Menu
25 Mayıs 2017

Ufuk Turu

Aytuna Tosunoğlu

1945 yılından, karısı Helene ile birlikte yaşadığı 16 Kasım 1980 tarihine kadar Paris’te, Ulm caddesinde yer alan Yüksek Öğretmen Okulu’nun lojmanında, 35 yıl boyunca önce öğrenci olarak yazdı, sonra hoca olarak yazmaya devam etti. 16 Kasım 1980 tarihinden sonra ise bir daha o sokağa “geçerken bile” uğramadı.

Geçen yazıda iki yaralı yürek, Althusser ve Helene 1945 yılında, İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında Paris’in içinden geçen Sen nehri boyunca yürürlerken hem dünyanın hem de kişisel yıkıntılarının arasından geçerler, demiştim. Bezginliği, hayalkırıklığını, zoraki savaşın darma duman ettiği hatıraların kıyısında bu iki genci biraz umuda çalan satırları yine Althusser’in yazdıklarından okuyabilirsiniz de demiştim, mealen.  Althusser’i bilmeyenler için bir ufuk turu öneriyorum.

Louis Althusser, “Tanrı’nın insanlara ihtiyacı vardır, Özne’nin öznelere ihtiyacı vardır; tıpkı insanların da Tanrı’ya kutsal biçimde ihtiyaç duyduğu gibi, öznelerin de Özne’ye ihtiyacı vardır.”[1], demişti. Onun Özne’si düşünmek ve yazmak olmuştur.

Karısı Helen için, ona duyduğu sahici bir sevginin de işareti olarak yorumlanabilecek şu satırları sıralıyor, Althusser; “Beni en çok duygulandıran – çünkü hiç değişmiyorlardı- Helene’nin elleriydi. Çok yaşlı bir kadının elleriydi bunlar; çaresiz ve umutsuz bir yoksulun, her şeyini vermeye hazır elleri. Bu ellerin üzerinde, arasında sık sık ağladım; Helene bunu neden yaptığımı asla anlamadı, ben de hiçbir zaman söylemedim. Ona acı çektirmekten korkuyordum.”[2]

Helene’e dair elde edilecek bilgiler, kocası Louis Althusser’in onun hakkında yazdıkları ile sınırlı kaldı. Bu, Helene’nin yaşamının Althusser üzerinden tanımlanması olarak algılanmamalı. Literatürde onun kişiliğine yönelik pek bilgi yok, dolayısıyla özgün bir biyografiden söz edemiyoruz. Althusserce çizilmiş olan portresi de eksiksiz olamaz. Meçhul bir kişilik olduğunu açığa çıkaran, hayali senaryolar için malzeme veren bir durum bu...

Helene Rytmann’ın ailesi Yahudi ve Rusya-Polonya sınırında bir kasabadan gelme. 1819 yılında Pogromlardan kaçarak Fransa’ya, Paris’e göçüyor. Helene orada doğmuş. Helene’nin çocukluğuna dair hatırladıkları Althusser’in kalemine şöyle yansıyor; “Annesi Helene’ni bir kez bile kucağına almamış. Bunun bir sonucu olarak Helene tüm çocukluğunu sokakta ve ilgisiz geçirmiş. Annesi ile olan ilişkisini iki kelime özetliyor: kin ve nefret. Althusser’in demesine göre, bu iki taraf için de çalışmış. Helene’nin ilk gençlik dönemi yine başıboş, şiddete eğilimli bir yapıda geçiyor.

Helene’nin babasıyla ilişkisi iyi olmasına iyiymiş ama kendisi daha 11 yaşındayken babanın kanser olması, ilerisi için yara sarıcı bir baba-kız ilişkisinin sonunu erken getiriyor. Şiddetli ağrılara karşı “iyi yürekli doctor” Delcroix’nın bıraktığı morfin iğnelerini yapmak Helene’nin görevi oluyor. Bu “iyi yürekli doktor” Helene’e 11 yaşından itibaren ağrı kesici morfin iğnesi vermek karşılığında düzenli cinsel taciz uyguluyor, oysa. Babası için ağrılar katlanılmaz bir boyut aldığında babasını kurtarmak için Helene elindeki tüm morfin iğnelerini babasına zerk ediyor, böylelikle ölmesine yardımcı oluyor.

Hayat tuhaf: Babanın ölümünden bir yıl sonra bu defa kin ve nefret ilişkisi süren annesi kanser oluyor. 12 yaşında ve yine kendisini “hemşire” rolünde bulan Helene, annesine bakıyor. Dr.Delcroix’nın bu defa annesi için bıraktığı morfin iğnelerini uygulamak yine Helene’e düşüyor. Ve yine acı içinde kıvranan annesinin ölmesine yardım ediyor...

Althusser Helene’i anlattığı satırlarda şunları da söylüyor; “Helene, annesi gibi ürkütücü bir kadın, bir cadı, haksızlığın ve şiddetin doruğunda, kendinden daha baskın bir gücün etkisiyle durmadan içine düştüğü korkunç aşırılıkları denetleyemeyerek çevresine kötülük saçan bir ifrit olup kalmaktan ölesiye korkuyordu.”      

Haksızlığa her daim baş kaldıran ve ele avuca sığmaz bir kız olan Helene yıllar içinde kendisini eğitir, hatta bir ara Sorbonne’da misafir öğrenci olarak derslere girer. Orada Spinoza ve Hegel’e karşı tutku derecesine varan hayranlık geliştirir. 1930’lu yıllarda Fransız Komünist Partisi üyesi olur ve hayatı boyunca da hep emekten yana, aktivist ve anarşist bir tutum izler.

Hayat geçer.

16 Kasım 1980 tarihi... Althusser birden kendisini ayakta bulur. Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki dairesinde, yatağının ayakucunda öylece duruyordur. Kasım ayının kurşuni günışığı, saat sabah dokuz suları. Önünde Helene vardır; ikisi de sabahlıklıdır. Helene, karyolanın kenarına oturup geri kaykılmış durumda, sırtüstü yatıyordur. Helene’nin bacakları gevşekçe yerdeki halının üzerine salıverilmiştir. Althusser diz çöküp karısının üzerine eğilir ve boynuna masaj yapmaya başlar. Hiç konuşmadan onun ensesini, sırtını ovduğu günler çoktur. Ama bu defa boynunun ön tarafını ovar. İki başparmağını göğüs kemiğinin üst tarafından etin yaptığı çukurluklara bastırır ve öylece basılı tutarak yavaş yavaş birini sağa birini sola, kulaklarının altındaki daha sert bölgeye doğru kaydırır.

Helene’nin yüzü dingin ve huzurludur. Hiçbir kımıltı yoktur; açık gözleri tavana dikilidir. Birden dehşete kapılır, Althusser. Helene’nin gözleri çakılı oldukları yerden hiç oynamıyordur. Onun ölmüş olduğunu anlar. Birden doğrulup bağırmaya başlar; “Helene’i boğmuşum!”

Althusser basamakları üçer beşer inerek, birinci katta oturan Dr.Etienne’in kapısını yumruklar; sonunda kapı açılır. O da sabahlıklıdır ve yüzünde şaşkınlık okunur. Althusser, doktoru sabahlığının yakasından tutup çekiştirir ve haykırır; “Çabuk gelip bak, yoksa Okul’u ateşe vereceğim!”

İkisi beraber Helene’nin önündedirler. Gözleri hala eskisi gibi sabittir. Dr.Etienne yoklar: “Yapacak bir şey yok, artık çok geç!” Althusser inatla; “Canlandırmak… mümkün değil mi?”

“Hayır.”

Althusser kronik melankoli tanısı ile tedavi gördüğü günlerde olur, bu olay.

* * *

Althusser’in annesi (yani henüz genç kız) Lucienne ve küçük kardeşi Juliette 1917 yılında, Cezayir’de bir çiftçinin kızları olarak yaşarlar. Bulundukları küçük tepenin diğer tarafındaki bir başka çiftlikte de iki oğlu olan başka bir aile yaşar. İki evin çocukları yıllar içinde önce birlikte oynarlar, sonra bu oyunlar aşka dönüşüverir. Oğlanlardan küçüğü Louis (büyüğü Charles) Lucienne’e âşık olur. Lucienne de bu aşka karşılık verir ve aile arasında bir törenle 1917 yılında nişanlanırlar. Ancak, 1.Dünya Savaşı sürmektedir ve Louis ağabeyi Charles ile birlikte Fransa ordusu için silah altına alınır.

Savaşın bilançosu kabarıktır. 1918 yılında savaş bittiğinde, toplam ölü sayısı on beş milyon, ölen asker sayısı ise bunun sekiz buçuk milyonudur.[3] Ölen askerler arasında Lucienne’nin nişanlısı Louis de vardır. Ağabey Charles geri dönmeyi başarır. Hayatının en büyük kayıbını yaşayan Lucienne için hayat devam etmek durumundadır. Ölen nişanlısının ailesi, “bizde bir tane daha var” der gibi, Lucienne’e Charles ile evlenmeyi önerirler. Sonuçta Lucienne ve Charles Althusser evlenirler. Bir sene sonra bebek Althusser doğar ve anne Lucienne oğluna ölen nişanlısının adını koyar: Louis Althusser. “Daha bebeklikten başlayarak, annemin kafasında sevgi olarak hiç ölmeyen bir adamın adı uygun görüldü bana: bir ölünün adı” diyor, Althusser.

Doğumu 1918’den 1930’a kadar Cezayir’de, Bolonya Ormanı civarındaki çiftlik evinde kendi ailesiyle değil, dede ve babaannesiyle yaşar. Babası Charles’ın işi gereği aile sürekli taşınmak zorunda kalınca bu bir türlü oturamamış hayatın içinde çocuklara yer yokmuş gibidir. Çiftlikte geçirdiği tüm zamanlar için “hayatımda mutlu olduğum tek dönem” diyecektir. Anne ve babasından uzakta oldukça kimliğini bulma yolunda güvenli adımlar atar. Tüm sorularının cevapları kendisiyle dost olan dedesinde vardır hep. Sonsuz ve sualsiz, talepsiz sevgiyi de babaannesinden alır.

1930’da babasının daha yerleşik bir pozisyona getirilmesiyle (bir bankada muhasebecidir artık) Cezayir kentinde Station-Sanitaire caddesindeki evde anne, baba ve kızkardeşiyle yaşamaya başlar.

Zorluklar da ondan sonra başlar. Çocukluğun masumiyeti bitmiştir.

“(…) Annemin sözleri hala kulağımdadır: “görüyor musun, kardeşin ne kadar zayıf ve narin? Kızlar mikroplara karşı oğlanlardan daha dayanıksızdır” ve dediğini iyice kavratmak için eliyle de göstererek, “bak, senin vücudunda yalnızca iki delik var, onun vücudunda ise üç delik.” Annemin böyle damdan düşer gibi karşılaştırmalı cinsellik alanına girivermesi karşısında utançtan yerin dibine geçtim.”

“(…) Babamın kızkardeşime, beni çileden çıkartan bir düşkünlüğü vardı; onu bana yakışıksız görünen bir biçimde kucağına aldığında, ensestçe girişimlerde bulunduğundan kuşkulanıyordum.”

İlkokulda öğretmenleri tarafından sevilen bir çocuk olmasına rağmen, Lise çağına geldiğinde etrafına uyumsuzluk göstermeye başlar. Bu durum bir dönem derslerini de etkiler. 1930-36 arası Marsilya’da sonrasında da Lyon’da Yüksek Öğretmen Okulu’na hazırlık olarak gittiği okulda sınıf birincisi olmaya başlar. Bu başarısıyla ve annesinin ölü sevgilisinin adını da taşıyarak onu adeta baştan çıkartır. Annesinin sürekli istediği şey zaten budur. Yazdıklarında, “Annem beni çok seviyordu.”, diyecektir. “Ancak sonraları, psikanalizimin ışığında, nasıl sevdiğini anladım. Onun karşısında ve dışında, kendi başıma ve kendim için var olamamamın altında ezilmiş hissediyordum kendimi. Bu işte bir yanlışlık olduğu; gerçekten sevdiği, hatta baktığı kişinin aslında ben olmadığım duygusu içimden hiç çıkmadı.”

Lyon’daki okulda en çok etkilendiği –onun çok iyi bir filozof olmadığını söylese de – sonraki çalışmalarını teknik olarak etkileyecek ve onun öğrettiklerinin izinden gidecek hocası Jean Guitton ile tanışır. Kendisinden dolaysız, net yazma becerisini ve felsefede deneyden önce var olanı kullanarak sonsuzdan çekip çıkartıyormuş gibi kolayca ancak tutarlı dolayısıyla da inandırıcı bilimsel yazı yazma sanatını öğrenir. Bunu öğrendiğinde 18 yaşındadır, Althusser. Okulun ona işine yarayacak bir yapmacıklık kazandırdığını söyler ve bu konudaki görüşleri –eğitim sistemi ve özellikle üniversite eğitiminin insana böyle yapmacıklıklı bir bilimsel bakış açısı kazandırdığına dair eleştirel görüşünü de korur. Felsefe tarihini çok iyi bilen Jean Lacroix ile bu hocası sayesinde tanışır. Felsefede sınıf birincisi olur. Yine okulundaki hocalardan Hours baba adıyla bilinen tarih öğretmeni Joseph Hours sayesinde o zaman Althusser için komunizmin biricik anlamı olan Maurice Thorez’in kitaplarıyla tanışır. Bu sırada büyük babası ölür.

Çevresindeki hocalar ve Thorez okumaları meyvesini verir ve tek başına tasarladığı bir projeyi gerçekleştirmeye girişir, Althusser. Kilise o günlerde sosyalizmin gelişmesine yanıt olmak üzere Katolik Eylem Hareketleri diye bir girişim başlatmıştır. Bu, bütünlük içinde tek bir hareket değildir. Toplumun çeşitli katmanları için ayrı ayrı uzmanlaşmış hareketlerdir bunlar. Köylüler için hıristiyan tarımcı gençlik, işçiler için hıristiyan emekçi gençlik, öğrenciler için hıristiyan öğrenci gençlik gibi. Althusser’in okulu Lyon Parc’da ise böyle oluşum yoktur. Hıristiyan öğrenci genclik hareketini kendi okulunda da kurmak için gerekli yerlere basvuru yapar ve bir cizvit papazının rehberliginde oluşumu başlatır.

Bazen çalışmak için gittikleri bir tarikatta bedensel arınma, el işleri ve sessizliğe adanmışlık hali Althusser’i oldukça etkiler.

1940 yılında, 2.Dünya Savaşı’nın “matrak savaş” adı verilen sürecinde askere alınır. Havacı olmamak için, daha doğrusu savaşta kutsal saydığı bedenine bir zarar gelmemesi için hasta numarası yapıp cephe görevlerine seçilmez. Vannes kentine gönderilir ve kısa bir zaman sonra diğerleriyle birlikte Almanların eline esir düşerler. Orada bulunduğu 3 ay boyunca kaçma imkanları olsa da kaçmayı (hele kızıl haç arabalarında kaçmayı) gururuna yediremez ve ne olacağını bilmediği bir bekleyiş içine girer. Sonunda kendisi gibi öğrenci olan arkadaşları ve 300 Normandiyalı köylü ile beraber Luftwaffe’ye gönderilirler. Luftwaffe’deki zorlu bir yılın ardından 1941 yılında, daha 23 yaşındayken, Schleswig Stalag XA numaralı esir kampına tutsak olarak gönderilir. 1945 yılında savaş bitene kadar orada kalacaktır.

Özyaşam öyküsünde, oradaki yılları yalın bir dille ve abartıya kaçmadan anlatırken tutsak olmanın zorluğunu, savaşın barbarlığını hissettirir. Annesi ve babası yanında olmadığı için kendisini bir nevi özgür hisseder. Kampın da kendine göre hiyerarşik bir yönetim tarzı vardır. Almancasını ilerletir, hastabakıcılık yapar, kadınların bacak aralarını Alman askerlerden aldığı iki parça çikolata karşılığı seyreder. Yedeklemeyi burada öğrenir. Uzun yıllar doğru düzgün yemek yememesi, önce parça ekmekleri biriktirmesine, sonra bisküviye, çikolataya, şekere yerini bırakır.

Ancak bu yedekleme alışkanlığından hiç vazgeçemeyecektir. Daha sonraları bu, dost yedekleme, kadın yedekleme alışkanlığı ile yer değiştirecektir. Marx’ın bize gösterdiği bütün bozulabilir nesneler arasında bozulmazlık gibi ayrıcalıklı bir özellikle tanımlanan tek nesne olan, yedekler yedeği para da Althusser’in favorilerinden biridir.

Bu savaşın da bilançosu ağır olur. Hatta kaynaklar ölü sayısı konusunda birbirlerinden daha dehşet rakkamlar verirler. En az gösterenini buraya alıyorum. İkinci Dünya Savaşı sonunda altmış milyondan fazla insan ölmüştür. Ölen sivil sayısı kırk milyondur. Almanlara esir düşenler arasından evlerine dönmeyi başaranların sayısı ise, on sekiz milyon.

Evine dönmeyi başaranlardan biri de “hiç ölmeyen bir adamın adını taşıyan” Louis Althusser’dir.

1945 yılında, yalnızlığın ve umutsuzluğun son kertesini yaşarken, tesadüf eseri bir araya gelen bir erkek: Althusser, bir kadın: Helene Rytmann. Savaşın kırık-döküklüğü sinmiş Paris’te, karın yağdığı bir akşamüstü, ortak bir dost aracılığı ile Concorde Köprüsü üzerinde tanışırlar. Nehir boyunca yürürler...

Althusser savaş nedeniyle yarım bırakmak zorunda kaldığı ENS’deki felsefe eğitimine geri döner ve 1948’de mezun olduktan sonra da okulunda kalır. Diploma tezini “Hegel Felsefesinde İçerik Nosyonu” başlığında yazar. Doçentliği ile beraber Fransız Komünist Partisi’ne üye olur. Okulunda Felsefe Yardımcı Doçenti ünvanını alır.

En çok alıntılanan Fransız Felsefeci olmak Althusser’i pek ilgilendirmez. Onun düşünmesi gereken başka şeyleri vardır. 1965 yılında, 47 yaşında iken kronik melankoli ve akut depresyon teşhisi ile bir kliniğe yatar. Bu dönemden 1987 yılına kadar doktorluğunu yapacak olan Rene Diatkine kontrolünde bir dizi ağır ilaç tedavisi uygulanmaya başlanır. Kronik melankoli Althusser’e aşağıda sıralamaya çalıştığım, akıl oyunları oynayacaktır;

- Çökkün duygu-durum (kederli ve mutsuz)

- İlgi ve zevk almada azalma (bıkkınlık)

- Suçluluk duygusu, günahkar hissetme

- Hareketlilik halinde azalma ve huzursuzluk

- Halsizlik hissi

- Ölüm düşüncesi, intihar planları

1945 yılından beri ilişkisini dalgalı bir şekilde sürdürdüğü Helene ile 1968 yılında birlikte yaşamaya başlar. 1970’de yeniden bir bunalım yaşar – daha doğrusu ara sıra yoklayan dürtüler gelir ve uzun bir sure gitmez. Paris’te Clinic Vesinet’ye yatar ve elektroşok uygulanmaya başlanır.

1977’de Helene ve Louis Althusser evlenirler ve ENS’nin lojmanında yaşamaya devam ederler. 1979 yılı sonlarında yemek borusunda şiddetli ağrılar duyar ve yediklerini çıkarttığı bir döneme girer. Sonunda okulun doktorunun yönlendirmesiyle endoskopi yapılır ve hianal fıtık teşhisi konur. Acilen ameliyat olması lazımdır. Yıllar yılı kullanılan ağır ilaçlar nedeniyle narkozdan uyandıktan hemen sonra anksiyete nöbetleri geçirmeye başlar.

Bunalım eskisinden daha sert bir şekilde geri dönmüştür: Akut klasik melankoli ve depresyon.

Durumu gittikçe ağırlaşınca yine kliniğin yolu görünür. Karısı Helene’nin durumu da iyi değildir. Althusserin yıllara yayılan depresyonu, manik ve hipomanik halleri onun da kötülemesine neden olur. Ayrıca ilgisizlik ve anlayışsızlık da Helene için çekilmez olmuştur artık. Althusser özyaşamöyküsünde, “Ben hastaneye yatınca o, yapayalnız, tek amacı beni ziyarete gelmek, sonra da içindeki tüm kaygı ve korkularla boş eve dönmek olan bir yaşam sürüyordu.”, diye yazar. Helene bu girip çıkmalar karşısında kendisini hep yalnız hisseder. Dostları dedikleri onu aramaz. Onunla ilgilenmez. Gelen telefonlarda kimsenin onun hatırını sormaması, kendisini değersiz hissetmeye zaten meyilli bu insanı gittikçe yalnızlaştırır.

Birlikte eve kapanık günler geçirirler. Tıklayan kapıya, çalan telefona bakmazlar. Althusser lojmanın kapısına ve okuldaki odasının camına “bir sure yokuz, ısrar etmeyin” yazılı not koyar.

“Zaman, kendi evimizde elimizle yarattığımız, işte bu dayanılmaz mahpusluk ve yalnızlık koşulları içinde geçiyordu; kimi dostlar daha sonra buna “çıkmaz” dediler, “iki kişilik cehennem” dediler; hatta daha ileri giderek, hesabın tamam olması için doktorumu da kadroya ekleyip “üçlü cehennem” bile dediler; onu resmen işe karışıp yardım etmemekten sorumlu tutuyorlardı.”

Bir gün tarih 16 Kasım 1980 olur.

1980’den, kalp krizinden öldüğü 1990 yılına kadar Paris’te yaşamaya devam eder. Aradaki on yılda mahkemesi görülür ve “cinayet işlemeye ehil olmadığı” kararı çıkar; iki sene zorunlu olarak bir hastanede tedavisine devam edilir. Hastaneden çıktıktan sonra ise sadece “Gelecek Uzun Sürer” ismini verdiği özyaşamöyküsünün üzerinde çalışır.

Kitabın basımı onun ölümünden sonra gerçekleşir.

Aşağıda yıllara göre tüm yayımlanmış makale ve kitapları yer alıyor:

 

1940-45           “Tutsaklık Güncesi”

1946                “İyi Duygular Enternasyonali”

1947                “Du contenu dans la pensee de G.W.F.H”  “On Content in the Thought of G.W.F.Hegel”

1950                “Hegel’e Dönüş”

1951                “Evlilik Müstehcenliği Hakkında”

1966                “Levi-Strauss Üzerine”

1967                “Felsefe ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi”,“The Historical Task of Marxist Philosophy”

1968                “Lenin ve Felsefe”, “Sur le rapport de Marx a Hegel”/ “Marx’s Relation to Hegel”

1969                “ideology ve Devletin İdeolojik Aygıtları”

1972                “Özeleştiri Öğeleri”,    “Machiavelli ve Biz”

1975                “Est-il simple d’etre marxiste en philosophie?” /       “Is it Simple to be a Marxist in Philosophy?"

1976                “On the Twenty-Second Congress of the French Communist Party”,   “Felsefenin Dönüşümü”

1977                “Enfin la crise du marxisme1”

1978                “Sınırları İçinde Marx", “Le marxisme aujourd’hui" / “Marxism Today”

Foucault’ya göre savaş sonrası Fransa’sında felsefe, marksist ya da marksist olmayan, fenomenolojik, ya da fenomenolojik olmayan ayrımlarının yanısıra, değişik türden iki kola daha ayrılabilir: biri bir duygu deneyimi ve özne felsefesi; diğeri “bir bilgi, akılcılık ve kavram felsefesi” – yani daha epistemoloji temelli bir felsefe. Althusser ikinci koldan yürümüş bir felsefeci olmuştur.

Kendisi de bunu doğrular şekilde konuşur; “Resmen tanınan kuram artık Marks’tan tamamen kopmuş ve Sovyet-usulü, yani Stalinci, diyalektik materyalizmin tehlikeli ve alıkça yavelerine ayak uydurmuş olduğundan, tutulabilecek tek yol olarak Marks’a dönmek, kutsal sayıldığı için tartışılamayanbu siyasal düşünceye dönmek ve Stalin-usulü diyalektik materyalizmin, bütün kuramsal, felsefi, ideolojik ve siyasal sonuçlarıyla baştan başa saçma ve sapkın olduğunu göstermek (bana) kalıyordu.”

Althusser’den son bir alıntı daha; “Bilindiği gibi ben her zaman “politikaya filozof olarak, felsefeye de politikacı olarak karışmaktan” başka bir iddiam olmadığını ilan ettim. Nitekim araştırılırsa, politika konusunda olsun, eylemlerimde ve deneyimlerimde olsun, benim kişisel yapıntılarım (fantasmes) tam takım halinde bulunabilir: yalnızlık, sorumluluk, egemen olma.”

Bu ufuk turu burada biter.

 

[1] Louis Althusser, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, Çeviri: Alp Tümerkin, İthaki Yayınları, 2.Baskı, Nisan 2006.

[2] Louis Althusser, “Gelecek Uzun Sürer”, Çeviri: İsmet Birkan, Can Yayınları, 2.Baskı, 1998.

[3] Kaynak: The Time Tables Of History, Simon & Schuster, New York, 1991, s:472

(ilgili bölüm çevirisi: Aytuna Tosunoğlu)

 


Herkes bilsin