Menu
16 Mayıs 2017

“Ya on yıl erken geldim dünyaya ya on yıl geç.”

Reyhan Karaarslan

"Bir kitap yazmak nedir bizim ülkemizde? Her şeyden önce onu boşluğa fırlatıp atmaktır. Kendinizi de sonsuz yalnızlığa gönüllü olarak sürgün kılmak.” Selçuk Baran

Selçuk Baran, edebiyatımızın küskün yazarlarından… Kimileri tarafından öldükten sonra tanınan, kimileri tarafından ise adı bile bilinmeyen usta bir kalem. Oysa bilinip, defalarca bıkmadan, usanmadan okunması gereken, insanı, doğayı en iyi anlatan yazarlarımızdan biri Selçuk Baran… Belki de talihsizliği dünyaya erken gelmiş olmasıydı. O, döneminin “erken” yazarıydı.
 

“Ya on yıl erken geldim dünyaya ya on yıl geç. Ara yerde bir geçitteyim. Bir el boğazımı sıkıp duruyor. Biri de çıkmış göğsüme oturmuş. Çok kalmadı şurada ama… Erken ya da geç başlayan on yılın bitmesine. Bir şey beklemezse insan on yıl çabuk geçer.” Böyle diyordu Bir Solgun Adam da.

Selçuk Baran’ın edebiyata ilgisi okul yıllarında başlar. Bu ilgi nedeniyle, edebiyata yoğunlaşmak için Almanya’da gördüğü hukuk tahsilini yarıda bırakıp Türkiye’ye döner. Ancak aynı yıllarda opera ve şan sanatçısı Ayhan Boran ile yapmış olduğu evlilik onun yazarlıkla ilgili hayallerini ertelemesine neden olur.  Eşi ve çocukları ile hayatını sürdürürken, yazarlığın Türkiye gibi ülkelerde hep kırkından sonra başladığını düşünerek yazar olma hayalinden vazgeçmez. İlk öyküsünü yazdığında otuz altı yaşındadır.

Kendi imkânları ile yayımlattığı ilk öykü kitabı Haziran, 1973 yılında TDK Öykü Ödülü’nü kazanır. Bunu daha sonra 1978 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Anaların Hakkı isimli öykü kitabı izler. İlk romanı olan Bir Solgun Adam ile de 1974 yılında Milliyet Yayınları roman yarışmasında beşincilik alır. Sekiz öykü kitabı ile üç romanı bulunan Selçuk Baran’ın son romanı olan Güz Gelmeden ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Öykü ve roman türleri dışında radyo ve sahne için oyunlar da yazmıştır. Almış olduğu ödüllere rağmen kitaplarının yayımlanması sürecinde zorluklar çekmiştir Selçuk Baran. Karşılaştığı bu zorluklar ve yazdıklarının okura ulaşmadığı düşüncesi ile de bir süre sonra edebiyata küser ve 1994 yılında yazmamaya karar verir.

“Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994 de yazmamaya karar verdim. O günden beri, herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.”

Öykülerinde kısa bir zaman diliminde, çoklukla hayat yorgunu insanları ve bu insanların yeni bir yaşam arayışlarını anlatır. Modern kent yaşamının insanları mutsuz, yalnız bireylere dönüştürmesi öykü ve romanlarının başat konusudur. Eserlerindeki kadınlar kırılgan, mutsuz, kendi yalnızlıklarının içinde sessizce bekleyen kadınlardır. Hayatlarını evlerinin içinde adeta kaderlerine boyun eğmişçesine tüketirler. Bu mutsuz kadınların mekânları evleridir. Selçuk Baran öykülerinde sıklıkla insanı boğan bu “loş evin tatsız yaşantısı” nı anlatır.

Sıkışıp kalınan hayattan kurtulmak için sürekli arayanların/ kaçanların duygularını kahramanların zihninden bilinç akışı ve iç monolog yöntemi ile bize gösterir. Bu kaçış genellikle kentten-taşraya ya da taşradan-kentedir. Doğa onun öykülerinde yaşanan yorucu ve sıkıcı hayattan kurtuluştur. Tüm güzelliklerin yeşerdiği yerdir öykülerindeki bahçeler. Eserlerinin geneline hâkim olan gri bulutlu, karamsar hava, aralara serpiştirdiği sardunyalarla, küpe çiçekleriyle, sarmaşıklarla, krizantemlerle renklenir.

Haziran isimli öyküsünde sıkışıp kaldığı apartman dairesinden sırf baharın gelmesiyle birlikte açacak olan çiçekleri, gökyüzüne uzanan yemyeşil ağaçları görmek için taşınan bir kadını anlatır Selçuk Baran. Modern hayatın bir parçası olan apartman dairesine sıkıştırılan, insanı boğan bir hayattan kurtulma isteğidir bu öyküde karşımıza çıkan.

Bahçede isimli öyküsünde ise hayatının son zamanlarını bahçeye yerleştirilen bir somyada geçiren yaşlı bir adamı görürüz. Bahçe yaşlı adamın hayatındaki son umut gibidir. Evinin boğucu havasından onu kurtaran tek yerdir. Selçuk Baran’ın bu öyküsünde mevsimin son çiçeği olan krizantemler de vardır. Hayatının son anlarını yaşayan bir adam ve mevsimin son çiçeği krizantem…

Selçuk Baran Bir Solgun Adam romanında, kent yaşamından yorulmuş olan ve bu yorgunluk ile yeni bir hayata başlamak için emekli olduktan sonra ailesini terk edip, yetmiş yaşındaki Dürnev Hanım’ın çatı katına kiracı olarak yerleşen Mehmet Taşçı’nın hikayesini anlatır. Bir Solgun Adam yalnızlığın romanıdır.

 “Evet, ben kimseler tarafından görülmem. Yalnızlığım, koyu bir sis gibi bedenimi sarıp sarmalıyor demek ki. Ya da şimdilik insanları korkutacak kadar yalnız değilim. Gerçek bir yalnızlığın ürkek ve yabanıl bakışlarıyla bakmıyorum daha.”

Mehmet Taşçı, hayatın yorgunluğunu küçük bir çatı katında gidermeye çalışan, Selçuk Baran’ın diğer hayat yorgunu kahramanlarından biridir. “Adımlar insanı acılara da götürür, biliyorum. Ama yalnızlıktan boğularak ölmemek için acılara katlanmayı öğrenmeli.” Yalnızlık öldürücüydü, ölmemek için de insanların arasına karışmak gerekiyordu.

Selçuk Baran, ölümünden sonra yayımlanan Güz Gelmeden adlı son romanında ise yine kent yaşamından yorulmuş insanları ve yalnızlığı anlatır. Bu romanındaki Avukat Suat Bey ile Bir Solgun Adam daki Mehmet Taşçı arasındaki benzerlik göze çarpar. Her iki kahraman da bunaldıkları hayatlarını değiştirmek için arayışa geçen, çözümü kaçmakta bulan ellili yaşların üstünde olan iki adamdır. Biri kentten kasabaya kaçarak, diğeri ise evini terk edip bir çatı katına sığınarak hayatlarını değiştirmeye çalışmaktadırlar. Selçuk Baran’ın öykü ve romanlarında sıklıkla karşımıza çıkan kahramanların bu kaçma ve her şeyi geride bırakma istekleri hiçbir zaman başarıya ulaşmaz. Kaçanlar ya Avukat Suat Bey gibi kaçtıkları hayata geri dönerler ya da Mehmet Taşçı gibi kaçmaya, yaşayacak yeni yerler bulmaya devam ederler. Kaçıp, kurtulmak mümkün olmadığından kahramanları bekleyen mutlu son da yoktur.

Selçuk Baran’ın öykü ve romanlarındaki konular ile yaratmış olduğu karakterler arasındaki benzerlikler, onun kendinde eleştirdiği noktalardan biridir. Yazmış olduğu bir notta şöyle der: “ Hikâyelerinde kurduğun dünyacıklar, o dünyacıkları dolduran insanlara bakışında azıcık marazlık mı var ne? (…) En güçlü yanlarından biri: kişiyi, olayı, durumu, psikolojik kesafetinde vermeyi pek güzel becermen. Ama çok az insanın var. Beş on kişinin içinde dönenip duruyorsun.”

Birey olma mücadelesi veren, yaşamaktan yorulmuş ve bunalmış olan insanların hikâyelerini genellikle erkek kahramanların ağzından, onların bakış açısı ile anlatır. Hikâyeler, bir erkeğin ağzından ya da bakış açısıyla anlatılmış olsa bile yazarın sesi, öykü ve romanlarında farklı karakterlerde sürekli duyulmaktadır.

“ Bir zamanlar gerçekten yaşayabileceğimi sanmıştım. Yaşamak neyse… Nedir yaşamak? Soluk alıp vermekten başka? Yaşama sanatı? Evet, yaşamayı yeğleyebileceğimi sanmıştım. Oysa hayat beni çoktan aşmıştı. Terk etmişti demeye dilim varmıyordu da ondan böyle söyledim belki. Ucundan kıyısından tutabilmek için yeniden kitaplara sarıldım bende.”

Bir Solgun Adam’da Nevin yıllar sonra karşılaştığı eski sevgilisi Mehmet’e böyle diyordu. Bu daha çok Selçuk Baran’ın sesiydi benim için.

Selçuk Baran edebiyat dünyasında kitapları ile görünmeyi tercih eden bir yazar olmuş, popülerlik adına okurun isteklerine göre hareket etmemiş, kendi istediği gibi yazmıştı. “Başkaları okusun diye değil, yaşamın ona haklı ya da haksız öyle gelen ‘saçmalığından’ giderek başkalarının yaşamında bulduğu ve bunalımını duyduğu ‘anlamsızlıktan’ kurtulması için yazması gerektiğini” düşünür ve bu şekilde yazar. Ancak her yazılan bir mektup ise her mektubun da alıcısına ulaşması istenir. Selçuk Baran da bunu istiyordu, yazdıkları okurunu bulmalıydı.

“ Ama bir yazar, okuyucusu, dinleyicisi, seyircisi olsun ister. Zaman zaman doğrudan ilişkileri gereksinir. Bir kitap yazmak nedir bizim ülkemizde? Her şeyden önce onu boşluğa fırlatıp atmaktır. Kendinizi de sonsuz yalnızlığa gönüllü olarak sürgün kılmak.”

Tezer Özlü gibi Selçuk Baran da yaşama katlanabilmek için çareyi yazmakta buluyor, “Evet, yazmak zorundayım, yoksa çıldıracaktım!” diyordu. Yazmanın şifalandıran gücüne inanıyor, yazarak bir bakıma tedavi oluyordu. “Yalnız başıma olabilmeliyim. Birazcık olsun. Günde bir saat kalemimle baş başa kalabilsem, kendimi iyi ederim gibime geliyor.”

Verdiği büyük uğraşlara rağmen, yazdıklarının okurunu bulamamış olmasının yarattığı hayal kırıklığı ile 1994 yılında yazmayı bırakarak, bir bakıma yaşamaktan da vazgeçti Selçuk Baran. Kalemini bıraktıktan beş sene sonra da hayata veda etti. Selçuk Baran’ın kaybı ile edebiyat tarihimize, yaşarken hak ettiği değeri göremeyen yazarlarımızın arasına, ne acı ki bir yazarımız daha eklenmiş oldu.

 

 

Sayfa tasarımının fonunda kullanılan illustrasyon: Margaret Berg

 

 


Herkes bilsin