Menu
24 Mayıs 2017

Şiirli Bahçe - VI

Feridun Benden

Ferdiun Benden

 

Kur’Ağaç, bülbüllerin şakıma serenatları: (mi manchi ‘seni özledim’; come sei bela ‘ne kadar güzelsin’ ; Ti amo ‘seni seviyorum’;  ti adora ‘sana tapıyorum’) karşısında  şaşkınlığa uğradı,  gözünden akan uyku, göz kapaklarına düşmedi (Dikkat(!) son üç sözcük ç(a)lıntıdır!!!  Homeros destanının, A.Erhat ve A.Kadir,  İlyada çevirisinden.)

Ammaa şairimiz, uykusuzluğunun şikâyetini şöyle dile getirecektir:

“Her gece mi bu uykusuzluk!/Hele saatin tıkırtısı!/Ya karasinek düşünceler!/Çıldıracağım bu gidişle;/Yatak değil sanki cehennem.”

Şiirin son ikilisinde:

“Derhal gelebilirse ölüm;/Kapı açıktır,

(“Arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık” anımsadınız değil mi Ajda’yı?!)

lamba sönük.”

Bakın Kur’Ağaç, ne düşünüyor (?) pek de karamsar değil, hani!

“Aşkın o sihirli elini hisseder gibiyim!”  Erol Sayan’ın Segâh notalarından sonra, kafasına düşen saksıyla şaire yaklaşmakta:

‘Çook ihtiyarladım çook!/ Kız  Kulesi’ndeki  sevgiliye ulaşmak;/ aşkın kütlesiyle doğru,/ uzaklığın karesiyle ters orantılı!’ şimdiii!!!

Sürdürdü umutsuzca, Kur’Ağaç:

‘Aşk koşuyorsa/zaman duruyor/zaman koşuyorsa/sevda…/ düşen hüzünlü yaprak oluyor!/ooooffff!!!’

“Sana ne layn!!? “

Elinde bir demet karanfil, yanına ilk yaklaşan genç kıza verilecek!

Yalnız ve kızgın Cahit’in sorgulayan bakışları karşısında, bir adım geri çekildi, Kur’Ağaç!

‘Görüyorsun/ Solmuş,/ elimde bekleyen karanfiller!’

Hatırlıyor musun (?)/Yârin dudağından getirilmişti onlar;/ âlev âlev tutuşurlardı sevdadan (!)/ruhum tanırdı onu şibuhi (!),(acılı) tadından…

‘Haşim’in şiirini tek sen bilmiyorsun gönlümü acıtıyorsun!..

Ne zaman geçecek (?)’

Hilmi Yavuz’u anımsadı Kur’Ağaç:

“Ne zaman diye sorma, ne zaman /Yaprağın fetreti gülün kıyâmına/Gülün kıyâmı ağacın isyanına/dönerse işte o zaman.”…

Sevgili Oktay Akbal, mühürledi:

“Bu konuyu, Nazım’dan sonra bir kez daha yazmak pek çok kişinin yanaşamayacağı tehlikeli bir denemedir!”

“Bilmiyorum, Cahit!”

“Bilsen iyi olur (!) vaktim giderek azalıyor!

Git söyle Denizhan’a/nerde benim kaidem?/geçtim küçük alıntıdan/yok mu anım sanım?/dünya üz’re yaşanmışlığım!”

Kötü öğle sonrası oldu; Kur’Ağaç için Cahit Sıtkı’nın serzenişi…

Kuş sesleriyle uykuya dalmış, rüyasında  Fucivara sarayının  hamamında  güzellerle oynaşmış,  akşamdan kalma Kur’Ağaç’a bindirilen bu fırça(!) pek de, yenilir yutulur değildi, ya!!!

***

‘Çok yalnızım, çook Ziyacığım; bu yüzdendir içkiye ihtiyacım!’ demiş miydi acaba sevgili dostu Ziya Osman Saba’ya, Cahit Sıtkı Tarancı…

Böyle söylememişse bile, şu dizeleri armağan edecektir bize:

“No’lur, gözlerine geceler dolmadan,/Bana altın gibi bakışlarını ver…”

‘Akşam Vakti’ adlı şiirinin son ikilisinde.

Ne demeyedir tüm bunlar, bin dokuz yüz otuzlu yılların başlarında, henüz yirmilerini sürmektedir şair ve kendini yakışıklı bulmamaktadır, (Ahmet Haşim de bu dertten muzdariptir) bu nedenle kendinden küçük kızlara gönül düşürmektedir…

Niyesi, onların sığırcık yavruları olduğu kanaatindedir, yani ‘Gözleri açılmamış sığırcık’ anlamınadır…

Seksen yıl sonra böyle midir (?) iletişim çağının genç kızları, ne yürekler paralamışlardır yaşadıkları globalleşmiş dünya içinde!

Aklıma gelmişken, deyivereyim:

Amerika’da yeni bir akım ‘Virgine’ evliliğe dek bekâreti korumak. Tarikata giren genç kızlara ve erkeklere ‘Kilise Babaları’ maaş bağlıyorlarmış (!)  yalnız iç huzursuzlukları,  doğanın dürtüleri için periyodik bakıma da alınıyorlarmış, Psikiyatristler babında...

Bizde de, ikna odalarında sıkmabaşlar için yapıyorlar galiba! Tuhaf işler vesselâm…

ABD Medyası; Yazılısı, görüntülüsü ve türlü türlüsü, elma şekerini uzaktan gösteriyor; (Erkek, kadın!) ama dokunmayı, yalamayı yasaklıyorlar…

Yeni Evangelist ahlâk biçimi!

Asıl adı Hüseyin Cahit olan şairimiz, (Hüseyin Cahit Yalçın) benzerliğinden olacak ki, babasının adı Sıtkı’yı benimsemiş, soyadı kanunuyla Tarancı soyadını seçen aile, Prinççizâde’likten çıkarak yeni bir kimlikle Cumhuriyet Türkiye’sine uyum sağlamıştır. Zira ‘zâdelik’, ATATÜRK devrimlerinin ruhuna aykırıdır…

Şimdi Reislik çağı başlamıştır (!) deniliyorsa da ‘zaman’ın ruhu’ ne getirecek (?) ne götürecek bilinmiyor!

Bu günlerde, bazıları Arap kimliğine ulaşmak için, soy-soplarını Kureyş’e yaslamak telaşı içine düşmüşlerdir, ne diyeyim, ‘Hayırlara vesile olsun!’

Cahit Sıtkı, Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı, Ziya Osman Saba’nın anlattıklarıyla yazın dünyasının belleğine nakşolmuştur diyebilirim.

Nitekim Kafka’nın arkadaşı, Max Brod olmasaydı; âlem, Kafka’dan bihaber kalacaktı! Yakılsın diye verilen defterler onun sayesinde günyüzü aydınlığına kavuşmuştur…

Onun, bu eylemi, sevgili arkadaşına, ihanet bedeli olarak ve bin dereden su getirilerek ödetiliyor, çook bilmişlerin edebiyat dünyasında…

Ah kemiksiz dil (!) ne Tuhaf!!!  (Ucube mi deseydim?!)

Milena, Kafka’nın sevgilisi, onu zamanımıza taşıyan başka öğe olmuştur.  Aralarındaki aşk, öyle bildiğimiz salya sümük ilişkiler değil; ya bir ya da iki kez… (Ahmet Rasim, paşa kızı, Nigâr Hanım’a, Bayati Araban Makamında; beste ve güftesi kendine ait “Hüdâ bilir ya iki def’a gördüm ol güzeli” diyecek, Milena-Kafka ilişkisini anımsatarak!)

Prag buluşması olmuş aralarında; gerisi,  artık yazılmayan,  mektuplara dayanan ilişki diyorum ya; Hülya Uçansu’nun ‘Onat Kutlar’a Mektup Var’ kitabı, soğumuş, mektupsuz yüreğimize su serpiyor…

Okumadım, gönderirse iyi olur; küçücük emekli maaşı yetmiyooor bunları takibe! Öğrendiklerim orda burda yazılanlardan öte gitmiyooor…

Enver Aysever, İsa’dan önce, kırk kadarını bulur buluşturur, yıllık istihkakımı adresime postalardı; bir o kadarını da Kitap Fuarlarından ben(!)…

Şimdi ‘nerde o günler nerde’(?) Alâeddin Yavaşça yapıtı, Hicaz şarkının avuntusu içindeyim!

Şairimizin Saba’ya yazdığı elli yedi mektup, elbet de dostluk ilişkisinden doğmuştur!  Zamanımızda dostun kokusu, mavi, kırmızı mürekkebin sevda rengi; sarı, pembe sayfalar üzerinde bulunmuyor.

Varsa yoksa sanal mektuplar…

Onlar da siliniyorlar, uyandığımızda; unuttuğumuz düşlere benziyor!

Belki fazlası vardır…

‘Varlık Dergisi’nde yayınlanan ‘Ziya’ya Mektuplar’dan öğreniyoruz, tam sayıyı…

Ziya Osman Saba, şöyle tanımlıyor, on yedi on sekiz yaşlarındaki delikanlıyı:

“Esmer, arkaya taranmış, siyaha çalar saçlı, ince dudaklı, Üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık,”

(Kepçe kulaklı demeğe dili varmıyor, o günlerin zerafetiyle, şimdi:

‘Türkiyyaaa (!) bağırsaklarını temizliyor’ sözleri, yanında arınmış kalıyor!…)

“Alnı darca, bütün güzelliği, koyu kestane, Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü mânâsında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine,  kravatlı bir gençti…

Halinde, duruşunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi, onun hiç değilse, İstanbullu olmadığını söylüyordu.”

Anlaşılıyor ki, içe dönük bir genç adam! (Zebercet’e benzetsek yeridir; şimdi sormayın Kur’Ağaç’a,  O da, kimdir?)

‘Ömrümde Sükût’ da bakın ne diyecek?

“Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika, /Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek,/Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,/Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek!”

Bu karamsar duygu giderek ellilere dek sürecek, ‘Cavidan’ Hanım’la tanışma onu hayata bağlayacak ve ‘Düşten Güzel’ diyecek:

“İlktir baharın gönlümce geldiği/İlktir hem sarhoş hem ayık olduğum/Bir gerçek içindeyim düşten güzel/Sevdiğim gülüyor yanı başımda”

Şiir, tutkudur şairde. Daha lisedeyken yazdığı şiirler ”Muhit, Servet-i Fünun/Uyanış” dergilerinde yayınlanmağa başlamış; yıl otuzların başıdır henüz…

Diyarbakır’da başlayan ilk eğitim, Kadıköy Saint Josef Lisesi’nde orta öğretim, sonrasında Sultanî’ye ulaşım; iyi derece Fransızcasıyla (Söylenenleri anlıyorum da, konuşamıyorum yavesi değil elbet!) gelsin Baudelaire, Mallarme,  Rimbaud…

Liseden sonra, Mülkiye Mektebine yazılmış, ancak şiir ve bir o kadar da rakı tutkusu (kimin değil) bırakmamıştır peşini. Dört yılın sonu hayal kırıklığı ve Diyarbakır’a ailesinin yanına dönüş…

Anne sevgisi bitmez tükenmez ateştir onda…

Mülkiye Mektebi başarısızlığı, şairin eğitimini sonlandırmadı, ardından ‘Yüksek Ticaret Okulu’na yazıldı; ancak diploması aranmakta olup;  bulana, henüz bilinmeyen şiiri, ödül verilecek!

Şimdilerde iki milyona yakın genç, ÖSS kapılarında bînefes, can çekişip duruyor, hele son yılların sınav soruları FETÖ örgütünce sokağa dökülmüş, (Büyüklerimizce fark edilmemiş!!!) örgüt üyesi olmayanlar için: “Yandı gülüm keten helva” olmuş! Onlara; ne istemişlerse verilmiş; af dilenerek  CUMHURDAN (!) kıldan yağ çekerce, Pardon! Yağdan kıl çekerce olacak, heyecandan olmalı, dil sürçmesi, nice diller sürçüyor da, bir şey olmuyor (!) Kur’Ağaç’ın ki (…)  kime zarar verdi, şimdi…

Anımsıyorum, lise üçlerde: “Yav Hoca! bu soru çıkmıyooo sınavlarda. Ne gereği var türev, integral, matris (Larry ve Andy W. Kardeşlerin yazıp-yönettiği, Başrolünü, Keanu Reeves’e verdikleri, film değil!) uygulamalarını öğrenmenin (!) sanki liseler ‘Yan gelip, sıralarda uyuklanan beş yıldızlı otellerdir! ”

Şairimiz, babasının bozuk giden işleri nedeniyle iş hayatına Sümerbank’da başlıyor. Artık kalmadı bu adla anılan işletmeler öbeği, özelleştirme uğruna ‘Babalar gibi’ satıldı, ören yerlerine döndü ve bin yıl sonra yapılacak kazıları beklemekte onlar!’

Ah şu şairliğin baş belâsı, Paris (!), (Nadir Nadi, Doğan Nadi ve CUMHURİYET; düşlerine ulaştırır şairi) gidince mi (?) oraya şair olunur ne? Cenap Şehabettin, Yahya Kemâl, Ahmet Haşim ve yenilerden niceleri, adlarını saymadıklarım,(Saysam mı?) bu kentten geçmediler mi?

Baudelaire, yayan yapıldak yola çıkmadı mı bu kent uğruna?

Yok yok, şair olmak için tutmalı derim Paris yolunu; (Orayı mesken tutmuş İki öğrencim, ısrarla soruyorlar nerede kaldığımı) serseriliği, açlıkla yaşamalı doyasıya, değil mi ya?

Ah Fikret Muallâ, yaşamı şiir olan ressam!..

Şairimiz de soluğu aldı orada, Paris radyosunda iş buldu, Türkçe yayınları spikerliğini üstlendi, ayrıca gazete muhabirliği yapmaktan geri durmadı. Hikâyeler de yazdı…

Gezdi tozdu, lanetli diye anılan; Verlaine, Rimbaud, Baudelaire, La martine, Leatreamont, Mallarme, Valery”lerin dolaştığı mekânlarda boy gösterdi, havasını soludu, meyhanelerinde es verdi; bir de rastlaşmazlar mı(?) parkımızın ev sahiplerinden ‘Oktay Rıfat’la…

İşte buna kaymaklı kadayif denir bence:

Bir zamanlar altı ve üstünün yanıp yanmadığı anonsuyla yapılan yüksek siyaset erbabını hatırlamadan yapamadı Kur’Ağaç!

Hep avarelik (Hırsızın oğlu hırsız olur konulu filmin oyuncusu Raj Kapoor’un avere mu seslenişini anımsadıysanız…) değildi elbet onunki; şiir üzerine düşünüyor, Sciences Politiques’e devam ediyor, yoğun okumalarla kültür biriktiriyordu, dönünce faizinden yararlansın diye!

Aksilik bu ya! Paris Alman’ların bombaları altında kalıncaa…

Amerika ve ortaklarının bombalarıyla yıkanan Irak, Suriye ve benzerlerini düşünün;  Kutsal Kitap’ın emrine karşın (!) bin dört yüz yıldır birbirlerini yiyen Arapları (…) eksik kalmasın Putin’i…

Üst aklı durduran, ikinci paylaşım savaşının üçüncüye evrileceği hissedilir (Ergin Yıldızoğlu, CUMHURİYET’deki köşesinde, neredeyse haftanın iki günü sezdirmekte!) oluyor oralarda…

Akibet yurda dönüş, neyle? Bir miktar yol, bisiklet pedallarıyla Bordeaux’ya ulaşıyor, sonra, Perigueux ve Cenevre’ye sağ salim varıyor yolcumuz…

Oradan Diyarbakır’a ulaşmak kolaydır ya, ama nasıl? Sorup soruşturayım, öğrenince yazacağım Türkiye yolculuğunun bu kısmını!

Peki, bu güzel insan, şiir üzerine ne düşünüyordu bunu da öğrenelim:

Onun, ölmek-yaşamak, arasında kalmış; gel-giti, acı ve sevincin bir arada bulunma ikilemi ‘Üstü kalsın’ anlamınadır!

Dizelerinin sonsuza dek okunacağına inanmak ister! Kim bilir (?)‘Görmez’ ozanla yarışa çıkmıştır belki (!)

Ama bu yarışta iddiası olan, Venüs’ün oğlu, ‘Aeneis’ adlı kitabında, Roma İmparatorluğu’nun destanını, İlyada ile yarıştıran Vergilius’dur…

Kur’Ağaç’ın çöp bidonunda kaldığı kadarıyla; ‘her gün içini karıştırıyorlar, ne bulurlarsa yele veriyorlar, her şey birbirine karışıyor!’ ‘Fuzulî’ yakınışıyla:

‘Öyle bir kitap yazacağım ki, Homeros ardımdan nal toplayacak!!!’) diyor!

Çok mu karışık oldu?!

Neyse dönelim Tarancı’ya…

Cennet-cehennem, aynanın iki yüzünde değişmeli akislerdir onda! Yakınılan yalnızlık, yaşama tutkusu, umut-umutsuzluk, ayrılık hüznü; imzasını içtenlikle attığı şiirlerin konusudur…

Şiir; ilk göz ağrısı, ilk sevda, çocuğun doğarken ilk nefes alışındaki çığlık, büyüdüğünde ilk ilanı aşk (!) kadere atılan yumruk, ilk yediği darbeyle nakavt(!)…

İstisnası Cavidan Hanım!

Şair, sözcüklerle aşk yaşamaktır, diyor şiir için: bazen kırılgandır sevgili onun için; ama müthiş şehvetli demiyor; Kur’Ağaç, okuduklarını böyle çeviriyor (hani, çevirmen haindi ya!)…

Şairimsilere; geçmişi, şimdiyi iyi bilmek, geleceğe sağlam çıpalanmak, öğüdünü veriyor…

Şiirin dış görünüşündeki, değişik ölçü kalıpları, uyaklar, rediflerin görselliği; içeriğindeki, sözcüklerin çağrışımlarıyla felsefe yapmak, onunki…

Şiirlerinde toplumsal kaygıyı bir yana bırakmış, duygularını anlatmış eleştirisiyle üzerine geliyorlar ya; Peki, bunlar toplum içinde yaşayan insana değgin değil mi(?) her yiğidin yoğurdu kendine, Nazım’ınki de, ona!? 

Ben böyle toparlamağa çalışıyorum ya(!)aşağıda bakın işin ehli olanlar, onun şiir düşünceleri üzerine neler neler derlemişler satır aralarında(n):

“Şiir kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama kelime nedir? Annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir, hayaldir, yani bir manâsı, bir tedaisi, bir gölgesi, hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir. Kelime insanoğlundan haber verir. İnsanoğlunu işlemek her sanatkârın boynunun borcudur, insanoğlu dünyanın en zengin madenidir. Kelime dedik ama kelime boş bir kalıp değil ki!.. Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur. Şu var ki kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lâzım. Hangi kelime hangi kelime ile yan yana geldiğinde nasıl bir ışık peyda olur? Bunu bilmek lâzım. Mallerme’nin ‘Şiir, kelimeler dinidir’ demesi bundandır. Şiir bu suretle hüner ve marifet işi oluyor.”

Yaşar Nabi Nayır’ın önceden topladıkları ve Salih Bolat’ın sonradan katkılarıyla hazırlanan ‘Şiir Sanatı’ adlı kitaptan… 

Tamam, kelimelerin anhası minhası öğrenilince şiir yazılıyor mu bakalım:

OBSESSION

“Ey her gün gölgesini omzumda duyduğum el,/Gölgesi kendisinden bin kere

(Nasıl da benziyor Amadeus Mozart’ın Don Giovanni Operasındaki  bahçenin heykeli Commendatore’un hikâyesine! ‘Nerden çıktı bu opera ya?!’ diye söyleniyor Kur’Ağaç’a Cahit!)

/Herkes gibi bana da bir gün mukadder ölüm.// Kandırsın beni bırak bu renkler, bu kokular,/Ne olsa bu bahçede bir şarkılık günüm var;/Bilmem ne aksettirir yarın benden bu sular, /Ve sanmam geri gelsin bu giden günler ölüm”

Belki daha iyi anlaşılır oldu I5 Mayıs 1936’da ‘Gündüz Dergisi’ndeki bu şiirle ‘kelime’nin ne olduğu…

Şimdi diyeceksiniz ki, bizde mi böyle yapalım, hayır, asla! Şiir ve dünyası değişti, çok ve pek çok! Kendinize yöntem bulmaya bakın derim.

Şair böyle söylüyordu da sevgili arkadaşı, gözü yukarlarda olmamış, bulduklarıyla yetinmiş, bir süreliğine banka memurluğu yapmış, sonradan kapağı Devlet Matbaası’nın düzeltmen kadrosuna atmış, Ölümü de hayat gibi benimsemiş Ziya Osman Saba ne diyordu (?!) ölüm üz’re!

“Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz…/Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,/

(Şiir sever bazılarının dikkatine sunulur, mikrofon uzatıldığında seslendirilecek şiir bu olmalıdır!)

Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,/Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…/En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz/Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz.”

Sanırsınız ki, ikincisi birincisinden onlarca yıl sonra bu dünyaya veda etmiştir, birincisi kırk altısında, diğeri kırk yedisinde; arkalarında güzel şeyler bırakarak.

Diyarbakır dönüşü, ver elini askerlik. Daha çok okumalara ve şiir üzerine yoğunlaşmalara, bol bol şiir yazmalara…

Ne güzel değil mi? Vaktiniz varsa, yoksa bile, onu yaratarak siz de şiirler, güzelliğine çirkinliğine bakmadan, yazın yazın yazın, aldırmayın eleştirilere (!)…

Çıkacaktır içlerinden bir ‘miyabi’ (güzel) unutmayın…

Çoğunlukla Haiku için: “yüzlerce Haiku resmi (!) yapmış yazarın  on yapıtı gerçek Haiku ise; o, ‘Şair-i azam (!)’dır diye söylenir; aralarında: Matsuo basho, Yasa Bushon, Kabayashi İssa, Masaoka Shiki, Takahama Kyoshi (…)uzar da uzar liste!

Şair’e İstanbul pek yaramamıştı, askerden sonra. Bir süreliğine babasının muhasebe defterleri üzerin(d)e şiir egzersizleri yapar ya, sıkılır; henüz rakam ve sayıların şiir malzemesi olduğu bilinmiyordu o günlerde…

Firuzağa’daki baba evini terkederek, kendini Beyoğlu’nda pansiyonun birine atar; artık iyice yakınlaşmıştır meyhanelere…

Günahı Ziya Osman Saba’nın boynuna, kaç kez taşımıştır zil zurna şairimizi bu bekâr odasına…

(Kur’Ağaç ‘Sabahleyin yine çöp bidonumu tarumar etmiş, kelime toplayıcılar(!) şimdi nereye sıkıştırdılar; şu, benim ‘Bekar Odamı!’ diye söylendi…

Arşimides’i kıskandıran bir EURAKA(!) çekti…

“Bekâr odası/izdüşümüdür yalnızlığın!// odada:/sürüklenir çer-çöp,/aşk sonrası…//sabahleyin/toplanır, anılardan/arta kalan kırıntılar/rakı masası üzerinden…//Düş sarmalar gerçeği;/’Zeus’un çapkınlığı! /unutur insan;/uzanır küfrün ucu/sezgisine bilinmezin…//boyasız duvarların/renksiz bakışı,/yansır ressamın/madalyondaki renklerine;/burada kırmızı,/şurada sarı,/orada yeşil,/mor ve ötekileri…//mutsuz!/şairin;/’yalnızlık ruhun orospusudur!’/dizesine…/aynalarda/unutulmuş yüzlerin türküsü/dönüşür ağıta;/belirir tanıdık çizgileri/sırları dökülmüş/sevgililerin görüntüleri/silinir karanlıklarda…//gece,/beklenen sükût!/anıların sızısı/düşlerin karmaşası…//kimileyin/aydınlatır,/bekâr odamı;/açıktır televizyon/ama sessiz…

Kur’Ağaç devam edecekti daha ya; Tarancı:

“Yeter artık; yüreğimi daha çok kanatma!” diye susturdu onu…)

Öğütler para etmez…

Bakar ki, bu Bohem yaşantısı onu bitirecek, atar kendini Anadolu Ajansı’a, Ne iş olsa yaparım abi (!) söylemiyle, çevirmenlik düşer payına…

Burası, Başkent Ankara. Sanki orada ‘meyhane’ yokmuş;  ‘Mukassî görünürmüş’(?) Fuzulî’nin söylemiyle…

İşte hepimizin dilinden düşürmediği, “Yaş otuzbeş

(nerdeee bende,  onu ikiye katlamayı da geride bıraktım!?)

yolun yarısı eder./Dante gibi ortasındayız ömrün.”

(Söz aramızda (Off the record!) kalsın, Dante elli birinde göçüp gitmiştir bu hayattan ‘Cehennem’ine!)

otuz beş dizelik şiir, bir partinin birincilik ödülünü kapacaktır…

Yirmi bir yaşındaki Attila İlhan, Cebbaroğlu Mehemmed:

“Koman civarında bahar gelince/yıkılır ovadan abdal çadırları/yücesinde pâre pâre duman tutmuş/düdüldağ’ın yaylasında mekân kurulur.”

Dizelerinin ikincilikteki yenilgisi, amcasına çıkartılır; zira genç adamdan izin almamıştır, şairin yarışmaya katılmasına! Hani, haklıdır da, kim olsa, Nazım’dan sonra ‘Destan’ yazmaya hiç mi(?) hiç bulaşmaz, o yaşta!

Üçüncülük, otuz ikisindeki Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Çakır’ın Destanı:

“Aklın zina olduğu yerde,/Taşlar, odunlar gibi yavaş./Tarihin beyaz ve aydınlık havasından,/Karar vermişim, öleceğim,/Büyük hayvan iskeletleriyle sırdaş.”

Son beşlisinin yer aldığı dizelere verilmiş!

(Gökten üç elma düştü. Şiir sevenlerin başına, Eflatun Cem Güney anlatımıyla!)

Eyy okuyucu(!!!) şiirlerin tamamını bulun, okuyun, yan gelip yatmayın, jüri üyesi sayın kendinizi, ödülleri paylaştırın…

Kel alâka diyeceksiniz, ajanstan ayrılan şairin Toprak Mahsulleri Ofisi’ne geçmesine ya, daha sonra aklı başına gelecek, Çalışma Bakanlığı çevirmenliğine atacaktı kapağı…

Ne hayat be! Böyle yaşanılınca mı olunuyor şair!? Ne bileyim?..

Birde kara sevdaya tutulmaz mı(?)  bu arada, yeme de yanında yat! Neyse ki, aşk, evlilikle noktalanacak, şairimizin karanlık dünyası aydınlanacaktı, diyemiyorum; kısa süre sonra hastalanarak yataklara düşecek, Viyana’ya dek gidecek ama sonuç nafile!

“Delikanlı çağımızdaki cevher,/Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,/Gözünün yaşına bakmadan gider.” demişti çok önceden…

Ölümü hissederek yaşadı, kaçıp kurtulmak istedi, içkinin peşinde. Olmadı olmadı…

Aklı gerçeği buluyordu da, duyguları doğruyu bulamıyor muydu ne?

“Neylersin ölüm herkesin başında./Uyudun uyanmadın olacak,/Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?/Bir namazlık saltanatın olacak,/Taht misâli o musalla taşında.”

Otuz Beş Yaş şiiri bu dizelerle bitiyor, ama şairimiz henüz hayattadır daha. Şiirin peşinde koşan ‘Pan’dır, o. Bakın ne diyor Şiir Sanatı adlı kitapta:

“Bugün aruzla da, heceyle de, serbest vezinle de yüzümüzü güldürecek derecede güzel şiirler yazıldığı halde, bu vezinleri kullanan şairlerin çoğunda ortak, sakat bir kanaat üzerinde durmak istiyorum. Bu şairlerin her biri, kendi kullandığı vezinden gayrısıyla yazılan şiirlere bir kıymet atfetmek gibi, dar bir şiir anlayışıyla müteharriktir.”

(şimdi de öyledir, herkes bir ekolün (Sıkı arkadaşlıklar diyelim) içinde, kendi şiir anlayışında hararetlidir! Bunlara bilimsel doğrular katanlar da vardır ki, şiir artık orada bir bilmecedir!)

“Şüphesiz, bir şairin kullandığı, daha doğrusu kendince yarattığı araçtan aşkla bahsetmesi güzel bir şeydir. Aruz vezninin görmüş geçirmiş mükemmeliyetini Yahya Kemâl’den;”

(“Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin/Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde/Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin/Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde.”

dizeleri Türk aksağı 9/8 usulüyle Nihavent bestelenmiş, Osman Nihat Akın’ca…

Ancak on dört heceli dizelere bir vezin bulmağa çalıştım, gece boyu(!) tutturamadım; aradım taradım ‘yine felek yendi beni’(!) bir bilene soralım (!?)

Biraz sallama olmuşça geldi bana, develerin adım ritmi; zira ‘--..’ iki kapalı, iki açık hece kalıbı yok; Olsa olsa yöntemiyle ‘müs tef i lü’ diyeceğiz: ama sözcüklerde aralarında bölüntüye uğramış! Osmanlıca’nın garabeti mi acaba(?) bir bilenden açıklama bekleyelim, cahilliğimizi onaralım ve ayıbımızı kapatalım!)

“Hece vezninin Türkçeye kazandırdığı ses kıvraklığını Ahmet Hamdi’den;”

(“Seni beklemekle geçse de ömrüm/Şu fâni dünyada kalmasa gönlüm/Senden uzakta ölürsem bir gün/Ahirette seni bekleyeceğim.”

Eh,6+5=11 hecelisine aklım erdi çok şükür!!!)

“serbest veznin Türk şiirine açtığı imkân hazinelerinin zenginliğini Nâzım Hikmet’ten;”

(“Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey/Dünyanın en güzel sesinden/En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…/Fakat artık ümit yetmiyor bana/Ben artık şarkı dinlemek değil,/şarkı söylemek istiyorum.”)dizeleri, şairimizi haklı kılıyor…)

“dinleyenler, bu aşkın bazen şairlerine, kullandıkları vezin hakkında ne lezzetli şiir hakikatleri söylettiğini elbette bilirler. Fakat bu aşk, bugünün birçok genç şairinde olduğu gibi, diğer vezinlerdeki şiir meziyetlerini inkâra kadar götürdü mü onları, âşıklıktan çıkıp koyu bir taassup olur.”

Görüldüğünce, her zaman şimdikilerin, geçmiştekileri ve kendi tarafında olmayanları kıyasıya eleştirme hakkı doğuyor. Nedense, sıfırla biten her on yılın sonunda, bir kuşak oluşuyor ve birbirleri üzerine çeşitli karalamalarla yürüyerek şiir yapmağa çalışıyorlar…

Yukarda söylemiştim; kimileyin bu işin başını bilim adamları çekiyor ve toz kondurmuyorlar kendilerine…

Madem öyledir, hani dizeler dediğinizde, bin dereden su getirerek: “eveleme geveleme deve kuşu kovalama” tekerlemesinde buluyoruz kendilerini…

Peki, bu nasıl oluyor(?) en iyisini ben bilirim söylemiyle elbet…

Bakın ne diyor Felsefenin annesi, İoanna Kuçuradi, CUMHURİYET 1395 sayılı kitap ekinde, Ali Bulunmaz’a verdiği röportajda:

“Kendini bilmek, ilk başta zor bir iş, kimdir bu ‘kendi’? Ama bu, çocukluktan itibaren çeşitli derecelerde öğrenilebilir. Her şeyin ‘demokratikleştirilmek’ istendiği bir dönemde yaşıyoruz. Çoğunluğun yaptığı niteliksiz olunca niteliksizlikler normal düzey olur! Daha önce başka bir bağlamda söylemiştim: Yaptığımız işi iddialı yapmak (benzerinin en niteliklisiyle ölçmek) ile kendimiz hakkında iddialı olmak çok farklı iki huy.”

Ey şair arkadaş bilim adamı değilsen nedir sendeki bu uğraş?!

Herkes kendi yakın çevresinde çoğaltıyor değerlerini, yorumlatıyor şiirlerini!

Yalnızzz, Tarancı, birkaç paragraf sonra onaylıyor ustalarımızı…

İyi niyeti içinde boğuluyor, her şey güzel olsun istiyor; gerçek, yine kandırılıyoruz diyor,(Cumhurdan ve Allah’dan af dilemek yeter bu günlerde!) gönlü kırık KUR’Ağaç’a sufîce…

Neyse yine dönelim biz kitaba:

“Şaşılacak şeydir, fakat böyledir. Bazen insanın vezinsiz, kafiyesiz şiir söyleyebileceğini, bu gibi şiirlerde de en mükemmel aruz veya hece şairine mümkün değil anlatamazsınız. Şiir bahtını vezin ve kafiyeye bağlamış olan böyle bir şair, Oktay Rıfat’ın “Gün Sonu Konuşması”ndaki şu son parçasının sade ve derin güzelliğini tadamamaya mahkûmdur.

“Benzemezler insan dostlarıma./Ağaçlar gölgesini esirgemez;/Güneş köpekten daha sadık,/Dizlerime sıçrar, ellerimi ısırır,/Karşılık beklemeden./Hele kuşlar!/Avcılara bile kin beslemezler.”

Şair, şiir ve biçim üzerine, bir süre daha akıl yürütüyor ve şu cümlelerle kalan bölüme devam ediyor.

“....Aruzla yazılmamış bir mısra heceye de uyabilir, serbest vezinli bir şiirde de geçebilir. Ancak şiir bütün olarak alındığı zaman aruzla mı, heceyle mi, serbest vezinle mi yazıldığı belli olur.”

Geçelim geçelim:

“Asıl mesele, söylemek istediğimiz şeye nihai ifadesini verebilmektir. Bu şiirine göre, bazen hece ile veya aruzla, bazen de serbest vezinle mümkündür. Şair, şiirinin özlediği vezni keşfedebilen adamdır. Hece vezniyle yazılmış öyle şiirler vardır ki, okurken ’Keşke serbest vezinle olsaydı!’ deriz. Buna mukabil serbest vezinle yazılmış nice şiirler de vardır ki;’Benim vezinli kafiyeli yazılmam icab ederdi’ diye bar bar bağırır.”

Anhasıyla minhasıyla ne vezni kullanırsanız kullanın şiir güzelse güzeldir diyor şair; ben bunu anladım! Şimdi tam da, onun askerlik yadigârı:‘Haydi Abbas Vakit tamam’ dizelerini, Çarşı’da kurulmuş ‘Çilingir’ soframızda dillendirmenin zamanı gelmiştir…

ABBAS

“Haydi Abbas, vakit tamam;/Akşam diyordun işte oldu akşam./Kur bakalım çilingir soframızı,/Dinsin artık bu kalp ağrısı./Şu (Kur’!)ağacın gölgesinde olsun;/Tam kenarında havuzun.

Ahmet Haşim ekolünden gelen şairimize yine Haşim yanıt versin aşağıdaki dörtlüde;

Havuz

“Akşam yine toplandı derinde…// Cânân gülüyor eski yerinde/Cânân ki gündüzleri gelmez/Akşamları görünür havz üzerinde,” dizeleriyle…

/Aya haber sal çıksın bu gece;/Görünsün şöyle gönlümce./Bas kırbacı sihirli seccadeye,/Göster hükmettiğini mesafeye/Ve zamana./Katıp tozu dumana,/Var git,/Böyle ferman etti Cahit,/Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;/Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.”

Şairin şiir üzerine söylemeleri biter mi(?) bitmez elbet! Bakın ne diyor, yeni şiir üzerine:

“Yeni sanat diye bir şey bilmiyorum. Belki yeni sanatkâr; bırakın ki sanatkârın bu yenilik vasfı da ortaya çıkıp kendisini kabul ettirinceye kadardır, ondan sonra, en güzeli, sadece sanatkârlığı kalır. Meselâ Necati Cumalı”

(Parkımızın ev sahiplerinden biridir; ilerde Kur’ağaç, karşılaşırsa park çıkışına varmadan ‘Nereye be adam(!) görmez gözlerle geçip gittiğin yeri, bir tanı…

Unuttun mu Necmettin Halil Onan’ı:

“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın/ Bu park (Pardon; toprak olacak) bir devrin battığı yerdir.” İlk ikili böyledir ya; son ikiliye göz atarsak:

“Bir harbin sonunda bütün milletin/Hürriyet zevkini tattığı yerdir…”

Şairin anlattığı Necati Cumalı’ya dönersek, bakın ne diyor ‘Aşk Geçer’ adlı kısacık şiirinde:

Aşk geçer/Akar şu bulut gibi/Ey üzgün maviliklerde/boş kalan bulutun yeri.) “şiirlerini neşretmeye başladığı zaman yeni bir şairdi, şimdi ise sadece şairdir. Yeni sanat diye bir şey olamaz da. Nasıl olsun ki bugün yeni olan sanat, her yeni gibi, yarın eskimeye mahkûmdur. Sanatı için böyle bir mukadderatı kabul eden sanatkâr parmağını kaldırsın. Evet, her devirde yeni sanat diye bir moda akım ve kendini kaptıran zayıf sanatkârlar, kendini bilmeyenler vardır. İşte sembolizm ve sembolistler, fütürizm ve fütüristler, sürrealizm ve sürrealistler! Bu edebi mekteplerin düşüncelerine uygun olarak…”

(Bi’parça kantarın topuzunu kaçırmış sanki, sevgili dostum Cahit, ’sabah ola hayır ola’ sözleri döküldü hemen arkasında oturan Neyzen’den, Fera Feza Makamı geçerken, Kur’Ağac’ın bidonuna ters ters baktı; bidon dolu seslerle Beethowen’ın Kader Senfonisi’ni hatırlattı; (Dıdıdııı dıdıdıı!!!) hıçkırıkları boğazına düğümlendi Kur’Ağaç’ın, Beyatlı’dan aklında kalan:

“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” dizeleri hızla geçti, yaklaştım mı(?) dostların mertebesine?!’  diye düşünmekten kendini alamadı…

Kur’Ağaç, Neyzen’e dönerek, Eşref abi olsaydı iznini rica edecektim ya;  Charles Baudelaire, romantizm ile sembolizm arasında gidip gelen değil miydi?

“Ey ölüm/yüce kaptan/haydi vakit tamam.” diyordu ‘Kötülük Çiçekleri’ndeki birkaç dizede…

Rimbaud, Verlaine,Mallarme, Laforgue…

Unutulmayanlardan!

Cenap Şahabettin, Yahya Kemal, Ahmet Haşim (…) bizde hatırlananlar.

Filippo Tomaso Marinetti, mayakovski, Ezra Pound, D.H. Lawrence VE…

“Fakat/benim/ şiirime ilham veren perinin/omuzlarında açılan kanat/asma köprülerimin/demir putrellerindendir… “

diyen Nazım! Fütürislerden ihamlarını almamışlar mıydı?!

Andre Breton, Aragon, Eluard Paris’den; Ece Ayhan:

“O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey/incecik melankolisiymiş yalnızlığının/intihar karası bir faytona binmiş ablam/caddelerinden geçerken ölümler aşkı pera’nın” dizelerine ad veren ‘Fayton’ şiiri unutulur mu hiç?!

Oktay Rıfat, İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal Süreya; bizden sürrealistlerin izini sürenlerdi bir zamanlar…)

“Dikkat edilirse, gerçek sanatkârlar –kendini bilen kudretli sanatkârlar demek istiyorum- hep böyle moda akımların, insan meselelerini yalnız bir pencereden gören sanat ekollerinin dışında kalmış olanlardır.”

(Şair bir parça kızgın görünüyor söylediklerinden anlıyoruz bunu. Aşağıda ‘Toplumcu Gerçekçiler’e verip veriştirecektir Allah ne verdiyse!)

“Bugün de ille her sanat eserinde sosyal bir meselenin ortaya atılmasını şart koşan moda –akım”

(Estetikçi Georg Lukacs, Budapeşte’nin Kerepesi mezarlığındaki sandukası içinde sağından soluna döndü, kemiklerinin sızladığından şikâyet etti…)

“karşısındayız. Deniliyor ki: sanat, toplumun, sosyal bir davanın emrinde olmalıdır. Bunu diyenler, sanatın başlı başına bir dava olduğunu unutuyorlar; Unuttukları için de yarın büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. Zannediyorlar ki, sanat gaye edinildiği zaman, şair cemiyette mevcut olmayan duyguları, hasretleri, istekleri terennüm eder. Oysa ki sanat esasen sosyal bir hadisedir, balığın deniz yaratığı olması gibi.”

(Bir paragraf atlayalım ve kulak verelim şairin söylediklerine:)

“Bırakalım, Gorki yaşadıklarını ve gördüklerini anlatsın, Proust ise hasta haliyle girip çıkabildiği yüksek sosyete hayatını bize versin. İkisi de kabulümüzdür. Ancak, bugünün sanatkârı Gorki’ye veya Proust’a özenmesin, kendi yaşadığını ve gördüğünü söylesin ki gerçek bir sanatkâr karşısında bulunduğumuzu bilelim. Bize sanatı bir kara sevda haline getirmiş gerçek sanatkârlar, insan-sanatkârlar lâzımdır. Bu topluma ancak onlardan hayır gelebilir.”

Yaşar Nabi Nayır’ın derlemesine katkılarıyla eşlik eden Salih Bolat’a tekrar teşekkür ediyorum, ‘Şiir Sanatı’ adlı kitabı yeniden bağışladıkları için hayata!

Şimdi itirazlarınız yükseliyor göklere: “Bulmuşsun bir kitap, sayfalar boyu (ç)alıntı yapıyorsun!?

Haklısınız; yan gelip yatmak varken, FETÖ askeri darbeye yeltenirken kimler uyumadı kiii! Bir bana mı geçiyor çimkirmeleriniz?!

                          ***

Kur’Ağaç, ayrılırken Cahit’in yanından, kerahat vaktinin  geçtiğine  hayıflandı, gecenin çökmesi, telaşlandırdı onu, dostlarından birine rastlar umuduyla, koy verdi yokuş aşağı, çarşıya gövdesini…

 

Handan Hanım’ın (basbariton Ruhi Su’yu kıskandıran ‘Bir hışımla geldi geçti, peh peh peh!’)feryad-ı figan sesi, durmadan çınlayan, kulaklarında patladı: “Öğrenemedi şu Kur’Ağaç, kısa masallar anlatmayı, uzayınca hikâye, esniyor izleyiciler!” şikayetiyle,  Kur’Ağaç’ın çömezi Şule’nin yanına vardı: “Bu ne ya(?!) oku oku bitmiyor, yazdıkları!!!”

Çömezin yanıtı; ”Akademi’nin Dekanı, (E.A) meyhanede bekliyor onu, belki orada tatlı tatlı konuşurlar, meseleyi” oldu!

 

 

 

 


Herkes bilsin