Menu
14 Mayıs 2017

Nilgün Marmara’nın Kaleminden Sylvia Plath

“Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam” diye not düşmüştür mezuniyet tezinin giriş bölümünde Nilgün Marmara.
Kendisi de Plath gibi intiharı seçen şair, Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümünden mezun olurken tez konusu olarak – yaşamına ve şiirlerine büyük ilgi duyduğu - Sylvia Plath’in şairliğini intiharı bağlamında analiz etmeye karar vermiştir.
Marmara’nın 1985 yılının ocak ayında okula sunduğu bitirme tezi; bu tarihten yirmi yıl sonra Dost körpe tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, Everest Yayınları tarafından basılmıştır.

 

“Ölmek bu dünyada yeni birşey değildir, ama yaşamak daha da az yenidir...” der Rus şair Yessenin “Elveda” adlı şiirinde, intihar etmeden önce. Benzer ya da farklı sebeplerle, sözlerini doğrulamak için kendini öldürmüş pek çok büyük sanatçı vardır. Aklımıza Kleist, Nerval, Mayakovski, Pavese, Crevel, Vache, Duprey, Caravan gibi şairler ve London, Hemingway, Woolf gibi romancılar gelebilir; ki yürekleriyle zihinlerinin sentezinin düzenini değiştirmeye çalışmış, ancak umutsuzluğa kapılarak pes etmişlerdir. Ölümü ısrarla kapıda bekleterek ıstıraplarını kendilerine ve başkalarına ölüm ve intihar giysileri dikerek ifade etmiş kişileri de anımsarız elbette; Lautreamont, Rimbaud, Dostoyevski, Baudelarie, Rilke, Artaud ve Kafka gibi.

Sylvia Plath’ın intiharına gelince ailede yaşanan karanlık deneyimlerin sosyal, tarihsel ve otobiyografik yıkımlara eklenmesi, onu önsel bir ideal olarak kabullendiği belirgin, açık seçik bir kendini yok edişe zorlamıştır. Bu ideal, kendi akışını tamamen kendi içinde, ölümün zaruri ve saplantılı bir şekilde hayata yayılmasında bulmuştur. Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Plath’in narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir. Karmaşık düşünce yapısını yol açtığı gerilimin niteliği çözümsüzlük doğururken, yaşamının gerilimi sonsuza kadar akar. Bu farklılık ölümün seçilmesinde, zihnin karmaşıklığının kurgusal bir temelde yaşamın sonsuzluğuyla birleştirilmesinde ve saf insanilikle felaketimsi bir ölümlülüğe ulaşmak yolunda şiirler yaratılmasında sentezlenir. Zihnindeki çeşitli kasırgalardan kurtulamaz. Uygarlığa yönelik tehditlerin, kitlelerin ideal bir insanlığa ve var olmanın hazlarına veda edişlerinin yanı sıra, Plath’ın oluşturduğu psişik atmosferde önemli rol aldıkları için en küçük ayrıntıları bile abartma eğilimi, şiirle tanımlanacak vakumu oluşturur. Peki neden düşünceli bir sükunet içinde mesafesini koruyup, estetik bir uzaklıkta duramaz? Plath’ın varoluşu, zalimliği doğal olarak kendisini yabancılaşmaya itecek olan şikayetçi zihni tarafından beslenen bir yalnızlık peçesiyle örtülür. Istırap içinde yaşar ve kaçamak kederini kavramayı başarır. Şiirlerini köşkünün tamiratı sırasında konan tuğlalar, intiharınıysa tam bir başarısızlık olan bu evin tamamen yıkılması eylemi olarak görebiliriz.

......

Plath’ın başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. Kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle olduğuna ikna olabilse, belki de “hayata ve ölüme soğuk bir gözle” bakabilirdi.

Her ne kadar şiirlerinde kadınların kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve S. De Beauvoir’ın “Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir” sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.

...

Plath şiirlerinde ölüm temasını evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. Şiirleri acı çekerken yapılan sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir tür serpintisinden doğmuşlardır. Gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. Ayrıca, Gizdökümcü Şairliğin ayırt edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden oluşturmasıdır. Ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek, kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat serine dönüşür.

S.Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama Plath’ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve Plath’ı hem gizdökümcü türün hem de 20. Yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter. Plath, ideolojik kaygıları Lowell ve Ginsberg’in bazı şiirlerinde olduğu gibi doğrudan ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.

.....

“Babacığım”, “40 Derece Ateş” ve “Leydi Lazarus”, Plath’ın içsel özel dünyasının zenginliğiyle toplumsal olayları, toplama kamplarını, Hiroşima’nın bombalanışını son derece kendine özgü bir kişisel atmosferde, kendi acısıyla birleştirmesini yansıtırlar. Erkekler; babası, kocası, faşist ordulara benzerler ve ne yazık ki;

“Her kadın faşistlere tapar,

Suratına inen çizmeye, senin gibi

Bir hayvanın hayvanca, hayvanca

Kalbine.” (Babacığım, Agy., s.223)

“Leydi Lazarus”ta (Agy., s.247), kişisel acı dünyasıyla ortak acı dünyasını birleştirmeyi başarır. Plath, psikolojik zayıflığını ifade eden konuşmacıda odaklanır. Kendini başarılı ve intihara meyilli bir yaratıcı, dinleyicileriniyse insan doğasının faşistçe yönlerini taşıyan sadistler olarak görür. Sonunda, reenkarnasyon yoluyla, “insanlıktan” intikam alabilecek bir cadıya dönüşür.

“Küllerin arasından

Kırmızı saçımla yükseliyorum

Ve erkekleri hava gibi yiyorum.”

 

 

Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi, Nilgün Marmara, Everest Yayınları, 3.Basım 2011

 

 


Herkes bilsin