Menu
14 Mayıs 2017

Şairler Parkı - II

Feridun Benden
 
Şiiri okumadan önce, hafif mütebessim, alaycı, size ne oluyor süzüşüyle, derininde bilge insanın duruşuyla, öte yandan, Boğaz manzaralı Şiirli Bahçe’nin ne zaman AVM ve rezidans için kime peşkeş çekilecek hüznüyle, daha çok, şairi tam tadında anlatan Namık Denizhan’ın korkusuyla ki, yontunun yaratıcısıdır (İyi ki yerinde Topçu Kışlası yok!) ve sonsuza dek ayakta kalması dileğiyle; şairimize bakın derim…
 

Üç beş adım atalım, “Yalnızlık paylaşılmaz/ paylaşılsa yalnızlık olmaz.”dizelerinin şairi, sizi şöyle süzer ya, Yüksek sesle: “Meğhaba, neğden düştünüz buğaya. Ne soğanımız vağ, ne ağayanımız vağ, hele böyle yağmuğlu günde?” ‘R’lere basamayan peltek diliyle karşılar…

11 Haziran 1923 Ankara doğumludur, Cumhuriyet’in kurulmasına daha 150 gün vardır. Kafa kâğıdında Halit Özdemir Arun yazar; şiire başladığı yıllarda Özden ya da Yaşaman mahlâsını kendine uygun bulmuştur; Oktay Akbal, Asaf’ı önermiştir; zira, babası Mehmet Asaf’ın, Asaf’lığından ona yakıştırmış olması boşuna değildir, öğrenirsek kelimenin anlamını: (Algılaması yüksek, mantıklı, hayalci, iç dünyası zengin, uysal ve güvenilir) pek de yakışmıştır ona…

Baba Asaf, Şurayı Devlet’in kurucularından olup Hacıbayram semtine İstanbul’dan göç etmiş, Konak deniyor ya, ben cumbalı, aşı boyalı, ahşap iki katlı bir eve yerleşmiş olmalı diyorum! 1960’lara dek İstanbul’da; Boğaz sırtları, Eyüp, Kocamustafapaşa, Aksaray, Fatih vs semtlerde gördüklerimle eşleştiriyorum.

Özdemir biraz acelecidir, dünyaya gelişi de böyledir; zira önce onun gözüne dünya kaçmıştır… Sonradan durumu; ‘Dünya kaçtı gözüme’ adlı şiir kitabında: “Bir ışık düşürse üstüne basma./Daha yakınlaşır korkarsın./Bir leke kalır, sen çıkarsın.” Dizeleriyle anlatmıştır. Ertesi gün ikizi Özgönül merhaba demiştir ışığa!

Neyse, babası yedi yıl memuriyet görevini başarıyla yürütür; yalnız, bir büyüğümüzün söyleminin tersine işini bilmez! Çoluk çocuğun tekrar İstanbul’a hicreti babalarının ölümüyle olur. Mehmet Asaf Bey, işindeki özverili çalışmasıyla Mustafa Kemâl Atatürk’ün sempatisini kazanmıştır. Asaf, Cumhuriyet’in birinci kuşağındandır. İstanbul’a dönüş onun yaşamını başka boyuta taşır. Mustafa Kemâl, babasının hizmetlerini unutmaz, bugünlerde olduğu gibi kullan kullan çöpe at devri değildir, İnönü’ye ilettiği derkenar “Asaf’ın çocuklarını okula yerleştirin.” notuyla Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmına kaydolur. 1941’de Sultanî’den sıkılıp Kabataş Erkek Lisesi’ne sınavla geçer ve 1942’de diplomasını alır. Biraz Hukuk, bir o kadar İktisat ve Gazetecilik Fakülteleri derken Tanin ve Zaman Gazeteleri’nde çevirmenlik yapar.

Asaf, delikanlılığın med ü cezirinde dolanırken belki de tek aşkı olan şiiri düşünmeyi sürdürür: “Herkesin bir hikâyesi vardır. Ancak, herkesin bir şiiri yoktur.” diyerek, aslında önemli işler yaptığını vurgular ve  “Şiirin yüceliği, çok denenip varılamamasından değil, birkaç şairin varmış olmasındandır.” sözleriyle pay da çıkarır kendisine ya, ne bulursa, torbasına doldurur, onları tekrar gün yüzüne çıkarırken ince eler sık dokur: “Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi hiç? Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mı AŞK?” diye sorar; “İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince ŞAİR olurmuş.” sözleriyle şairliğini vurgular, ayrık otu olduğunu çaktırmadan belleklere kazır; ancak, bunlar kimileyin kendisine yakıştırılmıştır deyû söylenir; Ömer Hayyam ve Şair Eşref’lere atfedilen dizeleri, koltuk meyhanelerinde ya da bakır oksit katkılı ayak takımının uğradığı salaş mekânların şaraphanelerinde duyabilirsiniz, Hayyam’ın Bilim, diğerinin Devlet adamı olduğunu bilirsiniz, gürültüde onlar üzerine söyledikleriniz kaynar gider, oracıkta ‘entel-dantel’ yaftasını yakanıza iliştirirler, sessizce kirişi kırarsınız, siz aldırmayın, kıskançlıktır deyip geçin; ama yüzde yüz şunlar onundur: “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” ve “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.” söylemleri gönüllerden silinmesin, unutulmasın isterim…

Şimdi herkesin diline pelesenk olmuş bu ikilinin başlangıcı nedir diye soralım? Yorulmayın ben ararım, kitapların yaprakları arasında mı(?) O, çook eskidendi, şimdi Google hazretleri var! Bir tık kadar uzağınızda…

“Yalnızlık, yaşamda bir an,/Hep yeniden başlayan../Dışından anlaşılmaz.//Ya da kocaman bir yalan,/Kovdukça kovalayan../Paylaşılmaz.//Bir düşün’de beni sana ayıran,/Yalnızlık paylaşılmaz../Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Asaf’ın bilgi birikimi, bugünün 4+4+4’düne göre, Sultanî farkıdır diyelim, daha o zaman çevirmenliğe bulaşır ki, şimdinin devlet lisesi mezunlarının yabancı dili: “My name is …”den ileri gidemez! Ne eğitim ama? Bir defasında minibüste, gece yarısı, ana-babasıyla evlerine dönen, ismi lâzım değil liseye gittiğini söyleyen bir öğrenciyle sohbetimizde sorduğum: ”On TL’yi öyle ikiye böl ki, sen benden 1 TL fazla al!” sorusunun çözümü, içerdekilerce de bilinemediğinden, ben de inat edip sonucu söylemediğim için arabanın son durağına dek tutuklu kaldım; soru, minibüs esnafıyla sabaha kadar şarkılar-türküler söylediğimiz meyhanede çözüldü de, sağ olsun, arabanın  şoförü, evime tek parça bıraktı beni!

Asaf, ilk yazısının 1939’da Servetifünun-Uyanış dergisinde çıktığını söyler ve daha on altısındadır…

Bir zamanların Servetifünun dergisi, Tevfik Fikret’in editörlüğü yüklenmesiyle fen ağırlıktan edebiyata doğru yol almıştır (1896) ve şimdi, orta öğretimde “Servetifünun edebiyatı” akım olarak öğretilmektedir.

İlginizi çeker umuduyla; 1896’dan önce Ulu Hakan Abdülhamit Han(!) Yönetimi, Yeni Osmanlı’nın şerefli anılarının anlatıldığı, Osmanlı’da durum nasıldı acaba? Kayıplar kayıplar… (Bulgaristan Prensliği’nin sınırları; Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacak. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız olacak. Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Ruslar’a bırakılacak. Daha neler neler…) İşte böyle… 93 harbi diye söylenen Osmanlı-Rus Harbi (1877) Stratejik Derinliği bilinen Yeni Osmanlı’nın da sonunu öğretti bize. Bu arada unutmayayım Sefiller’in yazarı, Viktor Hugo, aynı ismi taşıyan ‘Şu 93 Harbi’ ile bindirir Osmanlı’ya… Okuyacağınız anonim dörtlükte Osmanlı reayasının çilesi ise şöyle anlatılır: “Şalvarı Şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekende yok, biçende yok/ yiyende ortak Osmanlı.”…

Tevfik Fikret, karanlığı betimleyen “SİS” şiirinde: “Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,/Bir zulmet-i beyza ki peyâpey mütezâyid./Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,/Bir tozlu kesafetten ibâret bütün elvâh.” diyor ya, aklıma gençlerin; iktidarın ideolojisine: “Hadi sık bakalım sık bakalım!” nidâları geliyor. Bugünkü Türkçesi gerekmez, zira Osmanlıca, Arapça öğreniyorsunuz daha ilkokul sıralarında, sular seller gibi çevirdik diyorsunuz; ancak Fikret’i anlamadan robot edasıyla çevirmişler, bakın nasıl? “Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,/Beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan/Ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,/Bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü.”

Kuru kupkuru bir söylem. Bir de ben deneyeyim dedim: “Geleceğini yine sarmış kapkara bir bulut,/Ağaran karanlık ki, giderek koyulaşır./Hayaller silinmiş gibi zulmün ağırlığında,/ Geçmişin karanlıklarıyla örtülü bütün ilâhi sözlerin.” Ne diyeyim: “Traditto tiraditore” (Çevirmen haindir!).

Dilini yarım yamalak öğrenmekle, ne bilimin ne de edebiyatın yapılacağını bilmiyor büyüklerimiz!

Resmî tarihçi olmayan Emin Özdemir’den intihal yapıyorum: “II. Abdülhamit, devlet-hükümet gücünün tümünü kendi şahsında toplar(PADİŞAH). Geniş bir hafiyelik örgütü kurar. Bütün atamaları, görev dağıtımını kendisi yapar. Belirli kişi ve zümreleri kendine bağlamak için oluk oluk paralar harcar. Mevkiler, Sanlar, memuriyetler bağışlar. Öte yandan kişilerin temel haklarına saygı gösterilmez…” EYY… İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİ nerdesin!? “Geceleyin bir ses böler uykumu,/İçim ürpermeyle dolar:-Nerdesin?” birdenbire geçiverdi aklımdan, Ahmed Kutsi Tecer’in dizeleri… Yanlışlık olmasın, bu olaylar ve devamı 1878’lerden itibaren 1919’za dek yaşanır ülkemizde… Meraklısı devamını; Emin Özdemir, Edebiyat Bilgileri Sözlük’ünde Servetifünun maddesinde bulabilir.

Nereden nereye geldik; Asaf, yazmasaydı adı geçen dergiye, tüm bunlar başka bahara kalacaktı! Sadece bunun için değil elbet: şairimiz, Mehmet Ali Aybar nam sosyalistle 1962’de TEMEL HAKLARI YAŞATMA DERNEĞİ kuruculuğunu anımsatmak için derim, bu derneğin Dinozorları arasında; Mina Urgan, Yaşar Kemal, Nihat Sargınlar da yerlerini almışlardır ki, hakiki Türkiye İşçi Partisi’nin  kuruluş yıllarıdır bu. Yani, çakma değil(!), kendileri de anladıkları için zayiinden ilan verip adlarını değiştirmişler, ben de eskinin sempazitanı olarak utançtan kurtulmuşumdur. Mehmet Ali Aybar için küçük bir not düşeyim: ABD’nin Vietnam yenilgisi üzerine, savaş suçlusu olarak Uluslararası Russel Mahkemesi’nde yargılandığında, Mahkemenin yargıçlarından biri de Aybar’dır; zira, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku öğretir ve devletler hukuku konusunda doktorluğu vardır.

Şairimiz, yazdıklarını yayımlatmak için ilk eşi Sabahat Hanım’ın mirasına düşen payla, yayınevi aramaktan vazgeçer, (Bu günlerde yazdıklarınızı yayımlatmak için, parayı veren düdüğü çalar hesabı, basımevleri adım başınadır (!) ya, her neyse.)  1951’de Sanat Basımevi’ni kurarak bir kez daha dünyaya “meğhaba” der! Sıra yazdıklarını duyurmağa geldiğinde, Yuvarlak Masa Yayınları, alâmet-i farikası olur. Sonrasında: Dünya Kaçtı Gözüme, 1955’de yayımlanır, fiyatı 250 kuruştur, o günün şiir kitaplarının 100 kuruş olduğu düşünülürse, şiir sevenlerin bütçesini zorlamaktadır ve şikâyetçidirler. Asaf’ın yanıtını Ülkü Tamer’den devşirirsek: “İçinde 47 şiir var. Şiir başına 5 kuruş çok mu(?) diyerek kendini savunur.”

Sen Sen Sen, 1956; Bir Kapı Önünde, 1957; Yumuşaklıklar Değil, 1962; Nasılsın, 1970; Çiçekleri Yemeyin, 1975; Ben Değildim,1978; bunlardan başka daha niceleri düşer, onu sevenlerin dünyasına…

1981’de hayata veda eder, Asaf’ın kaderi yine Tevfik Fikret’le kesişir, cenazesi Aşiyan mezarlığına defnedilir. Can Yücel ‘Cenaze Dönüşü’ adlı şiirinde: “Anlaşıldı bu/R’lerin intikamı/Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.”der.

Onu uğurlarken bahçemizdeki yerine, şairin ölümle ilgili şu dörtlüğünü yâd edelim: “Ben ölseydim,/O belki ağlardı./Ama o ağlasaydı;/Ben ölürdüm.” der ya: rontgen filminin sarı zarfına son şiirini; yaşamı derinden gözlemlemiş, insanı kavrayıp analiz etmiş, onu az sözcükle haiku ya da tankalarda gördüğümüz üzere yoğun biçimiyle anlatmış kişi olarak şöyle yazacaktır: “Hastanede veya hapishanede/Hayatını yazma!/Sonunu merak eden çıkabilir.//Hastanede her gece insan/Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir./Hapishanede ise her sabah.”

Bu kadarla bitmez; yaşadığı yıllarda ve ölümünden sonra kitapları serpintili yağmur damlalarınca: Çiçek Senfonisi (Toplu Şiirleri) 2008; Sen Bana Bakma, Ben Senin Baktığın Yönde Olurum (Kendi sesinden şiirler), 2012; Yalnızlığa Övgü (Yalnızlık Paylaşılmaz) iner dostlarının ellerine ve yerlerini bulurlar kitaplıklarında…

Bu güzel insanın edebi kişiliği ve hayata bakışı da ayrıksıdır. Bakın kızı babasını nasıl anlatıyor: “Babam, karmaşık değil, dolu ve zengin bir ruh, düşünceyle beslenen, açık görüşlü, bilge bir adam.” Ne demeye geliyor bu? “Dün sabaha karşı kendi kendimle konuştum/Ben hep kendime çıkan yokuştum/Yokuşun başında bir düşman gördüm/Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.” dizeleri hem hayatla dalga geçiyor hem kendisiyle! Şimdilerde bu bilgeliği elinde fener, Sinoplu Diyojen’de bulabiliriz ancak!

Kızı devam ediyor: “Ceplerinde her zaman kâğıt parçaları bulunurdu;” (Ey yazmağa gönül vermiş okuyucular; yazma eyleminin birinci suresinin birinci ayeti: aklına gelenleri yazıya derhal dök, sonra yazarım savsaklamasına sapma; unutulur!)

Sabahat Hanım ise, Asaf’ı çizerken: “içten ve zarif, son derece kibar, ve çok şık bir gençti. Herkes poplin gömlek giyerken; o, takım elbisesi içine ipek ponjeyi tercih ederdi. Kol düğmeleri altın üzerine inci kakmalıydı. Sağ elinin yüzük parmağında tek taş altın, sol elinin küçük parmağında kemer biçiminde yakut taşlı yüzük vardı.” diyor. (Ey hikâye ya da roman yazma sevdalısı, işte sana sinopsisi verdim, bütünü oluşturmak senin bileceğin iş! Yalnız, yağmurlu havada toprak yolda ayak sesleri yankısının duyulduğunu yazma! Ya da kamyon kasasının katlandığını!)

Yazarlara sorulan en kanıksanmış soru, nasıl yazıyorsunuz? Ona da şiiri için, böyle bir cümle kurulur, yanıtı: “Yaşadığımı şiirlerimde en yoğun yönleriyle, en kesin sandığım biçimlerde, en kısa olduğuna inandığım ölçülerde verdim, veriyorum, vereceğim.” olur. Kısa, kapalı ve sözcük oyunlarıyla süslenmiş: ”Beni öyle bir yalana inandır ki,/Ömrümce sürsün doğruluğu .” ikilisi; imzası olmuştur, sorulan soruya derim ve ters köşeye yatırılmış hissederim kendimi!

Sözcüklerle oynamayı sever; ancak, bir çocuğun puzzle; parçaları birleştir=yapbozu tamamlama sevinci yoktur onda; sizi tek başınıza ortalık yerde bırakır, ne halin varsa gör anlamına: “Bir kelimeye/ Bin anlam yüklediğim zaman/Sana sesleneceğim.” der.

Pek çok şiiri ezbere bilinir, zira hafızaya alınması kolaydır, şaire de sormalı derim, (Nasıl dokuz doğurduğunu, sözcüklerle oynarken!) “Yalan bile söylerken/Prensibim doğruluk/İsterim ki, ben/Sen de öyle ol çocuk.”

Şairin aşk yaşamı fırtınalıdır. Bu sevda sadece insana dair değil; çiçeğe, böceğe, önünde uzanan maviliklere, çevreye, eşyalara ve özellikle kadınlara(!), bakın ne diyor: “Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,/Kocaman denizlerde bir balık gibisin./Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür/Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.” Bunları okurken Ahmet Ilgaz’ın: “sen saçlarıma koşan aklar gibisin/Ansızın uykularıma dolan rüyalar gibisin;/ dizelerinin Avni Anıl’ca bestelenmiş Hicaz Makamı notaları geçiyor belleğimden; gecenin bu geç saatinde udumu göğsüme dayayıp Asaf’ı düşünüyorum;(En sevdiği şarkı; içinde geçen ‘Aşiyan Yolları’ tamlamasıyla anılan ve yine Tevfik Fikret’le karşılaşmamıza yol açan; Nimsofyan usullü, Şemsi Belli şiiri üzerine Muzaffer İlkar’ın Hicaz bestesi: “Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin. (İlk iki ölçüsü:1/16 la,3/16 si, 1/8 do, 1/8 re-1/16 mi, 3/16 fa, 1/4 mi) gecenin sessizliğinde dökülüyor udumun tellerinden “dinleyen var mı”(?) yok canım herkes uyumuş, ramazan davulcusu, penceremin önünden geçeli iki saat olmuş; ama, onunkilerini, beş komalık si bemollü,  Acem Kürdî Makamı’yla, bestelemek istiyorum; yanlış! Asaf’ça yanıp tutuşuyorum!

Asaf’ın “Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin” dizesi onu doğrular; 4 Kasım 1954, saat 11.00 de garip bir rastlantı,  pat diye düşer hayatına. Bu, Yıldız Hanımefendi’dir. Fotoğrafçıdır, çektiklerini yurt dışında pazarlamak kolaydır da, burada durum nasıldır merakındadır. Şevket Süreyya Aydemir’in Mustafa Kemal’i anlattığı ‘Tek Adam’dan ödünç aldığım cümlesiyle: ‘Kader ağlarını örmektedir’ tesadüfün sonu,1962’de hikâye mutlu biter! Onun bu gelgitlemeleri, şiir ve şairlikle ilgili düşüncelerini anlattığı, ‘Yuvarlağın Köşeleri’ kitabında geçen, aynı adlı şiirinde; evlenmekten tırım tırım kaçanları da iğneleyerek bana ise çuvaldızla saldırarak şöyle vurguluyor: ”Mutlu/etmeyeceksen,/meşgul de/etmeyeceksin.”

Şiiri okumadan önce, hafif mütebessim, alaycı, size ne oluyor süzüşüyle, derininde bilge insanın duruşuyla, öte yandan, Boğaz manzaralı Şiirli Bahçe’nin ne zaman AVM ve rezidans için kime peşkeş çekilecek hüznüyle, daha çok, şairi tam tadında anlatan Namık Denizhan’ın korkusuyla ki, yontunun yaratıcısıdır (İyi ki yerinde Topçu Kışlası yok!) ve sonsuza dek ayakta kalması dileğiyle; şairimize bakın derim…

“Aşka gönül ile düşersen yanarsın/Zekâ ile düşersen kavrulursun/Akıl ile düşersen çıldırırsın/Duygu ile düşersen gülünç olursun/Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin/SERSEM SERSEM BAKINIP DURMA BİR YOL SEÇ.”

“Bir zamanlar mâziye bak…” ay pardon; bir zamanlar yazlık sinema bahçelerinde çoğunlukla birbirinin fotokopi baskısı olan Yeşilçam yapımı sulu zırtlak; dram, melodram ve niye gülündüğü anlaşılmayan komedi filmleri oynatılırdı. Ciddi filmlerin yakışıklısı Ayhan Işık, partneri Türkan Şoray, güldürü filmlerinde Sadri Alışık (Turist Ömer) aranırdı. Tabii daha pek çok isim sayılabilir. Dolandırarak sözü, Şiir Matineleri’ne getirmek istiyorum. İki şair; Attila İlhan, Özdemir Asaf…

En çok aranan ikili. Matinelerde pek çok şair şiirlerini okur, sahneden ayrılır; ancak adları geçenler as solistlerdir, adeta!

İlerleyen saatlerde izleyici, artık akıp giden dizeleri kovalamaktan yorulur, bîtap düşer, kafası şişer, ayrılmak üzeredir, şiir yorgunu olarak! İşte, an o andır! Asaf, sahneye adımını atar: “Sana gitme demeyeceğim”le başlar ünlü şiiri Lavinia’yı seslendirmeğe; herkesin beklediği budur ve ezbere bilirler okunacak şiiri. Şair buğulu sesiyle başlar…

Lavinia, ölüm çiçeğidir. Daha başlangıçta söylenmiştir: ben; aşkı, sevdayı, umutsuzluğu, kaçışı, ayrılığı, özlemi ve ölümü anlatacağım! Hani başlarda sözünü ettiğim: “Bir kelimeye/Bin anlam yüklediğim zaman/Sana sesleneceğim.” dizeleri, Lavinia’da somutlanmıştır. Diğer yan anlamları; ancak, okumuşsa bir tarihçinin belleğinde gizlidir, zira Lavinia, Romalı Başkomutan Titus’un güzel kızıdır ki, Shakespear’in Titus Andronicus adlı yapıtında ona rastlamak eski sevgiliye kavuşma anlamına gelir dersem, çok mu abartmış olurum… Başka masala göre; mitolojide geçen Kral Latinius’un da kızıdır; yontuda hınzırca gülümser; bak, bir kelimeye kaç anlam yükledim diye; ama, unutmuştur güzelliğin ölümsüz ‘Amarant çiçeğini’!

Okuyacağınız şiir; 1957’de, Mevhibe Hanıma duyulan karşılıksız aşkın hüznüdür diye düşünüyorum!

Lavinia

“Sana gitme demeyeceğim./Üşüyorsun ceketimi al./Günün en güzel saatleri bunlar./Yanımda kal.//Sana gitme demeyeceğim./Gene de sen bilirsin./Yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim./  İncinirsin.//Sana gitme demeyeceğim./Ama, gitme Lavinia./Adını gizleyeceğim./Sen de bilme, Lavinia.

Her ne kadar bahçemizde yaşamıyorsa da Attila İlhan, onu konuk edeceğim, buradaki ustaların affına sığınarak ve ‘Ben sana mecburum!’ diyeceğim…

38 dizelik şiirin tamamını değil, birinci ve dördüncü bölümlerini alacağım, Asaf’la karşılaştırılsın diyedir, bu seçim.

“Ben sana mecburum bilemezsin/Adını mıh gibi aklımda tutuyorum/Büyüdükçe büyüyor gözlerin/Ben sana mecburum bilemezsin/İçimi seninle ısıtıyorum//Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor/Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor/Durup köşe başında deliksiz dinlesem/Sana kullanılmamış bir gök getirsem/Haftalar ellerimde ufalanıyor/Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem/Ben sana mecburum sen yoksun.”

Gerisi size kalmıştır; zira konu Özdemir Asaf’tır, onun bitmez tuhaflıkları arasına bir meyhane öyküsüyle girmek istiyorum; içinde geçen hikâyenin ne kadarı doğru, ne kadarı eğri sizin düş dünyanıza kalmış!

Şairin Bebek’te karakolun yanında ‘Şimdi’ adıyla anılan 1971’de açılan bar ve restoranı vardır. O yıllarda gece derslerimden biri de adı geçen semttedir. Bilen bilir, gece derslerim donatılan masada rakıyla başlar. O gün Öğrencim üç sınava girmiş, eve geldiğinde kimya hocasıyla becelleşmiş, perişan halde sevgili annesiyle boğuşuyor, pat diye zili çalmamla dışarıdan duyulan tartışma kesildi, hakem koltuğuna oturtuldum; önce, savcı anneyi; sonra, şüpheliyi dinledim. Karar: çocuk haklı bu gece ders yapılmayacak ve hüküm kesin! Buraya kadar her şey doğaldı, yapabileceğim hiç bir şey yoktu, sadece rakı masası öksüz kaldı.

Sıkı durun bundan sonrası için! Elimde Bond çantası, içi ders notları dolu, Asaf’ın yolunu tuttum, kesif sigara dumanı beni ‘duman altı’ şoka uğrattı, kısa bir hoşbeşten sonra barın taburesine tünedim, içeriyi seyre daldım. Bir iki adım ötemde Kur’Ağaç tek başına oturuyor, masasına bir yetmişlik rakı, beyaz peynir, kavun, salatalık, bir dilim pastırma, bir tabak salatalık turşusu bırakılmış, rakı kadehi yarılanmış öylece oturuyordu; o da benim gibi, etrafı boş boş izliyordu. Kapı sağanlığında bir karmaşa oldu, içeri giren Mübeccel’di: o günlerin Asaf kadar ünlülerinden biri; kısa boylu, etine dolgun, çekingen bakışlı kadını heyecanla masasına davet etti. Kadın olmazladı, gözleriyle içeriyi adeta taradı, hemen önümde oturan Kur’Ağaç, geniş bir tebessümle onu karşıladı, sarılıştılar, Kur’Ağaç oturduğu sandalyeyi ikram etti, sağdan soldan koşuşan garsonlar ona da servis açtılar, kadının bardağına rakı doldurdular, Kur’Ağaç’ın işaretiyle masadan uzaklaştılar. Pek bir şey konuşmadılar, sadece saniyesi olan saatteki dönüşlere hipnotize olmuşlardı sanki… İlk defa konuşmadan iki insanın birbirlerine olan dostluklarını orada gördüm…

‘Şimdi’ Asaf’ın saklandığı mekândı, kafasına göre takılır, sevdiklerine çok geç de olsa içki servisi yaptırır, burada koşul sevip sevmemek değildi, hiç tanımadığı birisine gönül düşürmüşse sorun olmazdı; ama ünlü bile olsa, saatteki akan saniyeleri gösterir müşterisini uğurlardı…

Ben de vakit tamam deyip, Asaf’ın şu dizeleriyle sahneden ayrılayım ve perdeyi aşağıdan yukarıya Asaf’ça indireyim…

“Hey benim koca kafam./Tadlar ağzımın içindedir./Duramaz./Sesler kulaklarımın derinliğindedir,/Uçamaz./Kelimeler dilimin ucundadır,/Kalamaz…” diye devam eder, ASAF!

 

 

 


Herkes bilsin