilerin yolu SİLİVRİ midir(?) diyorsun!”

“Eh öyle de denebilir!”

Dilinde Namık Kemal’in:

“Bais-i şekva bize hüzn-i umûmîdir Kemâl/Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına” dizeleri; ‘hep böyle mi(?) olacak’ umutsuzluğunu sırtlayarak, sallana sallana yokuş yukarı vurdu…

Her adımda ‘TELGRAFHANE’ yazıcısının aruzu andırır, kısa uzun vuruşlarını, hangi şiirimde(?) kullansam diye düşünmeye başladı:

“Uyuyamayacaksın/Memleketinin hali/Seni seslerle uyandıracak/Oturup yazacaksın/Çünkü sen artık o sen değilsin/Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin…”

Ardından, ‘Herhangi bir amaca ulaşmak için bir kez eğilen insan, yaşam boyu herkesin önünde eğilmeye mahkûmdur.’ tümcesi fırladı bidonundan.

Gözlerinde yaşlarla, girişte bekleyen Süleyman Seba ile karşılaştı:

“Allah sonumuzu hay’reyleye, Beşiktaş-Fenerbahçe, 0-0!” ünlemesiyle selamladı, onu; “erkencisin Kur’Ağaç!” dedi.

“Öyle oldu Seba, bu gece, Kemâl’in hüznüne şifa bulacak dertliler, evlerindeki içki masalarında sohbeti tercih etmişler!”

“Bak, aklıma ne geldi(?) edebiyattan pek anlamasam da buradaki ustalardan feyz aldığım da yabana atılamaz hani(!) aynı mekânı paylaşmak, toprağın, ağacın ve yeşilin kokusunu koklamak, kuşların cıvıltısını işitmek, Adaların ardında kaybolan Dolunayı seyretmek, gün doğumundaki puslu renklerle uyanmak bulaştırıyor insanı, onlara ya; Anday’a ait: ‘İstersem çaresini, istemezsem bahanesini bulurum… Sıkıntı yok!..’deyişi.

Neyzen, yaklaşan Kur’Ağaç’ı görünce, geceyi yırtan Hüseyni doğaçlamasını kesti; Ney’iyle işaret ederek: ”Bilir misin(?)’Gözler kendilerine, kulaklar başkalarına inanırlar.’ Alman Atasözü’nü

‘Kapı ve duvar dinleyen kendi ayıbını duyar!’ diye karşılığı da var, dersini alana.

“Bok yetiştirmekte üstüne yok(!) hadi dinlen biraz, bülbüllerin yine şirretleşti sensizlikten!”

İki güzel hayvan, gözlerinde ipildeyen damlacıkları, sevgiliyi öperce gagalarıyla yudumladılar ve Kur’Ağaç’ın o güne değin erkeğinden duymadığı siyasi tutuklu Cavaradossi’nin ‘E lucevan le stelle’ ve yıldızlar parlamaktaydı şarkısı, Fetö’ce aldatılmış  Tosca’nın, sevgilisini hayata döndüreceği kumpasına inancını, anlatmağa başladı!!!Kur’Ağaç’ın derinliklerinden, Ludvig Van Beethoven’ın biricik operası Fidelio’nun ‘Mahkûmlar Korosu’ ses verdi!

Meraklısı için: Tosca’yı baştan sona dinlesin; kızgınlığın, kuşkunun, korkunun, kinin ve intikamın nereye varacağını; dört bölüm, tekmili birden, izlesin(…)var ise vakti; Fidelio’yu es geçmesin diyor, Kur’Ağaç!

Anımsadı, otuz iki kısım, ‘demir adam’(!) filmlerini…

Darülbedâyi-i Osmanî sanatkârları: Cemal Sahir ve Muhsin Ertuğrul ekiplerinin, Arap’ın İntikamı, Hamlet, v.b temsillerin oynandığı, Direkler Arası, Ferah Tiyatrosu’ndan sinema salonuna dönüştürülmüş beyaz perdesinde seyredişini…

                         ***

Yine öğle sularında uyandı; kalktı, dışarı çıktı gövdesinden, RAHATI KAÇAN AĞAÇ’a kolay gelsin, ne var ne yok diye seslendi…

“Bütün dostlarım; yol, köprü, hava alanı, maden sahası, HES uğruna uzaklaşıyorlar doğadan(…) benim için söylenen şu dizeler unutuldu:

“…Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsimi, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı.//Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/

‘Bütün kitapları okudum, yaprakları hamurum! Kaçmadı rahatım! Versin kör cahile onu!’

/Bir öğrene görsün aşkı/

‘Tüm aşkları bilirim; kalemi, kuru dalım!’

Ağacı o vakit seyredin./”

‘Seyredemeyecekler, kaybederlerse seni, çizemeyecekler üzerine, sevda oklarıyla kanatılmış yüreği; söyleyemeyecekler, adları yazılı, tahta masalarda, şarkıları…

“Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap./Gecelerden bir gece bezginiz./Üstelik adamakıllı sarhoşuz;/Ellerin ellerimde..//İspanyol Meyhanesinde bir kadın/Çığlık çığlığa şarkı söylüyor./Belli yıkılmış bir kadın./Hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı./Sesi bir tokat gibi patlıyor kulaklarımızda;/Yüzümüz al al oluyor./İçimiz hüzün dolu, kahır dolu,/Gözlerimiz kanlı…

Sözlerin yığılışı, şiir sayılmasa bile, Oğuzcan’ın dizeleri, Timur’un notaları anlatacaktır yalnızlığın doğasız bahçelerini! Çok değil yüzyılın sonu, yıkılışı olacaktır, önünü görmeyen tufeylilerin!

Kur’Ağaç, en çok, üşümüş, yalnız bırakılmış, yaşlı, çirkince kadını anlatan dizeleri sevdi; müziğin o, iç burkan nağmelerinde…

Parkın üst başına yürüdü. Niyeti, boğazın döl-yatağından doğan Marmara’yı seyretmekti ‘GÖÇEBE DENİZİN ÜSTÜNDE’; türleri tükenmiş uskumruları, levrekleri, renkleri kızıl alevleri andıran kiloluk mercanları, tepsi büyüklüğünde karagözleri ve önceden görüp şimdi ruhlarına Fatiha okunmuş kalkanları, kılıçları düşünerek…

Sonra, aklına şu iki dize geldi:

“GÖÇEBE DENİZİN ÜSTÜNDE. Farkında değiliz./Taşın sesi insan sesine benziyor.”

Başını kaldırdı, gözleri uzakları tarayan, Nympeler’in özlem dolu şarkılarıyla gönlünü hoş eden, KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS’la karşılaştı.

“Sözlerim varsa/Var demeksin”

Etrafına bakındı, sesin nereden geldiğini anlamağa çalıştı:

“…Saat kaç, kim bu başucumdaki?/ Kim ölçüyor, soran kim, neye göre?”

“Peki, sen ne dersin?”

Kafasını iki yana salladı, karşısında garip bakışlarla onu süzen sorgucuya…

“Ama bu soru Thebe (Tebai) kentine giren Oidupus’a sorulmadı, kan içici Sfenks tarafından!”

“…Olumsuz bir tanımdır gökyüzü/Boyuna ilkel ve matematiksiz/Sıkar durur tanrıları boş yere…”

“Peki, sen ne dersin?”

“Ölüm Prensesi, Trandot bunların yanıtını aramıyordu ki!”

‘Sırça saraylar halkın cahilliğinden yapılır. O saraylarda kendisini kral( kızlarını da prenses)sananların varlığı, o ülkelerde köle olmayı seçen insanların eseridir…’

“Peki, sen ne dersin(?) ne dersin (?) ne dersin(?)…

“Yav usta! Arlezyen Suitçe aynı cümleyi tekrarlıyorsun, şiddeti ve hızını artırarak!!!

Bak söylemedi deme, ‘GÜNEŞTE’ sorduğun sorunun sahibi, Derviş’in sonunu anlattırma bana…

Kazancakis’in İsa’yı canlandıran seçilmişinin, inançlı Hıristiyanlarca kilisede katlediliş hikâyesini, bizde de aynı masalın mihrap önünde gerçekleştirilmesini…

önceki, gelenek üzerine kurgulanmış romandı; bizdeki rant meyvesinin yenmesi noktasında tezahür etmişti ya; ama kimse kovulmadı cennetinden cehennemine!..”

“Bir gün ışığa döner yaprak,/Üzümler kızarır kütükte,”

Bak, Kur’Ağaç nasıl çevirmiş, Odisseus üzerine yazılmış, uzun destanın dörtlüsünü Kazancakis’den;

“Üzüm salkımları arasına bırak seren direği,/Avare çocuk, şimdi dönüşün şarkısını dinle,/Özlem dolu yüreğin ışıkla dolu, gözyaşların kurumuş,/Aklın ötücü kuşu, hayat ve ölüm için şarkılar.”

“Okuyucuya ne bırakmış(?) şiirde(!)daha fazla çalışmalıydı çeviri üzerine. Valéry: ‘Çağdaş şiir düzyazıya çevrilemeyen sözdür.’der.”

“Şunları da; (Şiir yazmak: “Bütün uğraşların en masumu”, “şiir, gürültüden müziğe geçmektir”, “Şiir, sırrın dilidir”, “Şiir, kanatlı sözdür”, “Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır”, ”Ozan, esin alandan çok, esin verendir.”, “Halk, bir ozanı, ancak yanlış anladığı için sever”)dili olanlar söylüyor işte…

Yav usta ellili yıllardaki lise eğitiminde, Kur’Ağaç birkaç kez çift dikiş gitmiştir, kot pantolon misali(!), düzyazıya çevirememişse Fuzulî’yi, Baki’yi, Nef’î’yi, Ruhî-i Bâğdâdi’yi; Nihat Sami Banarlı’nın Edebiyat ders kitabından, nah(!) üst sınıfa atlardı hani, Sen Osmanlıca’yı öğrenmişsin çocukluğunda; o, mecburen yirmisinden sonra Edebiyat Fakültesi’nde!”

“İsterdim, Elytis’çe oynasaydı sözcüklerle?”

“Haklısın…

Dediğin doğruya benziyor: ‘Kullandığı sözcüklerle söylenmeyeni anlatmak olmalıydı.’ Tatlı tatlı anlattığın bir yerde, Herakletios, Hesiodos için: “Bir şeyler bilmez, geceyle gündüzün aynı olduğunu da bilmez” diyormuş…

Seni okumak zor usta: Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu ikilisinin Teogonia çevirisinde, önsözün başlangıcında, Hesiodos’u küçümseyen Azra’nın, ortalara doğru onu yücelttiğini söylüyorsun, ufak da olsa, bit yeniğinin izini sürüyorsun!

Ama Elytis; Kur’Ağaç’ı, Rum arkadaşıyla çok yormuştu; onun ‘Marina’sında oturup kafayı çekmişlerdi; VEE:

“Fırtına tadı var dudaklarında-nerede dolaştın?/Acımasız düşlerinde gün boyu, deniz ve kayanın,/Çıplak koydu saldırgan bir rüzgâr tepeleri/Soydu bıraktı iliklerine dek özlemini/Ve gözbebeklerin aldı haberini korkulu düşlerin/Köpükle çizerek anıyı…”

Çevirirken seni anmışlar ‘TEKNENİN ÖLÜMÜ’ndeki:

“Ruh şarabı gördü, üzümden önce” dizesiyle.”

“Arkadaşıyla çevirdiğinin devamı olmalı, daha önce görmesem ve okumasam bile, şiiri duyuyorum!”

“Anlıyorum seni:

“Ey doğa, büyük doğa, sağır kral!/Tasında mermer yaz yağmuru,/Kesik bacağında güneş halhal/Çağırıyorsun eski bahçene çocukluğu…”

diyorsun, sözcüklerle eğleşerek!

Yoksa;

“Elbette diner bu sağanak,/Kaybolur içimdeki ukde”

mi(?) daha çok sende ki!”

Aklıma geldi, senin de vardır: ‘Archibald Mac Leish: İspanyol Ölüsü, Langston Hughes; Bir Zenci Kızın Türküsü, William Butler Yeats; Innisfree’deki Gül Adası, Wystan Hugh Auden; Kanun (…) sayayım mı(?) daha!

“Yeter artık, okuyucuları karabasana düşürmeğe hakkın yok(!)beni dillendirerek!”

“Ama bir tanesi vark ki(!?)”

“Edgar Allen Poe’nun; sevdiği, tutuştuğu Elmira Royster için…”

“Senelerce senelerce evveldi./Bir deniz ülkesinde/Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz/İsmi Annabel Lee,/Hiçbir şey düşünmezdi, sevilmekten/Sevmekten başka beni…”

“Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” mı diyorsun Mevlâna’ın dlinden!

“Peki, sen ne dersin?”

“…Sonra Köroğlu kalktı, Koştu Kır At’ı./Her yanında çifte kanat/Bilmez yakını uzağı./Kendini beğenmiş Tahta At’ı çıkardılar sonra,/Yayıldı ortalığa sedre kokusu,/Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan./Sonra göründü Muhammed’in damadı Ali’ye/Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,/Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,/Gözleri iyi görmüyordu./Başını yana eğen İskender’in Bukethalus’u/Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı./Güneyden yana bakıyordu ikide bir,/Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını./Elcid’in Babeica’sı, derken Rocinante çıktı/Ağlayarak.”

“Vallahi, billahi ve de tallahi, senin ‘TROYA ÖNÜNDE ATLAR’, Homeros’unkilerden bize daha yakın”  diye sürdürdü, Anday’ı sakinleştirmek için! Ama yine patladı dudaklarından:

“Peki, sen ne dersin?”

“Senin istediğin yanıtı vereyim;”

“Geçmiş zamanı tanımaz ölüler/Ölüm başka bir yoldan gider”

“Sana, ‘mi’ soru imini katarak hakem hilesi yapayım mı!?

“Ah tanrının eski öyküleri(mi)yiz”

“Şimdi söyle bakalım, sen ne dersin? 1-0 galibim!

Kur’Ağaç, daha önce bulunan, bilinen ve anlamlandırılanlar üzerine söz eder!”

“Gerçekte hiçbir şeyin tek başına anlamı yok. Ah konuşmanın anlamsızlıklardan doğduğunu bir anlasak! Onları yeni baştan toprağa dikip suladım.”

“ÖĞLE UYKUSUNDAN UYANIRKEN” mi? Bak, ne akıyor(?) aklımdan geçen notalarda?”

“Biliyorum(!)Claude Debussy!”

“Bir Pan’ın Öğleden Sonrasına Prelüd”

“Resimdeki İzlenimciliğin, müzikteki notalarla seslendirilmesidir o.”

“Usta, düşündün mü(?)sözcüklerin renklerini şiire dökerek, Pierre Auguste Renoir’e yaklaşmayı hiç?!”

“Mutluluğun resmini sormuştu Nazım, Dino’ya!”

“Olumsuzluyorsun anladığım kadarıyla!”

“Peki sen ne dersin?”

“Kur’Ağaç’ın, öğle uykusundan değil, doğal uyanma vaktimdir, o dem!”

“Olanı olumlamakla olmayanı olumsuzlamak…

Peki sen ne dersin?”

Kur’Ağaç da capcanlı yaratıktı canım(!) onun matematiğe düşkünlüğünü bilerek ve kızgınca:

İntegral işareti aç, üstüne eksi, altına artı sonsuz koy, içine bildiğin tüm parantezleri yerleştir, ‘ZAMAN’ diye yaz,

“Ali Nesin Hoca, icat çıkarma(!) diye kızacak sana, şimdi!”

Koyduğun parantezlerin üzerlerini rakamlarla süsle ve kapat, integral imlecini ters çevir, resimle, bu kez üstüne artı, altına eksi sonsuzlarını bırak!”

“Demek döndürdün zamanı(!)giderek bana yaklaşıyorsun(!)uzaklaşmak değil mi(?)senin ki! Hiç düşünmemiştim, Satırlarında dolaşacağımı!...

Insoluble problem mi diyorsun sen buna!”

‘Oh nihayet, biraz daha ayrık ses verdi’ diye sevindi, Kur’Ağaç.

“Çözülemeyen problem yoktur, çözemeyen üst akıl vardır! Babası’nın yüzde atmış hikâyesini unutma!?”

“Demek istediğim bu değildi ya; iyi de oldu…

Diyeceğim Zaman’a dokunman…”

“Aklıma geliverdi: ‘What time is it?’ sorusu yerine ‘What is time’la karşılaştığımda: ‘Ömür boyu öğrenmeye çalışıyorum, henüz yanıtını bulamadım, problemi çözersem; nerde olursan ol, seni bulup sorunu yanıtlayacağım’ demiştim; Londra sokaklarında serâzad dolaşırken sığınmacı ‘yetmiş bir’ kırığı Türkiyeli’ye.”

“Yine anlatamadım galiba; ‘GÜNEŞTE’ki şiirinden şu satırları anımsatmaktı sana…

“Nama Kralı Anum-Hirbi’nin Kaniş Kralı Warşama’ya gönderdiği mektupta yazıldığına göre…”

“Üstad şimdi de karşımıza tarih çıkartıyorsun; (erbae+erbae+erbae!)eğitiminde arada bulasın; Bizim derdimiz; Yüce Abdülhamit Han!

Ha, bir de satır aralarında: ’Mavi bal kusan şahin’den söz ediyorsun…”

“Kim bilir(?) kadim Mısır’ın öyküsü ve şimdinin  Sisi’siyle Mursi arasında bağ kurmak isteyenler bulunabilir;    bilgi, bilgidir…

Amaaa ‘YAĞMURUN ALTINDA’ya ne zaman sıra gelecek diye bekliyorum, yüksek politikacıları kıskandırırca yan çiziyorsun!”

“İstiyorsan örneği vereyim:”

“Kalk dostum ormana gidelim/”

“Bak aklıma ne geldi?

‘Sen ormanın ruhunu görendin/Ben senin gördüğünü bilen!’ dizeleri…”

“Geyik sesleri içine çökelim/Yeniden doğuş, kıvanç, uyum/Kurgular bir yana/İlk kez düşünmeden görelim//Martılar gibi YAĞMURUN ALTINDA.”

“Anlamadığım, bildiğini bilmezden gelmendir, ipe un sermendir!”

“Zorluyorsun, ‘yirminci yüzyılı yaşadım’ demeye beni ve;

“Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz/Herkes içindi ve kimse içindi/Okunmamış bir yazı, umudu doyuran,”

“Bildiğini bilmiyorum sanma(!) seni yarı yolda bırakacağını düşündüğüm:

‘Sizinle Melih Cevdet/Okumak/Sizinle bir yaşamı/Çoğaltmak/Sevgiyle.’

ithafı, korkarım ikimizi de yoracak!!!

‘BİR DEFTER’de topladığın güncelerinde, “on iki kadar üç kıtalık şiir yazmak istiyorum” diyorsun; şiirlerini TANIDIK DÜNYA’nda bulmuş Kur’Ağaç; her altı bölük sonundaki tek dizeleri sevmiş; hatırlamak istersin diye düşünmüş.

“Adanacak gün yitiverdi böyle.”, “Gecemizin büyülediği.”, “Unutmayı bir hatırlasam.”, “Belleğimizin tek bildiği.”, “Kapıları açıp kaparken varım.”, “Yiteriz olduğumuz yerde.”, “Çalışmanın tapınağına gir ve arın.”, “O mudur, ben miyim konuşan.”, “Bulayım kendi ışığımı.”

Dizince böyle bunları, Sezen’in ‘Eksik Şiir’ kitabındakilere benzediler!”

                    ***

İstanbul (13 Mart 1915) doğumlu şairimiz, çocukluğunu Kadıköy Bahariye’de yaşamış, Yoğurtçu parkı önündeki Kurbağalı Dere nam suyun (karşısı adalar) billûr akışını izlemiş, koca kefalların yuvarlacık açılıp kapanan ağızlarındaki ekmek kırıntılarından el almağa çalışmış; ve ‘SÖZCÜKLER’i onların dillerinden taşımış şiirine!

Oysa kızlı- erkekli çığrışlar: (Sezen’in seslendirdiği, Onno Tunç’un bestelediği; ancak Fuat Güner’in 3/4’nün kendisine  ait olduğunu söylediği, Sezen’le mahkemede doğruyu bulmak üzere yola çıktıkları, ismi lazım değil TV programında, ne kadar reyting aldıkları, Kur’Ağaç için önemi olmayan tartışmanın ve TELGRAFHANE’den bestelenmiş ‘Şınanay’ şiirinin beste telifi üzerine çimkirmeleri!? Peki, sana ödeme yapılmış mıydı?

“Ada vapuru yandan çarklı/Bayraklar donanmış cafcaflı/simitçi kahveci gazozcu/Şınanay da şınanay//Müslümanı yahudisi urumu/İsporcusu ihtiyarı veremi/Kiminin saçı uçar kiminin eteği/Şınanay da şınanay//Estirir de Ada yeli estirir/Seni sevindirir beni küstürür/Lüküs kamarada kimler oturur/Şınanay da şınanay”

Neş’eyle söylerler. Ve vapur güvertesinden atılan simit parçalarıyla, martıları kendilerine bendedeceklerini sanırlar ya; şiir, çook yakındır. Bakmasını bilen görür; ölümü ve hayatı, orada!? )

Ankara Gazi Lisesi, hayatına rast gelmiş piyango olmuştur; Orhan ve Oktay ikilisini üçlemiştir; Üç Silahşörler’i anımsatırca! (Şu Dartanyan, Pardayan masalları da pek karışık, canım!)

Alexandre Dumas; Athos, Porthos, Aramis ve de(…) Dartanyan kahramanlarıyla Kardinal Richelieu’ya karşıdırlar…

Ayrıca, Michel Zevaco’nun Pardayan’ını (Pelerin ve Kılıç), gazete tefrikalarından toplayan genç Sartre(!)var, ortalıkta!

1936’da liseyi tamamlar, Hukuk Fakültesi’ne kapağı atar, vazgeçer, soluğu Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde alır…

Sait Faik’çe, ’Maişet Motoru’ derdiyle, bırakır eğitilmeyi, TCDD yollarında memuriyete başlar, böylesine eğitim heveslisine devlet kıyak yapar; Belçika’ya sosyoloji öğrensin diye postalar (1938)!

1936’da yukarda iki dizesiyle sizi tanıştıran Kur’Ağaç,  Varlık Dergisi’nde yayınlanan ‘Ukde’ şiirine, tekrar bakarsa Anday’ın:

“Bir gün ışığa dönerse yaprak,/Üzümler kızarır kütükte,/Elbette diner bu SAĞNAK,(Nilgün Cerrahoğlu’nu düşündürüyor Cumhuriyet’den!)/Kaybolur içimdeki ukde.//Sandalımı bırakmıyor su,/Silinmiş dönüp baktığım iz,/Çoktandır kaybettiğim arzu,/Boşuna çırpındığım deniz.”…

Ardından; Yaprak, Yeditepe, Ses, Yeni Ufuklar, Papirus, Yeni Dergi, Soyut, Ataç, Dönem, Yön dergilerinde sökün eder şiirler…

Orhan, Oktay, Melih; Richelieu’ye değil, ama Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Ahmet Haşim, Nazım ve daha nicelerine karşı bayrak açarlar, ya; gönlü razı olmuyor, Kur’Ağaç’ın:

Beş Hececiler’den Orhan Seyfi Orhon’un ‘Veda Busesi’;

“Hani o bırakıp giderken seni/Bu öksüz tavrı takmayacaktın/Alnıma koyarken vedâ bûseni/Yüzüme bu türlü bakmayacaktın.”

dizelerinin Yusuf Nalkesen’ce Muhayyerkürdî Makamı’ndan seslenişine…

Ve Faruk Nafiz’in ‘Kıskanç’;

“Sakın bir söz söyleme/Yüzüme bakma sakın/Sesini duyan olur/Sana göz koyan olur.” Söylemi,

Suat Sayın’ın Muhayyerkürdî bestesi, aranmıyor değil hani, çilingir sofralarında…

Kur’Ağaç, ipe un seriyor ya; siz, nerde şu bizim Garipçiler diye ‘yek a’vaz’;(her beyiti aynı güzellikte Gazel, açıklamasını düşerek) ”Sinemi deler a’vazım/Turnam senin, sunam senin” dizelerini Veysel’den ödünç alarak açıklıyor;    arşa yükselttiğiniz sessinizi!

Üçlü, gençliğin saflığıyla, birbirlerini kıskanmaksızın (Acaba öyle midir?)1941’de, isim babası olduğu söylenen(yoksa annesi mi desem?) Cavit Yamaç’ın teklifiyle, o günlerde tsunami dalgasını aratmayan, ‘Garip’ adlı kitaplarını yayınlarlar…

Toplam dört formadır;

Melih’in 16, Rıfat’ın 21, Veli’nin 24 şiiri yer almıştır kitapta…

19-26 arası sayfalar, Anday’ın şiirlerini içerir.

‘Fotoğraf’ şiirinde bakın neler söylüyor; geçmişin gümüş iyodüründen:

 “Dört kişi parkta çektirmişiz/Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi…/Anlaşılan sonbahar/Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/Yapraksız arkamızdaki ağaçlar…/Babası daha ölmemiş Oktay’ın,/Ben bıyıksızım,/Orhan, Süleyman Efendiyi tanımamış.//Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;/Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?/Oysa hayattayız hepimiz.”

Şimdi de, daha önce Tarancı’nın Oktay Rıfat şiiri üzerine düşünceleri bölümünde okuduğunuz ‘Gün Sonu Konuşması’ şiirinin kitaptaki son yedi dizesinden geri saralım ve ilk dokuzluya bakalım:

“Ağaçların evlerin üstünde başım/Aydınlık içinde/Kuşlar ötüşerek geçiyor civarımdan/Akşam oluyor uykudan kolay/Oktay diye sesleniyor/Gökyüzündeki küçük yıldız/Sizler de akrabasınız/Benden neden kaçarsınız/Kurtlar, sincap, tilki.”

 

Kur’Ağaç’ın dilinden düşürmediği Ahmet Haşim’in, ‘Bir Günün Sonunda Arzû’ şiirinin son beşlisi şöyle bitiyor:

 “…Akşam, yine akşam, yine akşam,/Bir sırma kemerdir suya baksam;/Üstümde semâ kavs-i mutalsam!//Akşam, yine akşam, yine akşam/Göllerde bu dem bir kamış olsam!”

Bakın, Orhan, kendi diline aynı kitaptan ‘Eskiler Alıyorum’ şiirinde nasıl terceme etmiş!

“…Şiir yazıyorum/Şiir yazıp eskiler alıyorum//Bir de rakı şişesinde balık olsam”

Okudunuz…

Eski-yeni kavgası hiç bitmez! Günün birinde, ömrü yeterse Kur’Ağaç’ın ‘Şiir, Şair ve Hayata dair’ denemelerinde ve rast gelirse Orhan Veli’ye(…) anlatacaktır; şiirin, şairin encamını…

Yav okuyucu; Garip oldu, uzaklaşmak Anday’dan…

Neydi şu ‘Garip’ akımı(?) sonradan I.Yeni diye adlandırılan?Birbirini tekrarlayan imgelerin selfie’siyle (Tükçesi; kendini çekmişsen ‘NASILIM’; sevdiklerinle ‘Altın Oran’ çerçevesine oturtmuşsan fotoğrafınızı, ‘NASILIZ’ı öneriyor Kur’Ağaç); aşırı duygusallık, şairanelik, gerçeğin yerine ‘Post Truth’ kullanılması, uyakların atılması kadim Arap Şiiri (Bizans İmparatoru I.Justinianos’un güzel kızını ayartmasının intikamı, hediye edilen o nadide gömleği giydiğinde onu atasına kavuşturacağını bilememesi, İmruül Kays’ın sonu olmuş!) ustası ve şimdilik söz etmediklerimin öte yana itilmesi, Fars ve Arap Edebiyatı’ndan gelen söz ve anlam sanatları, Divan Şiiri’nin ‘mazmunları’, Aruz ve hece ölçülerinin beyhudeliği; bu kadar mı (?) sanıyorsunuz arındırmanın ‘şumulünü’(!) Müzik, resim, yontu (anımsarsanız Seurat’ın imge olarak seçilmesi vb)bir yana bırakılmış; niye böyle olmalıymış(?) varlıklı kesimlerin öttürdüğü düdük son bulsun diye!

Halkın kullandığı dil şiirin içinde yer almalı; Ayşe teyze de Ahmet amca da okuduğunu anlamalı(!? ) ölçüsüz, uyaksız, söz sanatlarına dokunmadan, duru, çıplak, yalın anlatımlı, dize örgüsü, haraşo(!) ,(pardon) değişik biçim ve damakta güzel tat bırakan şiirleri düşlemişler!

Eh, örneği de Orhan:

“…Kundurası vurmadığı zamanlarda/Anmazdı ama Allahın adını,/Günahkâr da sayılmazdı./Yazık oldu Süleyman Efendiye.”

veriyor…

Kıyamet de kopuyor; çalıntı olduğunu söyleyenlere, ‘Yazık oldu Süleyman Efendiye’ dizesine saldıranlara; Ataç noktayı koyuyor:” vapurlara, tramvaylara, kahvehanelere dek girdi” diyerek…

Böyle mi oldu son(?) yok canım(!) her biri savruldu Harman yeli sevinciyle!!!

                             ***

Melih’in demiryolu yolculuğu bileti; Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü’ne dek kesilmişti. (1942). Hasan Ali Yücel’in isteğiyle ‘Tercüme Bürosu’na yerleşti…

Hani Halk arasında kullanılan: “görmezin isteği tek göz(!) Allah verdi iki göz!” deyişini kıskandırırca; Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Halide Edip, tekrar Orhan Veli ve Oktay Rıfat, Azra Erhat, Ahmed Hamdi Tanpınar, Vedat Günyol, Esat Sabri Siyavuşgil, Nusret Hızır, Orhan Burian, Erol Güney ve daha onlarcasıyla karşılaşmaz mı?!

Eh(!) piyangodan çıkacak milyonlara değişmeyeceğiniz kadro, hayatın  ona verdiği ikinci şans olmuştu; bu satırları okuyan cümlenin başına!!!Daldan dala olacak ama Hasan Ali Yücel’in kimliğini akoz etmeden yapamayacak Kur’Ağaç; Sinoplu’nun feneriyle aradığını bulduğu sevinciyle:

Eğitimci, araştırmacı, şair, yazar, dilci, çevirmen, düşünür, edebiyat tarihçisi, gazeteci, siyasetçi, örgütçü, çağdaş devlet adamı, sanat ve ekin insanı, aydınlanmacı, hümanist(…) VE DEE:

“Çok kıyak adamdı babam/Yarından tezi yok kurtulacağım derdi/Şu cahallıktan”

dizelerinin sahibi, Can Babanın atası(!) eh ne kaldı geriye söyleyecek?! Ara ki bulasın, Yücel’den sonra gelen tüm zamanlar içinde böyle devlet adamı…

Unutmayayım; VI. Dizi yazıda İsa’dan önce E.A’nın her yıl kırk kadar kitabı adresime postaladığından söz etmiştim ya; ilk taksit olarak on kitap göndermiş, teşekkürler.

Kitapları karıştırırken, daha önce tanıştığı, Kur’Ağaç’ın ilk üzerine çöktüğü Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları’ndan ‘Aristoteles’in POETİKA’sı oldu.

Kur’Ağaç, keyifle Fahrettin’in başına oturdu: “Konuk olabilir miyim(?) sana(!)üfle Neyzen Üfle, ‘Her yer karanlık, pür nûr olmuş o mevkî (diyemeyeceğim ki!)’

Elbet, Melih için kartvizitine: ‘Arkadaş yakinimdir(!)gereğinin yapılması…’ diye yazmamıştı.

Yıl 1946, demokrasiye geçiş adımının sözde sevinci; özde, çukura yuvarlanmanın dibacesi!

Bakan Yücel’in bileti kesilir, ekibiyle karanlıklara…

Şairimiz de payını alır elbet…

Akşam Gazetesi’nin edebiyat sayfasını pek hatırlamaz Kur’Ağaç ya; Doğan Kardeş Dergisinin her sayısını karıştırdığını bilir, orda Anday’ın çevirilerine pek kulak asmaz; ama Tommiks, Teksas, kinova, süperman, Tex, Kaptan Swing, Gordon(vb) hayranlığı, hâlâ damağındaki en iyi tatlardır(!!!)

Melih’in zamanı, kovulduklarında durur(!)Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin ve İkdam’da takma adlarla yayınladığı denemeler ve tefrika romanlarla durayazar: 1960 yılı ile başlayan Cumhuriyet’deki otuz küsür yıllık emeği, İstanbul Belediyesi Tiyatro bölümünde diksiyon, özel tiyatro okulunda Mitoloji dersleri, TRT yönetim Kurulu üyeliği ve Paris Eğitim Müşavirliği’ni; Kur’Ağaç, zamanı akıttığına: (‘YANYANA’ şiir kitabına saldıran 142/1 sayılı fıkra;’ sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye(…) devlet siyasi ve hukuki nizamlarını yok etmeye her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimseye beş yıldan on yıla ağır hapis bileti(!) kesmeye…) dair delillerdir diye düşünür.

                      ***

MERHABAAAA…

“Amanın nerden çıktı bu istimbot sesli nâra!!!”

“Bilir misin(?)Tavannanna Azra’yı!”

“Hitit kraliçelerinden her biri!”

“Ama hangisi?”

“Anadolu uygarlığının Ana Kraliçesi, Erhat!

Ama bu kim(?) karagöz şem’asından çıkmış Tuzsuz Deli Bekir!”

“Sevgili kadim dostum BALIKÇI! Onunla uyandı, Antik çağa ve felsefe üzerine şiirlerim! Kendini bildi bileli denizci olmak isteyen biri…”

“Gemici Simbad mı yoksa?

“Masal değil, kurgu değil, sencileyin, bencileyin gerçek insan! Oxford’da eğitilmiş, gazete ve dergilerde yazıları ve karikatürleriyle boy göstermiş,kapak çizimleri yapmış, Bodrum’u ‘Mavi Sürgün’ yerinden yolculuğa uğurlamış bilge  ötesi bir insan!!!”

“Biraz Asteklere benzemiyor mu(?)yenidünya ötesinden!”

“Aramızda kalsın, Şölen’e davet edilmediğinden şikâyetçi olmuştu, geçerken tepemizden!”

“Antik Çağ uygarlığının Anadolu’da başladığını savlayan kişi olarak anımsıyorum; yağmalanan çöp bidonumda ne kalmışsa içine girip balık çorbasına karıştırayım, diyoru

“Ne var?”

“Buldum! Balıkçı’yı anlatan upuzun destandan 19 ve 20. Bölümleri:

19

Üzümler toplanır,/demlenmeye koyulur şarap,/inmez güneş/belenin olduğu yerden./şenlikler biter,/güz toplar yağmur/hüzün bırakarak./son Bakha da kurtulur/kendinden/EVOHE!/evlerin kapıları /örtülür birer birer/karanlıklara;/uzanır yatağa/ çırçıplak Kybele/tükenir Attis…//

20

Henüz,/tanrı kadındır bu dem!/ve/öncesiz gülüşüyle/çocuktur ZAMAN,/sağmamıştır geçmişi/Zeus baba,/saklanmıştır mega/yıldız yılı içine,/söylememiştir Homeros türküsünü//düşmemiştir ana rahmine/Oidipus…”

“Kur’Ağaç sana bir sır vereyim mi?”

“İstemem(!)sonra herkes öğrenir!”

“Karıştır bidonunu, yağmalanmamışsa henüz imgeler, bulacaksın orada onu!!!”

“???!!!

‘ ÖLÜMSÜZLÜK ARDINDA GILGAMIŞ’ diyorsun:

“Yorgun argın çıktık gemiden,/Bütün gece deniz korkuttu bizi,/Demir tarar, fener sönmüş, mendirek, kaya,/Bereket şarabımız vardı iki testi,/

(Ah usta demeliydin, kurtulmalık olarak, biri Posseidon’a, diğeri Odisseus ve arkadaşlarına…)

Çiy balık yemiştik, zeytin, bazlama,/Pompa çalışmaz, maşrapalarla boşalttık/Dipteki suyu, karanlığı ve uykuyu,/Sabaha karşı çıktı kırmızı ay.”

                           ***

“Ne pareketalar, oltalar, misinalar, sirtiler kaldı avadanlıklardan; ne sinagritler, melanurlar, zimirinalar, vlahoslar, skoroslar, orfozlar, piçulalar, kıymetini bilmediğimiz iskortpitler, lipsoslar,  sparoslar, barbunyalar kaldı balıklardan; ne de Füreya, Celile, Perihan, Azra, Güngör, Özcan, Bedri, Sabahattin, Vedat(…) daha niceleri kaldı, sevgili dostlardan…”

Neyzen’in Ney’i’nden  ‘rakıları unutma Melih!’ yankılandı yeşil yapraklar arasından, hemşehrisi  Balıkçı’yı hatırlarca…

 


Herkes bilsin