Şairler Parkı
Feridun Benden
Feridun Benden
Pıt pıt…
‘İçimde yaşasa bir çocuk
Saçları buğdaydan sarı’ (S.Kudret Aksal)
Pıt pıt…
‘Hiç zannetmiyorum geleceğini
Birkaç şiirdir beni aldatan.’ (Özdemir Asaf)
Pıt pıt…
‘Şen şatır gönlüne hicran dolmasın
Gençliğin gülşeni gamla solmasın’ (Neyzen Tevfik)
Pıt pıt…
‘Çiçekçi kadın gelir.
Çoğaltır bardaktaki hüznü’(Behçet Necatigil)
Pıt pıt…
‘Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.’ (C.Sıtkı Tarancı)
Pıt pıt…
‘Paydos bundan böyle çılgınlıklara!
Sert konuşmaya başladı aynalar.’ (M.Cevdet Anday)
Pıt pıt pıt…
‘Ben bir kur’ ağacım
şair dostlardan başka
kimseye yok ihtiyacım!’(F. Benden)
Pıt pıt pıt…
‘Kovuğum dolu
Şairlerin nefesleriyle
Yürüyor yapraklarıma şiir!’(F. Benden)
Pıt pıt…
‘Bir gün ay çıkar hatırlarım
Bir pencere görürüm gecenin içinde’(Necati Cumalı)
Pıt pıt pıt pıt…
‘Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkiyalar basardı,
Ben bu yüzden karanlığı hiç sevmem
Konuş biraz.’(Cahid Külebi)
Pıt pıt…
‘Bir bulut götürmeden başımı
Çabuk beni yıldızlara gömünüz.’(Oktay Rıfat)
Pıt Pıt…
‘Mâni oluyor halimi takrire hicâbım
Üzme yetişir, üzme firâkınla harâbım.’ (Nigâr Hanım)
Pıt pıt………
Yağmurda ıslanır bedenim,
yaşadığımı hissederim.
Burası Beşiktaş, ‘Diren Çarşı’ diye de bilirsiniz; geçmişi mitolojinin derinliklerine dek uzanır.
Nasıl başlasam; ’Kune Petr’, ‘Taş Beşik’ adıyla İsa’dan öncelere Traklar’a mı gitsem? Yoksa İasonium ile mi sürdürsem? Teselyalı İason, Kolkhis’in Altın Post’unu ele geçirdikten sonra Argos adlı gemisini Boğazın bu şiirimsi koyunda dinlendirmiş mi desem? Zira ‘ium’eki, yer belirleme takısı olarak kullanıla gelmiştir!
Ne söylüyor Efesli Herakleitos:‘Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz! Panta rei’ (her şey değişir) hesabı, daha sonra bu ad Sergion’a dönüşür…
Roma İmparatorluğu doğu-batı olarak bölündüğünde doğuda kurulan Bizans ile bu yerleşkeye Daphne denilmiştir…
Daphne adı, Çapkın Apollon’u hatırlatıyor bana… Hikâyeyi bilirsiniz, ama ben yine nakledeyim size:’Yunan mitolojisinde tanrı Peneios’un kızıdır Daphne. Apollon’un onu beğenmesi boşuna değildir elbet… Kız güzeldir ve tanrı onun peşindedir; ihtimal ki kızın başka sevdiği var, gönlünü ona kaptırmıştır, zengin kız, fakir oğlan hikâyesi… Nice yıllar Türk sinemasının diline pelesenk olmuştur. Ama tanrı Apollon gönül vermiştir, kötü adam rolüne biçilmiş kaftan, Ahmet Tarık Tekçe’dir. Kızın peşinden koşmaktadır. Yakalanacağını anlayınca kız, tanrı babasından ağaca çevrilmesini ister; (oysa Kafka, kahramanı Gregor Samsa’yı böceğe dönüştürmüştür, I.paylaşım savaşları ve babasının baskıcı tavırları altında bungunluğunun isyanını haykırmak için!) bu talep yerine getirilir. Apollon’a da ‘Ellerim böyle boş, boş mu kalacak?’ şarkısını söylemek kalır; zira kendisi ‘lir’i sessiz çalma üstadıdır, Pan ile girdiği yarışmayı kaybeder; kabak, Midas’ın başına patlar; neyse uzatmayalım eşek kulaklı Midas’ın masalını anlatarak…
Şu mitolojik tanrıların, ki en ünlüsü Zeus’dur; peşlerinde koştukları kadınlar virjinlerdir. Evli erkeklerin karılarını tanrıya ikramları kutsal sayılır. ‘Bellerophon’un Kızgınlığı ve Likyalı Kadınlar’ şiirinde, M.Cevdet Anday bakın ne söylüyor: ‘…/ Kaldırdılar uzun eteklerini,/ Dalgalara gösterdiler tüylü, kabarık/ Yerlerini çırılçıplak./ Sallanır tüy ve saç rüzgârda…/ Utandı deniz, durdu önce,/ Sonra ağır ağır geriledi./
Neyse, Beşiktaş’tan söz ediyorduk değil mi? İhtiyarlık böyle oluyormuş demek ki! Daldan dala… Osmanlı, İstanbul’u almadan önce burası Diplokionion (Çiftesütun) adıyla boğaz kenarında küçük balıkçı köyüdür. Her beldenin ve kentin ilgi çekici hikâyesi vardır. Ben, Barbaros Hayreddin’e ait olanı yakıştırıyorum. Hadikat-ül-Cevâmi: “Barbaros, Boğazda gemilerini baştan kara yapacak korunaklı yer arar, en uygun bulduğu kıyıya tekneleri bağlamak için… Sonunda burasıdır kanaatı, oraya ‘beş taş’ direk diktirir; zamanla bu iki sözcük halk söylemiyle ‘Beşiktaş’ biçimine döner” der, bu da Osmanlı Elifba’sının bize armağanı olur.
Tarih anlatılırken Evliya Çelebi’ye uğramadan olmaz. Evliya, ‘Yaşkı’ adlı papazın Kudüs’den getirdiği, içinde İsa’nın çocukken yıkandığı, Taş Tekne’yi (Beşiktaş’ı) buradaki büyük kiliseye koydurduğundan söz eder.
Okuduğunuz gibi Beşiktaş’ın kaderinde taş sözcüğü baskındır.
Şimdi iki sıralı taş evlerin bulunduğu Abdülaziz zamanında Aziziye Camii’nin yapımı için ve sarayda çalışan ağaların barınmasını karşılamak üzere akar gerekli olmuştur. 1875’de Balyan Ailesinden Sarkis Efendi imzalı binalar yapılmaya başlanmıştır ya; ayrık ses Balyan Ailesi mimar geleneğinden gelmeyip müteahhit loncasındandır deyip Resmi Tarihi tersyüz edecektir. Bunu söyleyen ben değilim; ya kim? Yard.Doç: Dr. Sıfatlı ve Ufuk Gazetesi’ne röportaj vermiş Salman Can namlı hocadır.
Bakın iddialıdır da: Heybeliada Bahriye Mektebi Kirkor Balyan’ın değil, Başmimar Kırımlı Mahmud Ağa’nın; Sultan II. Mahmut Türbesi Garabet Balyan’ın değil, Mühendis Halim Efendinin; Taş Kışla ve Askerî Müze Sarkis Balyan’ın değil, İngiliz Mimar William James Smith’in; Balta Limanı Sahil Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu Sarkis Balyan’ın değil, İtalyan Mimar Fossati’nin vs böyle gidiyor; ama sözünü ettiğim evlerin aslında kim tarafından yapıldığına dair belge bulamamış, en iyisi büyüyünce Osmanlıca öğrenmek, arşivlere dalıp kafayı üşütmek; ama bizim şansımız var elbet! Ortaylı Hocaya sormak…
İşi çok yokuşa sardırdık galiba? Akaretler yokuşunu Nişantaşı yönünde tırmanmadan önce, Şair Nedim;( İran mülkünü değersiz kılan İstanbul’un bir kaldırım taşına bile değişmediği sonunda ağzından çıkardığı “İstanbul’un evsafını mümkün mü beyân hiç/Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır.” baklasıyla bitirdiği kasidesiyle cukkaya bir kese altını atmıştır.) ve Spor caddelerinin kavuşma noktasından sol taraftaki eğimli yokuşu tırmanırken 76 No:lu evde Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımın elini öpüp, hayır dualarını alalım, Kurtuluşun ve Kuruluşun baş mimarı Mustafa Kemâl Atatürk’ün işaretiyle Şiirli Bahçeyi ziyaret edelim.
Bizi, Beşiktaş’ın Dervişi, adam gibi adam, ‘dostlarım, dostlarım… Ben en çok dostlarımdan korkarım!’diyen Süleyman Seba, bahçeye buyur eder. Usta futbolcudur, Beşiktaş takımına gönül vermiştir. Hem oyuncu hem yönetici olarak her kademede aldığı görevi başarıyla sürdürmüştür. Aynı zamanda devletin de sır küpüdür. Kulübün başkanlığını yapmış, sonrasında, iki Onursal başkanından biri olmuştur. Mütevazı, sevecen, sıcak kanlı, şimdilerde pek bulunmayan dürüst, sözünün eri ‘dinozorlar’dandır. Şiirli Bahçe’ye de yakışmıştır hani! Zira 1882’de ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ adlı tablonun ressamı, Osman Hamdi hocanın kurucusu olduğu Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane’ye, iki yıllık Galatasaray Sultanîsi’nden sonra devam ettiği Kabataş Erkek Lisesinin ardından intisab etmiştir.
Süleyman Seba’dan el aldıktan sonra elinde kitabıyla bir kaide üzerine oturmuş, kitabın şimdi yerinde yeller esiyor, tefekküre dalmış S.K. Aksal’a MERHABA! diyelim, Cevat Şakir’i, namı diğer, ‘balıkçı’yı kıskandırırca… Kitabın, madenî değeri, özgül ağırlığına yakın olduğundan, okumayı seven birisince koparılmış olması, onu pek de üzmüşe benzemiyor; kim bilir, bir şişe Marmara şarabı fiyatına gitmiştir hurdacıya, yakın komşusu Neyzen Tevfik’in gülümsemesi ona tesellidir elbet; zira sanatın içine tükürenlerin ya da bir yontuya ‘ucube’ diyecek kadar sanat bilinci yüksek olanların yaşadığı memleketimizde doğaldır bu işler; ancak yontucusu Y.Tonkuş bunu kendisine dert ediyor, diğerlerine ne gam? Aklıma; Faruk Nafiz Çamlıbel’in (Siz daha çok, Han Duvarları’nı seversiniz sanırım. İlkokul sıralarında buğulu sesiyle Melek öğretmenimin seslendirdiği, sonra şiir sevenlerimizin gizlice tuttukları pembe sayfalı hatıra defterlerine kırmızı mürekkepli dolma kalemle nakşettiğimiz dizeler; “ Garibim nâmıma Kerem diyorlar/Aslımı el almış, harem diyorlar/Hastayım derdime verem diyorlar/Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben./) , (ve artık şiir böyle yazılmıyor nidalarınızı duyuyorum. Ne yapayım; yetmiş beşlere yelken açmış genç adamın öyküsü bu!) güftesini Arif Sami Toker’in curcuna usulünde, diyorum ya;(ne curcunası bu canım? Bir ölçüye on tane sekizlik sığdırılmış! Ne entellik böyle? Şu an Enis Batur’u okurca, şaşkınlık içindesiniz, bilinmezin bilgisini kovalarca! Hepsi kitaplarda…) Acemaşiran makamında bestelediği: “Gam çekme ey güzel/Ne olsa baharın sonu yazdır/” şarkısı geliyor!
Ailesi Manastır’dan İstanbul’a göç etmiş ve selâmımıza ‘hoş geldiniz’ diye seslenen İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okumuş,’Şarkılı Kahve’, ‘Gün Işığı’, ‘duru Gök’,‘Bir Sabah Uyanmak’, ‘Eşik’, ‘çizgi’, ‘Zamanlar’, ‘Bir Zaman Düşü’, ‘Buluşma’, Paul Eluard’dan çevirdiği ‘Ağızda Bir Sevi’ adlı şiir kitapları olan şairimiz, ellili yılların rüzgârıyla, ‘Denize Karşı’ şiirinde:
'Adam oturmuş denize karşı/ Elinde oltası yıldız tutar/ Çeker Çıkarır bir bir geceden/ Çeker çıkarır tadına bakar/ Ardında ışık içinde çarşı' diyerek Orhan Veli tadında imzasını atar.
Bu kadar değildir elbet sanatla uğraşı… Öyküleri, oyunları da vardır. İstanbul Belediye Konservatuarı, Şehir Tiyatrosu birimlerinin üst yöneticiliğiyle Şiirli Bahçe’mizin ev sahipliğini hak etmiştir elbet.
Şiirlerinde: sokaklarda, deniz kıyılarında, kahvelerde, meydanlarda verilecek işi bekleyen vasıfsız, eğitimsiz bırakılmış vatandaşlarımızın çizgilerini çizer; hikâyecimiz Sait Faik’i anımsatırca… Sahi, şimdi niye anlatılmaz şiirlerde işsizler ordusunun hikâyeleri? Diyorsunuz ki, sözcüklere mastürbasyon yaptırmak varken gerekli mi? Aylaklığın sevincini resmederken uzunlu kısalı dizelerinde ‘Garip Şiiri’nin tadını damaklarımızda bırakır: ölçüydü, uyaktı boş verir ki, aruz ölçülü şiirlerde serbest müstezat nam dizeler, şairin o günkü ruh haline göre yazılmış, Sembolizmin gayri meşru çocuğu olarak doğmuş, post modern tarzdır!
Örnek örnek tıpkı bis bis diye klasik batı müziğindeki izleyicilerce feryadı figân ediyorsunuz… Peki, sevdiğim şair Ahmet Haşim’in O Belde’sinden birkaç dize:
“Denizlerden/Esen bu ince hâva saçlarınla eğlensin./Bilsen/Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-u şâma bakan/Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!/Ne sen,/Ne ben,/… “
Sabahattin Kudret, bozkırda özgürce dolaşan kısrakça koy verir dizelerini. ‘Bir Sabah Uyanmak’ adlı şiirinde…
‘Bir sabah ellerin cebinde çık evinden!/ Ceketin iskemleye asılı kalsın./ Bekleye dursun dostun/ kahvede./ İşe gitmekten de/ bugünlük vazgeç./ Öylece dolaş çiçek kokan sokaklarında/ Güzel şehrinin./ Yeniden tat gökyüzünü, /Ağaçlara selam ver! /Apartmanların hatırını sor! /Senden başkaları için değil! /Bu güzel gün /Mavi gök./
Şairimiz daha sonra Herakleitos’u anımsatırca; Ölçülü, uyaklı şiirlere selâm durarak yoluna devam eder. ‘Güzellik’ adlı şiirinin ilk iki dörtlüsünde görelim değişimi.
/Gördüm sizi bir bahçede hamakta/ Güzelden de öte Güldesteydiniz/ Bir damla gözyaşı beyaz zambakta/ Siz orada aşkla mı söyleştiniz// Hangi zamanda yaşadınız hangi/ Ya nerde! Belki de Eldorado’da/ Anımsıyorum o ışık hevengi/ Bir figür müydünüz yoksa Seurat’da?//
Şiiri bölmemek için girmedim şu Eldorado meselesine. İspanyolca; altın kaplı, altından yapılmış anlamına geliyormuş! Yoksa belde adı filan değilmiş; hani Amerikan Kovboy filmlerinde alkışladığız yoksul, aç, biilaç Avrupalı göçerlerin çekirge sürüsünü andıran seferlerini, XI. Yüzyılda papaz Piyer Lermit’in başlattığı Haçlı nam seferlerini, Vahşi kızılderilerin yok edilişlerini, söylenceye göre Göktürkler’in ahfadı!, şimdi Ortadoğu’nun ve kuzey Afrikalıların Akdeniz ve Ege’de ŞEHÎD, pardon bok yoluna gidenlerin hikâyelerinde gördüğümüz, Filistin’e 48’lerde Exodüs nam tekneleriyle yola çıkanların trajedisini izlemek, basit bir Kayseri pazarlığı ise sonu hüsranla sonuçlanırmış; demek ki Cumhuriyet Tarihimiz 1919’dan başlarmış; yazıcılara, kulaklarına Yavuz Selim’in küpeleri andaç olsun derim!
Ya, Seurat’da ne oluyor, onu da siz araştırın derim…
Orhan Veli de döşenmiş bu adla yirmi dört dizeli şiirini, Eylül 1936’da…
On dördüncü yaşının ilk güzel gecesine ithaf etmiş. Geç mi, erken mi? Bilmiyorum, siz yorumlayın ne diyeyim? Kendisi şiirli bahçemizin konuğu olmadığı için ikinci dörtlüğü intihal (intihar değil)’liyorum:
/Müthiş dünyasıyla, uykuma ilk girdiği yer.../ ( hani girermiş ya uykusuna şeytan!) Gülümsüyor mavi bir ay ışığında kamış./ (düşündürür Hepa’nın (Havva) Adem’e sunduğu ELMA’ya tutkun ısırığını ya, öncesinde Lilith mi varmış; şeytanla özdeşen kadının anası!)/Göllerin şekil dolu derinliğine dalmış/ (aranan ‘G’ noktası mıymış ?) /vuslatın havasını çevreleyen iğdeler./ (bilen bilir, bilmeyene geçmiş ola; değildir bu, yedisindeki çocuklara ahlâksızca sarkanların masalı fetva eşliğinde!)
Okudunuz, şiir bukağıya vurulmayı sevmiyor; o, bir kediyi anımsatır, sahibine aldırış etmez, bildiğini okur, as’lolan kendi özgürlüğüdür, isterse yaltaklanır egosunu tatmin için, isterse her sevgiye boş verir, ardına bakmadan terk eder uzaklaşır, sevgiliye mi benziyor ne?
Şairimiz, ilerleyen yıllarda evreni anlamağa, zamanın ‘Ne’liğini açıklamağa, insanın varlığını sorgulamağa başlar, yeni şiirlerinde… Ne de olsa felsefe eğitimi almıştır, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm’ünde…
Kalkın şu makinanın başından, nice doğru bilgiler kitaplarda… Dokun yapraklarına, duy kokusunu neymiş aşk!?