Şairler Parkı –III ŞÖLEN (2)
Feridun Benden
“Bugün de sert esecek rüzgâr, Şölen’in misafirleri arasında” demiştim ya; bakalım, yaşadıkları sürelere:
Şair Nigar Hanım (1862-1918), misafiri, Leyla Saz hanımefendi(1850-1936); Neyzen Tevfik (1879-1953), misafiri, Şair Eşref (1846?-1910?); Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956), Oktay Rıfat(1914-1988), Orhan Veli Kanık (1914-1950), Melih Cevdet Anday (1915-2002), Behçet Necatigil (1916-1979), Cahit Külebi (1917-1997), S.Kudret Aksal (1920-1993), Necati Cumalı (1921-2001), Özdemir Asaf (1923-1981), Kur’Ağaç, halen yaşıyor.
Bugün, özel gün! 24 Haziran!
Cumartesi, akşam…
Gün batmakta; dizelerin seslerini duyan ve Şairler Park’ında soluklananlar, Kız Kulesi’nin, yakamoz tozlarıyla yıkanışını seyrederek ağır adımlarla şiirlerin ıslattığı parkı terk ettiler…
Ev sahipleri, Neyzen’in misafirleridir; O’nun nefesiyle dolaştığı Hüzzam Taksim’e ağmaktalar; ama gökten yeryüzüne akış bu(!), masasının önüne eklenmiş; bembeyaz, kolalı keten örtülerle kaplanmış ve ipek peçetelerle (kadın eli değmiş anlaşılan!) süslenmiş; gümüş çatal, kaşık, bıçakların bulunduğu masaların etrafına,(Derinden işitilen ‘Çıplak Dağda Bir Gece senfonik şiirinin pikolo flütünün, sessizliği ve ıssızlığı anlatışı ile Neyzen’in ağır, ezgili üflemesi örtüşmekte; neredeyse duyulmayan seslerin başlangıç sessizliğidir bu!) toplanmaktalar…
Leyla Saz ve Şair Nigar Hanım; Mutancana (Kırmızı etten yapılmış Fatih’in gözde yemeklerinden), buryan (tavuk etli), zeytin yağlı dolmalar, üzeri sarımsaklı ev yoğurdu soslu, biber, patlıcan kabak kızartmalar, mustave (pazılı cacık), otlu peynirli mücver, pirpirim (semizotu) salatası, Humus, cevizli peynirli marul salatası, ali nazik, turşulu soğan söğüş, zerde, sakızlı muhallebi gibi Osmanlı mutfağının en güzel seçme mezeleri ve tatlıları allegro feroce(!) tınısı ile hazırlamışlar; sanki 2:2’lik notalarla donatmışlar masaları; Beşiktaş Çarşısı balıkçıları; uskumru çirozları ile dolmaları ve Torik lakerdalarını elli yılın ötesinden bu güzel ruhlu insanların masalarına, bulup buluşturmuşlar; köşedeki kokoreççiden yağlı kâğıt içerisinde; domates, kekik, acı pul biber, karabiber harcıyla hazırlanmış eski Çiçek Pasajı usulü kokoreç tabakları, Çarşı şarküterileri; Trakya; yağlı, beyaz peynirleri yanına ağızda eriyen kuş gönü pastırmalarını, ressamın paletine dizdiği renklerce sıralamışlar; manavları, şeker tadında Kırkağaç kavun dilimleriyle süslemişler; kuruyemişçiler; fındık, fıstık, ceviz, çifte kavrulmuş sarı leblebileri ile ‘Sadrazam’ sucuklarını masalara cam kâseler içinde dizmişler, Neyzen’in Fahrettin’lerinden onlarcası, içleri buz doldurulmuş kovalarda yerlerini bulmuşlar…
Kur’Ağaç; yakıcı soruyu, bir çift zar atarak, orta yere fırlattı, ‘barbut’un özel sözcüklerini(!) düşündü: “Şiir nedir?” öğrenmek istedi, çekildi kenara…
Neyzen dudağından ayırdığı sevgilisini bıraktı, önündeki içki dolu Paşabahçe, incecik rakı bardağındaki rakıyı fondip edip, ağzını yumruğuyla sildi: “Yine, ortalığı pislettin; Paralelci misin, nesin? Gecenin tadını bozmak, dostları birbirine düşürmek mi niyetin?”
Diğerleri pek de katılmadılar, Neyzen’in fırçasına! Hatta, Nigar hanım, Neyzen’e çıkışarak: “Bırak soru sorsun, bugüne dek hapsedilmiş olduğumuz parkta bize sahip olanı gördük mü?”, Kur’Ağaç söze girdi: “Nigar abla ben gördüm; bir gazetenin sanat köşesi yazarı, Celal Üster nam bir çevirmen, o da sizi yazacak bir kahraman arıyordu ya! Ben çok daha önce bu projeye, Şule ve eşi Levent ile fotoğraflar çekerek ve ne halt edeceğimi düşünerek başlamıştım!
Nigâr Hanım: “ Nereden bulacaksın bunları basacak yayınevi? para getirmeyecek böyle umutsuz işlere kimse zaman ayırmaz; sen, Neyzen’in peşinden gitmeyi yeğlemişsin bu konuda!
Bak! Neyzen, delikanlı yetmiş beşlerine gelmiş, hayır dualar yerine, hakkımızda sayfalarca ter dökmeğe karar vermiş!” dedi.
Neyzen, Nigar hanım’ın terslenişine, sevgilisiyle dudak dudağa gelmeden ve Buselik Makamı’nda yeni sesler aramağa başlamadan önce, başını Ney’ine eğdi: “Eveleme geveleme deve kuşu kovalama olmasın(!), rakıyla tatlanacak ağızlarımızın tadı bozulmasın istemiştim.” sözcükleri ardından, üflemeğe koyuldu.
Eşref, Çırağının sitemini desteklemek, Kur’Ağac’ı ilk kez görmesine ve münasebetsiz soru sormasına, Nef’î’ce değil ama edeplice: “Yumurtayı yumurtlayan, cevabı kırmadan versin!”dedi.
Kur’Ağaç, onca büyükler varken, soruyu sorarak densizlik ettiğini düşünürken; Leyla Saz’ın Neyzen’in Buselik notalarından etkilenerek onun tarafında olduğunu “Şimdi, mey ve Ney’in zamanıdır” sözcüklerine bastırarak belli etti.
Neyzen’in Yanıtı: “İstersen, senin Hicaz Makamı ‘Seni sevda çiçeğim,tâc-ı serim’i geçelim.” oldu.
Asaf, Kur’Ağaçtan sonra en gençleriydi, biraz da sıkılarak: “ Bilâhağe; Nigâğ Hanım’ın şiiği, Kemanî Tatyos Efendinin Hicazkâğ bestesi ‘Mani oluyoğ halimi takğire hicabım’ı ğica etsem!” dedi.
Leyla Saz, tepede testekerlek asılı şavkıyan Ay’a baktı, yüzünde eski günlerin tadı ve Marmara’nın şırıltısıyla: “Üzme yetişir, üzme, firakınla harabım./Mahv oldu sükûnum, beni terk eyledi hâbım,” hep birlikte ağızlarından:”Üzme yetişir, üzme, firakınla harabım.” şarkısı dizelerinin sesleri döküldü, geceye…
On bir çift göz Kur’Ağaç’ın üzerine dikildi; ne söyleyeceğini merakla beklemeğe başladı.
Kur’Ağaç, senfoninin giderek artan tınısına (Obua ve fagotun monoton çağrısıyla karanlık ruhların reisi, Mabut Çernobog’un gelişi gürültüsüne) sesini sakladı: “Şiir, en küçük üst sınır ile en büyük alt sınır arasındaki sonsuz sözcüklerden seçilip, parabolik denklem olarak düşünülürse!” gerisini getiremeden bütün kuşkulu bakışlarla göz göze geldi; bu da ne diye?!
Bu kez, on bir çift bakış birbirine dolandı, on iki el havaya kalktı, dolu bardaklar boşaldı, zaman durdu, senfoninin en derin ‘es’i verildi;(Ardından pianissimo ile fortissimo arasında kararsızlıkla ıslık ve fısıltıları yaylı ve üflemeliler eşliğinde karanlık dünyanın Efendisi’ne saygı ve bağlılık cümleleri geliyordu.) şiirde!
Anday: “Bu, çok kapalı tanım oldu, ne diyeyim?”
Bu arada kadınlar boşalan bardakları tazelediler, Leyla Saz hanımefendi: “En son bestemle yanıtlayacağım, bu soruyu!” dedi.
Güfteyi kimden aldığını unuttuğu için ikircikli başladı, Neyzen’in hafiften eşlik ettiği şarkısına: “Nerdesin nerde acep gamla bıraktın beni,/Aradım, çok aradım âh(!) gözüm nûru seni,/Yine görmek için o neş’eli vec-i haseni,/Aradım, çok aradım (âh) gözüm nûru seni.”
Alkışlar alkışlar…
Neyzen: “Şimdi, şarkılar da bozuldu, usulüne göre okunmuyor ki! Söyleyen, aklına ne gelirse artık, yalap şalap; sesli heceleri uzatarak, sessizleri kısaltarak şarkıyı perişan ediyorlar!
Eşref, Neyzen’e döndü; bir yanda senfonik şiir, öte yanda Ney’in uhreviliği ‘Sabbat’ şenlikleri başlamadan bizi kâşanelerimize döndüreceksin sanki(!) bırak Saz Hanım’ı; Melih, diyeceğini söylesin!
Eşref, Melih’e baktı; söz sende anlamında bakışları üzerinde donuklaştı…
“(Ne diyeyim?) söz gelimi anlamınaydı; (Sözcükleri dikkatle seçerek, Türkçenin güzelliğine vurgu yaparak, dilinde tarttığı tonlamayla konuya girdi…) ‘Bilinemez’ mi deseydim yoksa?”
Neyzen, sevgilisiyle helâlleşti: “Başta söylediğim yere geliyoruz kuşkusu, içimi yakıyor!” diye ortalığa konuştu.
Anday: “açayım söylediğimi: Şiirle her karşılaşmamda şaşkınlığa düşüyorum.”
Eşref: “Aramazsan, bulman kolaylaşır, sanıyorum!” tartışma sürerken, Necatigil, söze girdi: “Şiirin burçları vardır, bilir misiniz?”
Kur’Ağaç üzerine alındı: “Ben bilmem, büyüklerim bilir!” cümlesiyle, ortalığa manda tezeğini bıraktı.
Neyzen: “Aldırmayın ona(!) garibim, Paralel ile karıştırıyor olmalı buradaki yapıyı!”
Nigar Hanım: “Bir parça örtük kaldı, açar mısınız?”
Necatigil; gurbet, hasret ve hikmet burçlarıdır bunlar!”
Tarancı, damdan düşerce:”Kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır, derim ben”
Oktay: “Şiir, okuyanın gördüklerini, bildiklerini, buradan yola çıkarak anladıklarını değil; bakıp da göremediklerini, bilemediklerini anlatır.”
Tarancı devam etti: “Yaşadığının farkına varmak değil midir, şiir?”
Kur’Ağaç, sevinçle atıldı: “Sözcüklerin birbirlerine söylediği, o solo mio, (Benim Güneşim) Napoliten şarkısıdır, Styriks’de Kharon’un kayığına binerek Hadese gitmeyecek olan!”
Eşref, öfkelendi: “Bunun karşılığı var bende, ama hanımefendilerin yanında seni boyamaya dilim varmıyor!”
Orhan araya girerek: ”Şiirde şairanelik olmamalı!”
Nigâr hanım, zarif ses tonlamasıyla: “Orhancığım, şairaneliğin belirli özelliği nedir? Ben, güftelerimde, ne derece bulaşmışım bu tanıma?”
“Sizi kırmazsam söyleyeyim. Belirli sözcüklerin ağızda çikletlenmesi? Yani, çağrışımsal anlamların tazeliklerinin yitip gitmesi…”
Leyla Saz: “Kusura bakmayın, bu sözcükler nelerdir?”
“Gurbet!”
“Necatigil Hoca’nınkiyle örtüşür mü?”
Bakışlar Hoca’ya yöneldi. “Teşekkür ederim, beklemiyordum, ama yanıtlayayım. Şairimsinin şiire hevesidir bu. Kesekâğıdında bile görse...”
Kur’Ağaç: ”Eskiden çok yapraklı gazetelerden yapardık onları, bazen sayfaların kültür bölümünde çıkarlardı, şiirimsiler elli lirayla ödüllendirilirdi, ben de birkaç ellilik kapmıştım, ilaç gibi gelmişti, harçlığımın aylık on lira olduğu düşünüldüğünde!”
Leyla Hanım kızgınca: “Oğlum her söze zırt pırt girersen sorduğun sorunun yanıtı güme gidecek! Hocam, lütfen kaldığınız yerden devam edin.”
şiiri okur; şairanelik varsa gönlü ona yatar, zar zor oluşturduğu şiiri sevdiceğine dinletir, heyecanla bekler: ‘Güzel olmuş… Ama!’, atılır; ‘Aması ne? Hayatında gördün mü böyle bir masterpiece?!’ şiirin bittiği andır, bu!”
Elinde rakısı kendisiyle haşır neşir, felsefenin derinlerine inmiş Sabahattin’i, ney’iyle işaret eden Neyzen: “Hoca,sen ne diyorsun şiirin ‘HİÇ’liği yorumlarına?!”
“Dinlemekle yetiniyorum; istiyorsanız, çocukların bir zamanlar dediği gibi ‘Hoca kısa kes sobalık olsun!’söylemiyle, notlarımdan aklımda kalanı özetleyivereyim: ‘gurbet-ayrılık-sıla, aşk-meşk, içki-Hayyam, gül-bülbül üçleme ve ikilemelerini, siz istediğinizce çoğaltabilirsiniz, Arûz’un mazmunlarına benzetirim, şair ve şiiri orada kalmış derim…”
Cumalı, yazmakta olduğu yeni oyunun replikleri ve sahne düzeni ile boğuşurken, sırasını geçiştirmek ve Zeliş’in peşini tekrar kovalamak isterken: “Şiir, ‘Meraklı işi’ değildir.” diye kestirip attı.
Külebi, geçtiği köyü, arkasında bırakarak, merada rastladığı çobana: “Şiir nedir?” diye sordu. Çobanın yanıtı: “Ölüm döşeğinde yatan çocukların tekrar hayata döndüklerinde, ana babaların gülümsemesidir.” oldu.
“Buymuş, şiir!” düşüncesiyle uzaktaki köyün tozlu yolarına vurdu, kendini…
Tarancı: ”Ayrılıyoruz diye düşünüyorum, şiirin ‘Ne’liğinden!”
Leyla Saz: “Var mı ezberinde mırıldanacağın?”
Tarancı bardağından büyük bir yudum aldı, ağzını çalkaladı, dolun aya baktı, hayatının son deminde bulduğu, onu, geleceğe bağlayan karısı, Cavidan Hanım, düştü geçmişten şimdiye:
“N’olur, gözlerine geceler dolmadan,/Bana altın gibi bakışlarını ver…”
Şiirin son dizeleridir ya; kederli bakışları, diğerlerinin üzerinde tek tek dolaştı, adeta taradı, başlangıç için yardım umdu; dostları, arkadaşlarının anısı önünde başlarını eğdiler; ilk dizeye Asaf; ”Neden öyle sessiz duğuyoğsun öyle? başladı; arkasından diğerleri: “Şarkın mı tükendi dersin, biten günle./Yoksa gün mü bitti şarkınla beraber?/Çığlıklar içinde can verdiği bu an,”
Şimdi suskunluktur hepsindeki; Neyzen’in doğaçlamasına âşık bülbüllerden dişisinin inlemesi, fonda duyulan senfonik şiirin sahibi Mussorgsky’yi şaşırttı! ‘Neden böylesine güzel insanların ruhlarını cennetten çağırmadım ki!’ diye düşündü.
Veli: “Hadi çıkalım bu saplanmışlıktan, kaldıralım bardaklarımızı; kim ne yaşamışsa?...
Yaşanmışın güzelliklerine olsun!” son damlasına dek boşaldı bardaktakiler.
Kur’Ağaç: Orhan ağabey, senin bir Haiku’n vardı ya! Neydi o?”
Eşref: “Nereden buldunuz, yırtık dondan çıkan bu zibidiyi, kim öğretecek ona dinlemeyi?!”
Nigâr hanım, yine kolkanat gerdi Kur’Ağac’a: “Daha yaşı ne ki? Öğrenecek elbet kemâle erdiğinde! Orhancığım, sen dizelerini seslendirsen?”
“Aklımda ne kaldı bilmiyorum? Bursa’ya giderken mi?...” Kur’Ağacın aklından hızla geçti; ‘ Baharın kelkenni kitkenni körmedi könlüm’, dönerken mi?...
“Gemliğe doğru
Denizi göreceksin
Sakın şaşırma.”
Leyla Saz: “Ne ki ‘Haiku’?
Kur’Ağaç: “Eşref Ağabey kızmaz ise, ‘Haiku’ üzerine diyeceğim var.”
Anday ile Nigar Hanım aynı anda atıldılar: “Dinleyelim!”.
Şaire hanım: “Bu konuda pek bilmişliğim yok, bence öğrenmemek ayıp!”
Anday: “Bildiğim çok, ama seni dinlemeyi tercih ederim, Kur’Ağaç!”
Diğerleri, Kur’Ağaca ilgi ve kuşku ile baktılar. Neyzen bardağını bıraktı, Fahrettin’in kafasını kopardı, dikti ağzına, ustası: ”Gece uzun!” diye ikaz etti onu…
Kur’Ağaç, hım hımladı, kendini toparladı: “Haiku: basit, yalın, kısa, doğayı anlatan, erkeksi, erkeğe ve alt sınıfa ait açık yürekle…” devam edemedi.
Cumalı: “Melih, şu sizin ‘Garip’ tanımı değil mi bu?”
Oktay: “Pek de değil!”
Orhan: “Bizimki farklı.”
Sabahattin; “Bırakın anlatsın genç adam; tazelemiş oluruz kendimizi.”
Asaf: “Devam et kağdeşim, bunlağ benim söylemime uygun.”
Kur’Ağaç diğerlerine çekinerek baktı: “Eşref ağabey devam edeyim mi?” başını olur anlamında aşağı yukarı indirip kaldırdı, Eşref.
Kur’Ağac’ın: “Nerede kalmıştık?” Yanıt,’erkeksi, erkeğe dair, açık yürekle…’oldu. “Devam edeyim; ‘Yürekle söylenir, şahıs zamirleri pek kullanılmaz. Cek cak, miş mış, di dı, yor mor(?) vs olmayacak, Gerçekçi olacak; ortada, beş duyu ile görülen, duyulan, koklanan, tadılan, dokunulan anlatılacak. Bütün bunlar için, sırça köşkte oturmayacaksın, deneyli ve hayatın için…”
Necatigil: “Onlarca yıl ders okuttum, böylesine vaaz vermedim; var mı sende bir örnek?” diye çıkıştı.
“Var da?! Hocam!”
Kadınlar: “Dinleyelim öyleyse.”
“Yine sessizlik.
toprak altında çiçek,
vakit yalnızlık!”
Eşref, saçlarını parmaklarıyla karıştırdı; kadınlar: “Bir daha bir daha!” nidalarıyla senfoninin ‘es’ini canlandırdılar!
“Her yer bembeyaz,
ah! Hepsi yapayalnız-
park, adam, kadın.”
Orhan Veli: “Bu kadarını beklemiyordum, ilginç!”
Asaf” dahası da olmalı, değil mi Melih.”
“Öyle; bakalım dağarcığında neler kalmış?”
“hayatın içinden geçmiş olacaksın, halkın kullandığı dili; çiçekse çiçek, böcekse böcek, rakı şişesindeki balık, nasırına çare arayan adam! (Duraksar)
Ve tüm fiilimsileri atacaksın 5-7-5 heceli dizeler; tak tak tak!
Sûzidil Makamında dolaşan Neyzen, sevgilisini dudağından ayırdı, başladığı Fahrettin’i diplegi, biraz sıkılmış göründü: “Hem şarâb-ı can fezâ hem cân hem Cemdür gönül.” (Hem cana can katan şarap, hem can hem Cemdir gönül) dizesi ardından, Eşref: “Hay ağzına sağlık Tevfikçiğim! Sıkılmıştım şu yeni yetmenin zevzekliklerinden, Neşati’nin şarabına yine onunla, ben de bir neş’e katayım aşağıdaki ikiliyle diyorum, ‘Biz kim misâl-i şîşe-i mey pâk-meşrebüz/Birdür hemişe bizüm derûn u bîrûnumuz.’ (Biz içki şişesi gibi temiz tabiatlıyız, bizim içimiz, dışımız daima birdir.)oh be!”
Kadınlar, Eşref’e ters ters baktılar: “ sizde İttihatçı ruhu var, onları tekrarlıyorsunuz! San’at’da var mı ‘Yap kanun yok kanun!’ Doğrusu genç adamın söyledikleri bizim için yeni şeylerdi!”
Asaf araya girdi: “Leyla hanımefendiciğim, şu benim ‘Mani oluyoğ halimi takğiğe hicabım’ı biğ kez daha geçsek, anılağ kavuğuyoğ içimi, hem oğtalık yatışığ hem kendimize geliğiz.” elindeki bardağı kaldırdı: ”Haydi dostlağ, gecenin güzelliğine…”
Leyla Hanım, Neyzene baktı, Ney’ini çölde susuz kalmış Mecnun misali dudaklarına götürdü, Hicazkâr Makamı’nda dolandı, Leylâ’nın sesi, boğazın sularına indi, (Boğaziçi’nin en güzel insanı Abdülhak Şinasi Hisar, Merkezefendi’de yattığı kâşanesinden kulak kabarttı: ‘Boğaziçi Mehtapları’nı çook özlemişim!’) yankılandı: “Üzme yetişir, üzme firakınla harabım/Mahv oldu sükûnum beni terk eyledi hâbım./Üzme yetişir üzme firakınla harabım.” Asaf’ın gözleri buğulandı...
***
Gece çok ilerlemiştir, gün doğmak üzeredir, onlarca Fahrettin’in kökü kurumuştur, dostlar birbirlerini flu görmeğe başlamıştır, Mussorgsky’nin şiiri, giderek Hades’in karanlığına sessizce gömülmeğe başlamıştır ya; bizim misafirler, kuytu yuvalarına çekilmektedirler; aniden Park’ı aydınlatan şimşek ve ardından gelen gök gürültüsü, henüz yatağa uzanmış Kur’Ağacı korkuyla sıçrattı, kalktı, buzdolabında sakladığı Fahrettin’le helâlleşti!