Ağaca dikkatli çıkın; uzun kalacaksınız unutmayın...
Sevinç Erbulak
Sevgili Aykırı Akademi'ciler,
Geçen hafta onca yoğunluğun arasında, provadan çekime, çekimden uykuya koşarken ben bir kitap okudum.
Bir kitabı su gibi içtim.
Bir kitapta denizde yüzer gibi yüzdüm.
Veya bir kitabı seyrettim.
Evet evet açtım kapağını okumaya değil seyretmeye başladım.
Ben böyle acayip bir kitaba başladım ve bitti.
Şöyle diyordu bir yerinde mesela,
"Acaba ölüler de bizi görüyorlar mıdır ? Bu dünyadan ayrılan sevdiklerimiz, öldükten sonra bizi ziyaret etmeye, görmeye devam ediyorlar mıdır ? Bu hayattaki maceramıza tanıklık etmeye devam ediyorlar mıdır ?"
Bunu çok istedim. Bir an için bunun gerçek olabileceğine inanmak istedim.
Ve biliyor musunuz ? Şebnem İşigüzel'in kitabını okurken buna inanıyorsunuz. Son romanı olan "Ağaçtaki kız" dan bahsediyorum. Bir solukta okunan, bitmesine yakın okurunu üzen, yanlış anlaşılmasın birazdan biteceği için okurunu üzen; son şahanesinden bahsediyorum Şebnem İşigüzel'in.
Bir gün bir kız bir ağacın tepesine çıkar ve orada yaşamaya, oradan aşağıya hiç inmemeye karar verirse ne olur diye sorduğu yeni romanından...
Uzun zamandır, romandaki kıza benzer bir his var yüreğimin bir yerinde. Gitmek, birine veya bir yere arkanı dönmek gibi değil de, yalnız kalmak; uzaklaşmak, uzaktan bakmak, bakabilmek hissi. Her şeye. Kendime de.
İşigüzel, sanki beni duymuş da yazmış, pek çok okurunu duymuş da kaleme almış "Ağaçtaki kız" ı.
Bir gece başlıyorsunuz, o gece bitiyor roman. Çünkü kitabı kapatamıyorsunuz. Öyle bir bağlanıyorsunuz ki bitirmeden gidemiyorsunuz başka bir yere.
"Ağaçtaki kız" iki kişilik bir oyun gibi. Uzun bir direnişin öyküsü. Bir daha ayaklarını yere basmak istemeyenlerin kitabı. Yaşadıklarını sorgulayanların, kendini, kendi dünyasını ve dünyayı sorgulayanların kitabı. Bundan sebep soluksuz okunuyor.
Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri. Tam bir armağan, size ve sevdiklerinize. Kuşların sesini, rüzgarın sesini, dünyanın sesini bir ağaca çıkmadan duyamayacağını bilenlerin veya buna inananların kitabı. Birbirini tanımadan mutlaka bir yerlerde olduklarını bilme hissiyle sevenlerin kitabı.
Kendinize alırken bir tane de çok sevdiğiniz birine almanızı tavsiye ediyorum o yüzden. İsterseniz bir otobüs durağına bırakırsınız.
"Ağaçtaki kız" okunmuyor, izleniyor sanki. Üç kişilik bir film belki. İkisi kitabın sayfalarında yaşayan , biri de onları elinde tutan, incecik bir inatla.
"Anneler ve babalar çocuklarına kötü davranırlarsa bütün hayatın onlara kötü davranacağını" söyleyen bir kitap. Hep hatırlamalı bunu.
Satırlarının arasında sıklıkla bunu daha önce söylemiştim değil mi ? Olsun yine söylüyorum çünkü bu satırları ben yazıyorum diyen bir kitap. Bir akış. Tıpkı ne olursa olsun akmaya devam eden nehirler gibi.
Uzun durduğum bir yeri alıntılamak istiyorum şimdi.
"Ben üzülünce burnumun direği diyebileceğim, hakikaten burnumun direği sayılabilecek bir yer sızlar. Acı sanki vücuduma oradan girer. Burun deliklerimden. Ruhsal tarafını bıraktım, aynı zamanda fiziksel bir acıdır bu. Hatta ruhsal acının nasıl fiziksel bir acıya dönüştüğünün tanımıdır. Sonra gözleriniz doluverir. Bu olduğunda acının şiddeti biraz azalır. Ama bu defa kalbinizdeki acılar çözülür, akan gözyaşlarınıza birlikte çoğalır. Biliyorum çok kötü tarif ettim".
O kadar güzel tarif etmiş ki durdum. Üstelik bu bölümün son satırında Şebnem İşigüzel de Yunus'u durdurmuştu. Ah Yunus ! Belki o an seninle beraber durmuşuzdur, şu an böyle düşünüyorum mesela. Böyle durduğum, kendime kaldığım, satırları kendime aldığım o kadar çok yer var ki yeşil kalemimin mürekkebi bitti kitaptan evvel. Her yanım not izi oldu kitabı okurken. Üzülünce burnunun direği sızlayan bilir bunu. Daha iyi anlayabilir onlar. Acı, burun deliklerinden girdiğinde kolay çıkmıyor çünkü vücuttan.
Hayata devam edebilen insanlar düşünemezler geçmişi.
Ağaçtaki kız, hayata devam edemediği için ağaca çıkıyor romanda. Hafızasını kaybedeceğini bilse kendini ağaçtan atabileceğini söylüyor ama yapmıyor bunu.
Çünkü Yunus'la tanıştıktan sonra değişiyor bir şeyler. Sonrası hep tepelerde, hep yükseklerde zaten...
Yüksekten korkmak diye bir şey yok ama sevdiği biriyle ters düşmenin korkusu var romanda. Çok var hem de. Sevdiği insanın, vicdansızın taş kalplinin teki olduğunu görmekten korkmak var. Yanlış anlamayın, aşk meşk konusunda değil de, fikri, siyasi; vicdani meselelerde.
" Hani kuru dallara basarsın ve bir ses çıkar. İnsan çok kahırla ve kederle ağlayınca içinden o sese benzer bir ses çıkar". diyor Şebnem İşigüzel.
İçimdeki kuru dalların geçmişte kalan seslerini duydum bu satırları okurken.
Öyle bir tuhaf, öyle bir zamansız kitap "Ağaçtaki kız".
Bir şey söyleyeyim mi size ? Daha doğrusu okuduğumu yazayım mı ?
"Doğa, içinde olunca seyredilmiyor. Dışarıdan bakmak gerekiyor doğanın zarafetine ve gücüne. Bu her şey için de böyle değil mi ?"
Biraz uzaklaşmak, daha iyi görebilmek isteyenlerin kitabı bu kitap.
Utançları ve ihanetleri olanların. Yanında onu seven biri olsa bile yalnız olanların kitabı.
Ne bileyim ?
Bunca kötünün ve kötülüğün orta yerinde:
"Belki de tek ihtiyacımız olan şey, sevdiğimiz insanlarla huzurlu bir evde istediğimiz şarkıları söylemek, istediğimiz kadar kahkaha atabilmek".
Günün birinde filme çekilirse babaanneyi canım annemin oynamasını kalpten dileyerek daha fazla alıntı yapmadan sizi kitapçıya yollamayı tercih ediyorum, iyiliğinizi düşünerek.
Güzel okumalar, ağaca dikkatli çıkın; uzun kalacaksınız unutmayın.
Yeni bir haftadan hepinize sevgiyle....
Burun deliklerinden acı alanlara; Şebnem İşigüzel'den nefis bir armağan.
Kendinize kalın, kendinizle kalın bu hafta...
Görüşmek üzere...