Edebiyatımızın Kuyruklu Yıldızı; Sevim Burak
Reyhan Karaarslan
“ Benim hocam, tanrım Kafka’dır bilirsin, o’nu hiçbir zaman aşamayacağım için böyle kötümser yazıyorum ama bu da büyük bir güç bana Kafka’dan gelen.” Sevim Burak
Penceremin önündeki koltukta oturmuş kocaman gözleriyle bana bakıyordu. Elinde sigarası… Sigarasından derin bir nefes çekip devam etti anlatmaya; “beni ölüme götüren, kalbimi büyüten yirmi yıllık yalnızlık olmuştur.”
Türk edebiyatının en önemli ve en özgün kalemlerinden olan Sevim Burak’ın oğluna yazdığı mektuplarda onu ölüme götüren yalnızlığını, mutsuzluğunu, korkularını, kalemini yok sayanlara karşı verdiği mücadeleyi, umutlarını, umutsuzluklarını okudum. Bu aslında okumaktan çok onunla konuşup, dertleşmek gibi bir şeydi. İçinde biriktirdiklerini birer birer ortaya döküyor ben ise sessizce dinliyordum. Bazen de suskunluğumu bozup, yaşadıklarına gözyaşlarımla isyan ediyordum.
“Bir hikâye yüz hikâye demektir benim için. Yüz hikâye de bir yılda biter bazen de bitmez. Benim için yazmanın ve yazar olmanın güçlüğü burada. Bu yüzden umutlu değilim gelecekten.”
Kendini “zor yazan” bir yazar olarak tanımlıyordu Sevim Burak. Her öykü başka bir öyküyü doğuruyordu. Daha içtenini, daha iyisini yazmak için çabalıyordu. Bunun için bulduğu yöntem ise bir terzi gibi yazdıklarını kesip yerlere dizmek, perdelere iğneleyip, kestiği parçaları montajlamaktı.
“Konsantrasyona girince, yazmaya başlayınca… Sakatsın, körsün, topalsın, aptalsın, sağırsın dışarıya karşı. Yalnız içinden görebilirsin kendini ve asıl konsantre olduğun kargacık burgacık diziler-laf dizileri- bir daktilo üstünde geçer, sonra kesip alt alta üst üste yapıştırır, eğilir bükülürsün yerlere halıların üstünde fal açar gibi yan yana getirsin tutmaz, yani fal açılmaz. Ev dar gelir. Öbür odaya koşarsın.”
İlk öykü kitabı “Yanık Saraylar” ile girmiş olduğu Sait Faik Öykü yarışmasında hak etmiş olduğu ödülü alamaması, Sevim Burak’ın uzun yıllar edebiyat çevresinden uzak durmasına neden olmuştu. Küskünlüğü, eserlerine inananların ve oğlunun desteği ile yıllar sonra son buldu.
“On beş senedir yazmamı bekliyorlar. Bu boşuna mı? Elbette ki değil. Bu mesele mezara kadar seni takip ediyor. Hep bir şey yaratacak, üretecek haldesin, hep umut içindesin. Bu umut her şeyden daha uzun, ölene dek…”
Yazmak için gerekli olan tek şeyin “yalnızlık” olduğu söylenir. Yalnızlığı sağaltmak için yazılır, yazabilmek için de bir ömür boyu yalnızlık göze alınır. Peki neden? Yalnızlık gibi korkutucu bir şeyden kurtulmak varken neden onunla birlikte yaşamak tercih edilir? Cevabı basit; bir ömür boyu yalnız kalmaktan daha kötüsü bir daha yazamamaktır, yaratılanı yıkıp bir daha yeniden yaratamamaktır.
Sevim Burak da bu korkular ile yaşıyordu. “ Çok ıstırap çekiyorum bilemezsin. Yazamayacağım diye. Nefret ediyorum Dostoyevski ve Beckett ve Kafka ve Joyce’dan gayrisinden.”
Her şeyi yıkıp yeniden yaratmak istiyor, başı, sonu belli olan hikâyeler anlatan toplumsal edebiyatın karşısında Sevim Burak, yazdığı özgün metinler ile direniyordu.
“Eğer, harfler olmasaydı başka işaretler, belki hareketler harflerin yerine geçebilecekti. Ben hikâye mi diyelim, roman mı diyelim, anekdot mu diyelim her neyse, yazdığım (yahut da yaptığım işlere) kullandığım harfleri bu bayraklarla değiştirebilirim. Kelimeler yerine bayraklar, eşyalar koyabilirim. Bütün mesele hayatımızın içine karışmış olan bir yaşama dönüşmesi, paçavraların, bezlerin, örtülerin konuşması, bize anlatması…”
- Sevim Burak oğlu Karaca Borar ve kızı Elfe ile birlikte
Yirmi beş yıl içinde iki mutsuz evlilik geçirmişti Sevim Burak. Bir taraftan kalbindeki rahatsızlıkla mücadele ederken diğer taraftan da yalnızlığını kalem ve kâğıt ile kurduğu dünyada yok etmeye çalışıyordu. Kötülüğün ne olduğunu ise hastalığı sırasında, ünlü bir ressam olan kocası Ömer Uluç’tan gördükleri ile öğrenmişti. Kendini dış dünyadan tamamen koparıp, karanlık odalara çekilerek, insanlardan kaçarak yazıyordu. Yazabilmek için başka türlüsünü bilmediğini söylüyordu mektuplarında.
“Benim yazı yazmam kendi kendimi bir hücreye, belki kendi içimdeki bir hücreye kapatmama bağlı.”
“Benim dünyam yok, dünyam masanın üstünde ve kâğıtların üstünde… Anlıyor musun?”
Ben onu çok iyi anlıyordum. İçimdeki sesleri duyabilmek için evimin tüm pencerelerini kapatırken, ışıkları söndürüp karanlıkta yolumu bulmaya çalışırken…
Onu görmezden gelen edebiyat çevresinde, yanında olan birkaç dostu ile var olma mücadelesi verip “ben de varım” diyordu. Yazdıklarının anlaşılmadığını söylüyorlardı. Sevim Burak ise onu anlamayanlar karşısında, bir sanat eserinin anlaşılmak gibi bir derdi olmadığını savunuyordu.
“Bir sanat eserinin anlaşılması şart değildir, bazen on sene sonra bazen yirmi sene sonra, bazen yazarı öldükten sonra anlaşılabilir. Bazen de hiç anlaşılmayabilir.”
Mektuplarında Sevim Burak, eski eşyalara olan düşkünlüğünden de bahsediyordu. Hayatının her döneminde maddi sıkıntılar çeken bir kadının bu düşkünlüğü aslında içindeki boşluğun ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu. O, bu boşluğu aldığı eşyalar ile doldurmaya çalışıyor, aradığı mutluluğu evine getirdiği ufak tefek bakır kaplar da, eski örtüler de buluyordu.
Maddi sıkıntılar çekiyor, oğlunun göndermiş olduğu para ile mutlu olup, kendini özgür hissediyordu Sevim Burak. Para sadece özgürlük demek değildi, aynı zamanda sevginin de bir göstergesiydi. İmkânları olduğu zamanlarda, ondan parayı esirgeyen kocalarının aslında onu hiç sevmediğini yazıyordu mektuplarında.
“Vazifesi olsun olmasın benim için gerçek sevgi, birinin birisine para vermesidir. Karısına para vermeyen cimrilik yapan biri o kadını sevmiyor demektir. Benim ölçüm budur. Çok basit ama doğrudur.”
Sevim Burak, edebiyatta yeni bir çığır açmak için çok çalışken her yazdığı kitap sağlığından bir parça alıp götürüyordu. En büyük hayali, romanı “Ford Mach I”ı bitebilmekti. Ancak bu hayalini gerçekleştirememiş, yalnızlıktan büyüyen kalbi daha fazla dayanamamıştı. Bir kalp, yıllarca sevgisizliğe ve yalnızlığa nasıl dayanabilirdi ki?
Oturduğu koltukta başını geriye yaslayıp sigarasından bir nefes daha çekti. Kocaman gözleri yine gözlerimdeydi; “bu bok dünyaya bir şey yok artık. Zırnık vermem.”