Jules Verne'in Hindistan yolculuğunu bilir misiniz?
Onur Bayrakçeken
Hindistan'a gitmeden, Ay'a seyahat etmeden, denizler altında dolaşmadan, hangi çocukluk ardında kendini unutturmayacak izler bırakabilir ki?
Süveyş'ten başlar. Ana baba günü bir limandan biner gemiye Jules Verne. Herkes bir yerlere koşturmaktadır. Limanda aileler bekleşmektedir, son öpüşler verilmektedir. Uzun yolculuk yapmış olanlar bilir; geri dönecek bile olsan, sevdiklerinle vedalaşıp onlara sırtını döndüğün ilk an, şöyle bir iki saniyeliğine de olsa kalbin düğümlenir. Kalpler düğümlenmektedir.
Jules Verne, ilginç bir adamdır, onun serüvenciliği ve yola düşkünlüğü daha çocukluğundan başlar. Rivayet odur ki, henüz 12 yaşındayken bir gemide tayfalık yapmak üzere evden kaçar, ama limanda babası tarafından yakalanır ve artık yalnızca hayal dünyasında seyahat edeceğine söz verir. Gerçi, çok sonraları, yazarlıktan kazandığı parayla kendine bir tekne alıp Cebelitarık'tan Akdeniz'e kadar epeyce yeri de dolaşır. Hindistan ise bambaşka bir hikayesidir onun: Süveyş'ten kalkan gemide tanıştığı dostları Phileas Fogg ve Paspartü ile Bombay'da iner. Benim Bombay'a özel bir hayranlığım vardır, neden bilmem, çocukken çok çekici gelirdi. Belki ismindendi; Hint kentlerinin isimleri çok müzikal değil mi? Bombay, Kalküta... belki de Jules Verne ile dostlarının, Bombay'dan Kalküta'ya bir filin sırtında giderlerken, Tanrılara kurban edilmeyi bekleyen bir kızı kurtarmalarından! Onu okuduğum günden beri Bombay, dünyanın bütün yüküne en güçlü yürekleriyle dayanan güzel Hint kadınlarını imgeledi aklımda.
İşin doğrusu, Jules Verne Hindistan'a gerçekten gitti mi gitmedi mi bilmiyorum. Ama gerçekten gitmediyse bile beni götürdü: Phileas Fogg ve Paspartü ile ben de Bombay'ı gördüm, Kalküta'yı gördüm; “80 Günde Devr-i Âlem”i okuduktan sonra, haftada en az bir gece, Bombaylı kızlara şarkılar söyledim, Kalküta'nın ismine hayran oldum.
Ortaokuldayken Pink Floyd ve Elvis Presley ile rock müzik dinlemeye başlamıştım. Sonra tabii ki Jimi Hendrix geldi, Jefferson Airplane geldi. Onlar size de geldiyse bilirsiniz; ellerinde bir haritayla gelirler. Bir tür define haritasıdır, sizi ABD'nin Woodstock kasabasına götürür. Orada güzel müzik vardır, tarih 15 Ağustos 1969'dur. Akşam saatlerinde sahneye dalgalı saçlarıyla esmer, büyük burunlu ve ince ağızlı bir adam çıkar. O adam, Hindistan'ın yetiştirdiği en büyük sitar ustalarından biri olan Ravi Shankar'dır. Batıya sitarı tanıtan adamdır Ravi Shankar. The Beatles'ın gitaristi George Harrison'a sitar çalmayı o öğretmiştir. Böylece Beatles'ın güzeller güzeli şarkısı “Across the Universe”, sitarın büyülü sesiyle bezenebilmiştir. George Harrison'ı ziyaretinden sonra sitar çalmayı öğrenen Rolling Stones gitaristi Brian Jones da bize “Paint It Black” gibi bir şaheseri vermiştir. Bir an için bu şarkılarda sitar olmadığını düşünsenize!
Ravi Shankar ve sitarı, büyülü Hindistan imgesini müziğe döktüler; Tagore ise şiire. Nobel ödülü alan ilk Doğulu olarak tanınan Tagore, şiirlerinin yanı sıra yazdığı binlerce şarkıyla da biliniyor. Ravi Shankar, 2012 yılında hayatını kaybetmeden bir yıl önce Londra'da verdiği bir konserde, bir Tagore şarkısını çalıp söylemişti. O zamanlar haftada en az bir defa Youtube'a Ravi Shankar yazar, daha önce izlemediğim bir performansına denk gelirsem izlerdim. Tagore'la da işte böyle tanıştım. Onun “Sedin Dujone” şarkısını söylüyordu Shankar, sonraları şarkının birçok başka yorumunu da dinledim; hepsi birbirinden güzeldi. Şarkının ne söylediğini bilmesem de, kalbime işlemişti. Sonra Tagore'un şiirlerini de okudum. İlk okuduğum Tagore şiirlerini Bülent Ecevit çevirmişti. Biraz araştırınca öğrendim ki, Bülent Ecevit'in Tagore'a olan ilgisi ta çocukken başlamış. Benim Jules Verne sayesinde Hindistan'a duyduğum ilgiyi, o Tagore ile duymuş ve Londra'da Sanskritçe öğrenmiş. Böylece işten güçten, dersten sınavdan ne zaman bunalsam bir şarkı açtığımda, aklıma şu dizeleri düşürebilmiş:
“sularda köpükler gibi
rüzgârda gülüşler koşuyor bak
boşversek de işi gücü
günü türkülerle harcasak”
Bazen düşünüyorum: Ben çocukken Jules Verne ile Hindistan'a seyahat etmesem, yine de mutlaka bir Ravi Shankar şarkısına ya da Tagore şiirine denk gelirdim, ama acaba bir Hindistan imgesinin, bir kültürel definenin izini sürmenin tadına varabilir miydim? Herhalde varamazdım. Çünkü Jules Verne, “80 Günde Devr-i Âlem” ile benim elime bir harita tutuşturdu, ben ondan sonra Hindistan yollarına düştüm. Hindistan bana gelmedi, ben Hindistan'a gittim. Bunun ne kadar önemli olduğunuysa yeni anlıyorum.
Dünyayı merak etmeyen, keşfetmeyi sevmeyen ve Hindistan'a gitmeyi bilmeyen kişi, büyüdüğünde şaraptan korkacak, sevişmekten utanacak, şiirden tiksinecek kişi olacaktır mecburen. İnsan bilmediğinden korkar çünkü ve kendi kabuğunun dışındakinden utanır; bu yüzden kendinden başkasını tanımayan, kendinden başka herkesten korkacak, başka her yaşamdan utanacaktır.
Jules Verne'e müteşekkirim. F. Scott Fitzgerald, "Büyüdük ve bu berbat derecede zordu. Bu aşamayı atlayıp, bir çocukluktan diğerine sıçramak çok daha kolay,” diyor. Ancak bir çocukluktan diğerine sıçrayabilmek için, çocukluğun izini yitirmemek gerek ve bu büyümekten bile zor ve ciddi bir iş! Hindistan'a gitmeden, Ay'a seyahat etmeden, denizler altında dolaşmadan, hangi çocukluk ardında kendini unutturmayacak izler bırakabilir ki?