Menu
12 Mayıs 2017

Nitelikli Çeviri ve Çevirmenin Önemi

Işıl Gerek
fotoğraf: Mert Gerek

AYKIRI AKADEMİ - SÖYLEŞİ - Işıl Gerek

Yayıncılık dünyasının ve kitap kurtlarının iple çektiği Tüyap Kitap Fuarı kapılarını henüz açmışken, yazın dünyasının gizli kahramanları çevirmenlerin ödüllendirildiği Çeviri Derneği ve Talât Sait Halman Çeviri Ödülü törenleri de yaklaşıyor… Ben de lisansını Çeviribilim bölümünde tamamlamış bir mütercim tercüman olarak, bu pek de bilinmeyen dünyanın kapısını biraz aralayalım istedim ve İstanbul Üniversitesi Çeviribilim bölümünden kıymetli hocam Doç. Dr. Betül Parlak’ı ziyaret ettim. Giorgio Agamben, Pierdomenico Baccalario, Alberto Moravia, Italo Calvino gibi pek çok yazarın kitaplarını İtalyancadan dilimize kazandıran Betül Parlak, akademisyen kimliğinin yanı sıra Çeviri Derneği’nin yönetim kurulu başkanlığını da sürdürüyor. Edebiyat Fakültesi’nin Laleli’deki pembe boyalı taş binasında çevirinin tarihi, topluma olan etkisi ve gündem üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbetin meslektaşlarımız ve meraklı okur için bilgi tazeleyici ve ilgi çekici olacağını umuyorum.

 

Hocam, en başından başlayalım istiyorum. Çeviri ihtiyacı ilk olarak nasıl ortaya çıkmış? Babil efsanesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çeviri ihtiyacının nasıl ortaya çıktığını aslında günlük yaşamsal pek çok deneyim ile açıklayabiliriz. İnsan toplumsal ve iletişimsel bir varlık dolayısıyla, toplumsal yaşamın vazgeçilmez kıldığı iletişim gereksinimi çeviriyi de kaçınılmaz kılıyor. Üstelik bu sadece diller arası bir iletişim etkinliği olarak da görülemez çünkü aynı dili konuştuğumuz insanlarla bile günlük deneyimde pek çok dil içi çeviri etkinliğine başvurduğumuzu, kendimizi yeniden başka sözcüklerle ve başka biçimlerle ifade etmek zorunda kaldığımızı görüyoruz. Başkalarının iletişim deneyiminde de bunu gözlemleyebiliriz. Babil efsanesi meselesine gelince, ‘Hepimiz aynı Tanrı’nın çocuklarıysak neden farklı diller konuşuyoruz?’sorusunu yanıtlayacak güzel bir söylence bu… Confusio linguarum literatürde çok tartışılan bir konu bildiğiniz gibi. Umberto Eco, Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı’nda bu konuyu ele alırken Tekvin 10 ve 11 arasındaki farklılığa dikkat çekiyor. Dillerin farklılaşması ilkine göre bir ceza, ikincisine göre ise doğal bir eğilim, kaçınılmaz bir sonuç… Ama Babil söylencesinin sembolik bir değeri ve referans noktası var… Belki şimdi içinde yaşadığımız bugünlerde tam da çeviri ihtiyacına ve çevirinin gerekliliğine dikkat çekmek için Gramsci’nin bu bağlamda söylediklerini tekrarlamak daha anlamlı olur: “Gerçek Babil pek çok farklı dilin konuşulduğu bir yer değil; bundan ziyade herkesin aynı dili konuştuğunu sandığı, ama aynı kelimelere farklı anlamlar yükledikleri bir yerdir.” İnsanın en büyük kibri belki de iletişim kurmama ve anlamak konusunda çaba gösterme gereği hissetmemesinde yatmaktadır, kim bilir…

Rönesans felsefesinin doğuşu ve Martin Luther’in İncil’i Almancaya alışılagelmişin dışında, halkın anlayacağı bir dilde çevirmesiyle başlayan reform hareketlerinde çeviri yine çok önemli bir rol oynuyor, öyle değil mi? Biraz o tarihsel sürece değinelim mi?

Çeviri bu bağlamda aslında belli devirlerin kapanmasını, yenilerinin açılmasını sağlayan önemli bir eylem… Yeni bir bilgi otoritesi arayışı, eskisinin değerini kaybettiği, herhangi bir derde deva olmadığı, yeni bilgi ve bilme modelleri arandığında ortaya çıkan en önemli ürün… Bu anlamda Rönesans çeviri yoluyla Antik Yunan uygarlığının 15. yüzyılda yeniden doğuşunu simgeleyen dönemin adı… Ortaçağ Latincesinin skolastik dilinin aktarmadığı bir bilginin peşine düşen Rönesans insanı, kendi bilgi ve bilme paradigması için Antik Yunan’a başvururken çeviriden başka bir aracı var mıydı? O döneme egemen olan değişme arzusu olmasaydı, öylesine yoğun bir biçimde çeviriye başvurulur muydu? Bütün bunları bu tür kültürel yenilenme hareketlerinin ortaya çıktığı dönemlerin siyasi, ekonomik ve kültürel bağlamından bağımsız olarak düşünemeyiz… Ulusal monarşilerin temellerinin atılmaya başlandığı bir dönemde papalık kendi bilgi otoritesiyle -dolayısıyla Tanrı’dan aldığını iddia ettiği siyasete yön verme gücüyle- Avrupa’nın kaderini şekillendirmeye çalışırken ister istemez dirençle karşılaşacaktı. Üstelik ulusal dillerin ortaya çıkışı çeviri etkinliğini zorunlu kılıyordu. Dante De Vulgari Elequontia’yı yazdığında “parlak bir halk” dilinden söz ediyordu, yani daha 14. yüzyılın başında erken Rönesans döneminde daha geniş bir kitleye kendi konuştuğu dil ile yazıp yönelme hayati bir ihtiyaca dönüşmüştü… Üstelik siyasi olarak, Martin Luther’in İncil’ini de bu siyasi bağlamda okumak gerekiyor… Ona destek veren, papalığın yetkesinden kurtulmak isteyen Alman Prensleri olmasaydı, böylesi bir eylem ne ölçüde başarıya ulaşabilirdi? Kilisenin yetkesinden kurtulma ihtiyacı, papalığın siyasi erki belirleme ve vergi toplama çabası dirençle karşılanmasıyla Protestan reformu yeni bir bilme arzusuyla kendini var edebilir miydi? Sanki soruya sorularla yanıt veriyormuş gibi gözüyorum ama aslında çevirinin baş aktör olarak görüldüğü toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde, onu güçlü kılan başka dinamiklerin de olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bazen tarihsel bağlamı unutup bazı olgulara dikkat çektiğimizde eksik bilgi aktarımından- sizin de bildiğiniz gibi- çeviride kilit kavram olan “bağlamsallığı” yitiriyoruz… Her türlü olguyu kendi bağlamsallığı içinde değerlendirmek gerekiyor…

Bu aslında çeviriyi sadece diller arası bir iletişim aracı olarak görmenin de doğru olmadığını gösteriyor. Çeviri, kültürlerarası bir köprü kurmanın yanı sıra, toplumsal dönüşüme hizmet eden, uzlaşmacı bir dilin de oluşturulmasına katkı sunan bir alan…

Çok haklısınız, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım şey de bu… Toplumsal dönüşüme hizmet ediyor. Uzlaşmacı bir dil oluşturması meselesine gelince… Bu biraz bence tartışmalı… Uzlaşma bir niyet meselesi… İletişimin tarafları uzlaşmaya niyetli ise, çeviri bu niyeti gerçekleştirmede çok önemli bir rol oynuyor, yine taraflar niyetli olmasa bile, çevirmenin kimliği -elçileri, siyasetçileri, arabulucuları düşünelim- çatışmayı azaltabilir belki… Siyasi söylemlerin çevirisinde daha nötrleştirici bir dil kullanıldığını gözlemliyorum. Bu anlamda çevirinin değil de, çevirmenin uzlaştırıcı rolüne inanıyorum doğrusu…

Bizim ülkemizde çeviri faaliyetlerinin hız kazanması hangi döneme rastlıyor?

Siz de biliyorsunuz ki, çeviri tarihi açısından baktığımızda bu topraklar hep çok kültürlü ve çok dilli olmuş, bu anlamda çeviri ve toplumsal iletişim ihtiyacı açısından kesin bir tarih belirlemek ve vermek çok zor… Helenistik dönemin Koine’sinden itibaren bu topraklarda kuşkusuz ortak iletişimi sağlayan bir “lingua franca” ortaya çıksa da, yaşadığımız toprakların kültürel çeşitliliği göz önüne alındığı çeviri süregelen bir faaliyet olarak bence hep var oldu. Ticaret ve siyaset açısından vazgeçilmez oldu, ancak kültür dili açısından durum değerlendirildiğinde - biliyorsunuz, çeviri yoluyla belli bir “kültürü” ithal eder, o kültürün bilgi ve değer paradigmalarını yeni bir kültürde kullanmaya çalışırsınız- Osmanlı İmparatorluğu’nun çeviri yoluyla yeni bilgi modelleri arayışı III. Selim’e kadar uzanır ama onun tamamlayamadığı etkinliği II. Mahmud yenileşme hareketleriyle gerçekleştirmeye çalışır. Tıp, askerlik, mühendislik alanlarında daha çok teknik ve askeri gücü arttırmak amacıyla çeviriye başvurulur. Tanzimat, I. ve II. Meşruiyet dönemleri, uluslaşma, hürriyet, monarşilere başkaldırı için önemli bir literatür takip eden Osmanlı aydınlarının ürünüdür. Bu dönemde de önemli bir çeviri faaliyeti olmakla birlikte meşhur İstibdat Dönemi ve basın üzerindeki baskı bu tür fikirlerin yaygınlaşmasını çok da kolaylaştırmış sayılmaz. Yine de Cumhuriyeti kuran iradenin bu tür bir literatürü takip ederek yetiştiğini unutmamak, çevirinin bu anlamda önemini gözden yitirmemek açısından önemlidir. Ancak bildiğiniz gibi, Cumhuriyet’in ilanından sonra çeviri yeni bir kültür ve yeni bir nesil yaratmanın, o dönemin kavramıyla “Türk hümanizması” ve “aydınlanmasının” aracı olmuş ve yeni okuryazar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları büyük bir kültür seferberliğiyle çeviriyle büyümüştür… Aslında bu çok da eski bir öykü değildir. 1932 doğumlu bir astsubay olan rahmetli babamın kütüphanesi -babası bir din adamıymış bu arada- çok zengindi ve benim yaşımdaki pek çok yetişkin gibi ben de babamın kütüphanesindeki MEB klasikleriyle büyüdüm. Bugünkü terimlerle kültürel planlama diyebileceğimiz bir çeviri hamlesi belki de ebeveynlerimizin kütüphanesinden bize ulaşarak önemli bir görevi yerine getirmişti… Her şeyden önce okumayı sevmiş ve okuma tutkusuyla büyüyen çocuklar olmuştuk. Tabii ki klasikleri okurken onların çevirisel kimliğiyle ilgili bir kavrayışımız yoktu… Sanki biz küçük okurlar için Tolstoy, Balzac, Hugo Türkçe yazıyordu…

Biraz mesleğin günümüzdeki algısından da bahsedelim… Yayıncılık dünyasında ve kamuoyunda çevirmenler artık daha doğru ya da meslek etiği çerçevesinde değerlendiriliyor mu?

Mesleğin günümüzdeki algısı… Çeviribilim bölümlerinin artması, meslek örgütlerinin yaygınlaşması, belli çeviri ve çevirmen sorunlarına dikkat çekilmesiyle çevirmenlerin eskisinden biraz daha görünür hale geldiklerini düşünüyorum. Ama meslek etiği ayrı bir tartışma konusu… Bazı konular, içinde yaşadığımız toplumsal bağlamdan ayrı düşünülemeyeceğinden ve bugün baktığımızda herhangi bir alanda etik kavrayıştan söz etmek çok zor olduğundan, aynı şeyin bizim alanımız için de geçerli olduğunu söyleyebilirim.

Bu noktada meslek örgütleri ve derneklere de önemli bir görev düşüyor.Meslek birliklerinin amaçları ve yürütülen çalışmalarla ilgili biraz bilgi alabilir miyiz sizden?

Bu alanda çok önemli gelişmeler söz konusu… Örneğin benim yönetim kurulu başkanlığı görevinde bulunduğum Çeviri Derneği 1999 yılında ağırlıklı olarak akademisyenlerce kurulmuş bir dernek. Amacı ise çeviri alanının bütün aktörlerini bir araya getirip sorunları bir arada tartışabilmek ve çeşitli çözümler önerebilmek… Daha sonra Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca meslek birliği olarak örgütlenmiş olan Çevirmenler Meslek Birliği’nden söz edebilirim. Onların kuruluş amacı da, çevirmenlerin telife konu eserlerinden elde ettikleri hakları takip etmek… Biliyorsunuz, Türkiye Konferans Tercümanları Derneği var, 1969 yılında kurulmuş sözlü çevirmenlerin örgütlendiği bir dernek. Yine Çeviri İşletmeleri Derneği var,  pek çok değerli çeviri işletmesini bir araya getirerek sektörün sorunlarını çözmek için birlikte çaba harcadıkları bir platform oluşturuyor. Bu saydıklarım benim ve arkadaşlarımın bizzat işbirliği içinde bulunduğu kurumlar… Bunların dışında yeni ve görece eski başka pek çok çeviri derneği var. Sayıların çoğalması umut verici… Sorunlar çok, çoğu aynı, çözümler için ortaklaşmak ve dayanışmak gerekiyor.

Ülkemizde nitelikli çevirinin önemini vurgulamak ve çevirmenleri desteklemek amacıyla verilen ödüller de var. Geçtiğimiz yıl IKSV’nin başlattığı Talât Sait Halman Çeviri Ödülü, Çeviri Derneği Ödülleri gibi…

Bizim derneğimiz 2001 yılından itibaren Onur Ödülü veriyor. 2011 yılından bu yana ise Genç Soluk Ödülü veriyoruz. 2014 yılı Mart ayında derneğimizin yönetim kurulu üyesi ve en genç başkanımız olan Elif Ertan’ı yitirdik. Onun anısına bu ödülü 2014 yılından bu yana “Elif Ertan Genç Soluk Ödülü” adıyla veriyoruz. Onur Ödülü, alana yaptığı katkılar, kazandırdığı çeviri eserler ve çeviri konusundaki çalışmalarıyla bizlere öncülük etmiş büyüklerimize yönelik bir borç ödeme olarak görülebilir. Ödül yönetmeliklerimiz bütün üyelerin sürece aktif katılımını öngörüyor. Derneğimiz, üyeleri ödüllerimiz için aday gösterebiliyor. Yönetim Kurulu, adayları Danışma Kurulu ile paylaşıyor ve karar süreci başlıyor. Ben ve arkadaşlarım 2014 yılından beri yani sevgili Elif Ertan’ı kaybettiğimiz yıldan bu yana görevdeyiz. Üzülerek söylüyorum, üyelerimiz aday gösterme sürecine beklediğimiz ölçüde aktif katılmıyorlar. Biz bu durumda Yönetim Kurulu olarak karar verip Danışma Kuruluna bildiriyoruz. Bu yıl çeviribilim akademisyenlerinin alana katkısına dikkat çekmek istedik. Bu nedenle Onur Ödülümüz bu yıl iki değerli akademisyene verilecek. Kurucu başkanımız Prof.Dr. Hasan Anamur’a ve sizin de hocanız olan, Türkçe çeviribilim literatürünün oluşmasına kitap ve makaleleriyle büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mine Yazıcı’ya… Ödüller hem alana katkıda bulananları onurlandırmak hem de çeviri ve çevirmenin görünürlüğüne katkıda bulunmak açısından bence çok önemli.

Bu yıl Elif Ertan Genç Soluk Ödülü’nü çok genç yaşta geçirdiği kaza nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm olan ama yaşamın anlamını –bence- çeviride yeniden bulan çok verimli, çalışkan ve başarılı bir çevirmene Canan Kim’e vereceğiz. Sağlık durumu nedeniyle İstanbul’a gelemediğinden 3-4 Aralık tarihlerinde İzmir’de Canan Kim ile birlikte olacağız. Uzun uzun çeviriyi, Elif Ertan’ı konuşacağız.

30 Eylül Dünya Çeviri Günü “Çevirdiğiniz Şiirlerle Gelin!” başlığıyla kutlandı. Ama tabii şiirin iyileştirici gücünden destek bulmaya çalışan, biraz buruk bir toplantıydı… Çünkü hemen öncesinde meslek büyüklerimizden, dilbilimci Necmiye Alpay, pek çok yazar ve akademisyen tutuklandı… Hatta şu anda da müebbet hapis istemiyle yargılanıyorlar…

Evet, bu yıl 30 Eylül’de Çeviri Derneği, Çevirmenler Meslek Birliği ve Yaybir olarak birlikte buruk bir kutlama yaptık… Necmiye Alpay bizler için hem dilbilimci, hem çevirmen, hem de önemli bir entelektüel olarak çok değerli bir isim. Biliyorsunuz pek çok değerli isim şimdi çeşitli gerekçelerle demir parmaklıklar arkasında… Biz alanımızdan bir isme dikkat çekmek istediğimiz için çevirdiğimiz şiirleri Necmiye Alpay’a gönderdik. Aslında her gün yazmak, oradakileri yalnız bırakmamak gerekir diye düşünüyorum. Necmiye Alpay çok büyük bir tehlikeye dikkat çekmişti. Ocak 2013’te Net Söyleşi ve Haber Dergisi’ne verdiği bir röportajda “kavramla teröre” dikkat çekmiş ve “terörizm ile suçlama döneminde” olduğumuzu söylemişti. Bu dönemin kasvetini, karanlığını, ağırlığını her gün iliklerimize kadar hissediyoruz ve dilin şiddetini deneyimliyoruz. Televizyon sürekli bağıran çağıran, birbirine hakaret eden, birbirini itibarsızlaştırmaya çalışan, “bugün solgun görünüyorsun” gibi sıradan bir iletiyi bile, subliminal -ne demekse artık- mesaj sayıp ileti sahibini terörist olarak yaftalayanlarla dolu… Bu bir çılgınlık çağı mı? Delilik ve saçmalık bulaşıcı mı? Bu soruları sormaktan kendimi alamıyorum. Hep şunu düşünürdüm: Hitler deliydi peki ya peşindekiler? Şimdi bakıyorum da… Bakmasam ve düşünmesem daha iyi diyorum… Şiir bu bağlamda, söylediğiniz gibi daha iyileştirici bir şey gibi geldi… Üstelik dilin bu kadar anlamını yitirdiği artık neredeyse hiçbir şey anlatmaz bir hale geldiği ülkemiz kültür ortamında, popüler hamaset ile estetik pek çok iletiden de yoksun kalırken bu yıl şiir temasını öne çıkarmaya çalıştık. Şiirden ve şairden terörist olmaz diye düşündük. (Gülüşmeler)

Ama bizler yine de şanslıydık Hocam. Minâ Urganların, Akşit Göktürklerin, Ahmet Cemallerin dolaştığı koridorlarda Kültür Düşünce Dünyası, Kitle İletişim Araçları gibi ufuk açan, bize soru sormayı, sorgulamayı öğreten dersleri sizlerden dinleyebildik. Belki de bu noktada üniversitenin ne olduğunu, ne anlama geldiğini tekrar hatırlatmak gerekiyor… Üniversite nedir ve nasıl olmalıdır?

Üniversite, yeni gelen öğrenci için ufuk açıcı, gelişmesini ve serpilmesini sağlayıcı, eleştirel düşünceyi bilgi ile yoğurarak geliştirdiği bir yer olmalı… Belleten, iktidara hizmet eden, yeni bir bilginin üretilmediği, tekrarlanmasını istenen bilgilerin yineletildiği bir yer olmamalı… Bugün üniversitelerimizin sayısını bilemiyorum artık ama bilgi üretme, paylaşma ve bilgiyi öğrencilerine aktarma, eleştirel sorgulama ve bilimsel bakış açısı kazandırma açısından başarıları tartışılır ve son derece sorunludur diye düşünüyorum.

Son dönemde üniversiteler üzerindeki artan baskıyı, rektörlük tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konularda fikrinizi açıklarken bir akademisyen olarak herhangi bir tedirginlik duyuyor musunuz?

Baskı her zaman vardı, gizli baskı şu anda açık ve yıldırıcı bir nitelik aldı… Rektörlük tartışmalarına gelince bu konudaki KHK kabul edilebilir gibi değil, üstelik mantığı da anlaşılabilecek bir şey değil… Her konuda “millet” ve “milli irade” diyen siyasetçilerimiz, kendi rektörlerini seçmek isteyen üniversite öğretim üyelerinin iradelerine ipotek koymakta bir sakınca görmüyorlar… Demokrasi bu mu? Seçim ve temsil toplumun tüm katmanlarına yayılması gereken bir şey… Biz temsili demokrasilerde bizim adımıza her konuda kararı alacak birini mi seçiyoruz yoksa bir toplumsal mutabakat çerçevesinde oluşmuş bir anayasal düzenle yetki ve sorumluluklarını bilen, o sınırlar içinde hareket etmeyi taahhüt eden siyasetçileri mi seçiyoruz? Sanırım kendimize bu soruyu sormaktan vazgeçtik…  Tedirginlik duymak konusuna gelince… Ben kendi adıma tedirginlik duymuyorum, korkunun ecele faydası yok… Ülkem adına, bu ülkede yaşayan insanlar adına, gençler adına ve Ortadoğu’nun tüm talihsiz halkları adına tedirginlik duyuyorum.

Hocam bir yazınızda, “Biz çevirmenler kavramlar ve terimler üzerinde titizlikle çalışır, kılı kırk yararız.” diyorsunuz. Ülke olarak içinden geçtiğimiz süreçte kavramların içinin boşaltıldığına hatta etik ve estetikten yoksun yeni bir dil kurulmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Kadınlar, çocuklar, inançlar, kimlikler üzerinden yeni bir hamaset dili… Bizim bir türlü anlayamadığımız bu dili siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu dil beni korkutuyor, bir yandan da alttan alta gördüğüm şey şu: Bu dil bir erkek dili… Bir şiddet dili, kadına, çocuğa, güçsüz olana dayatılan bir davranış modeli, bir kalıp… Saçma televizyon programlarında bu dil her gün yeniden üretiliyor. Kadın şöyle giyinir, böyle davranır, erkek ne isterse onu yapar. Politik söylemin şiddet dili ise kadına yönelik benzetmelerle dolu, tekrarlamaktan utanıyorum ve rahatsız oluyorum. Bu şiddet dili, aslında söyleyecek bir şeyi olmayanların kullandığı bir barbarlığın yansıması gibi geliyor bana, uygar insan sorunlarını böyle çözmez diye düşünüyorum… Belki de Babil’in lanetini şimdi böyle yaşıyoruz, aynı dili konuşup da hiçbir şey anlamayarak ya da anlaşılacak bir şey aktarmayarak… Bu confusio linguarum, bu coğrafyadan başlayarak insanlığı tehdit eden bir şeye dönüşecek diye endişeleniyorum.

 

 

 


Herkes bilsin