Baba ve Oğul: Albert ve Eduard Einstein
Esra Karaduman Okay
İktidara geldiğimiz zaman tanrı yardımcınız olsun!" (Hitler, 1930 Radyo Konuşması)
Nedense, son zamanlarda, her geçen gün artan bir ilgiyle, Hitler'i içeren kitaplar seçiyorum okumak için. Bu okumaların sonucunda bilgim de artıyor tabi. Bilgim arttıkça da, son derece yersiz, bir faşizm korkusu içinde buluyorum kendimi. Nedense...
Kısaca Hitler dönemi diyebileceğimiz dönem, önce Avrupa'yı sonra dünyayı yakan bir Hitler Cehennemi dönemidir aslında. Onunla başlayan ve biten bir dünya savaşıdır söz konusu olan.
Tabi, 2017 Türkiye'sinde yaşayan aklı başında biri için oldukça yersiz bir ilgi bu. Belki de hastayımdır ben. Nedense...
Bu ilgi içerisinde, Laurent Seksik'in, biyografik romanlarına düştü yolum. Stefan Zweig'ın Son Günleri ve Eduard Einstein Vakası.
Savaşlar devletler arasında olur, sınırlar coğrafi olarak belirlenir, tarih kitaplarında yazılanlar sayısal ve geneldir. Her biri bir savaşı durdurmaya yetecek ya da bir daha savaş olmasını önleyecek binlerce milyonlarca, insana dair hikaye görmezden gelinir, umursanmaz, yok olur gider maddeciliğin içinde. Tarihi insan üzerinden okuduğumuzda başkalaşır tablo.
Seksik, biyografik romanlarında yangın yerinde ise bulanmış hikayelerin islerini temizliyor.
İki farklı karakter: Zweig ve Einstein.
Dünyaları farklı iki insan.
Biri kelimeleriyle evren kuruyor, diğeri varolan evrenin bilinen doğrularını sarsıyor.
Savaşın içinde ikisi de sadece insan.
İkinci Dünya Savaşı'nın içinde ise iki Yahudi insan.
Duyuşları, direnişleri birbirlerinden farklı elbette ama endişeleri, şaşkınlıkları aynı.
Seksik büyük felaketi, gelmiş geçmiş en büyük akıl tutulmasını, engellenemeyip seyredilen çılgınlığı iki ünlü Yahudiyi merkeze koyarak anlatmış. Bu romanların biri diğerinden daha iyi ya da kötü değil. İkisi de okur için birer vaha.
Ben Eduard Einstein Vakası'ndan söz etmek istedim. Çünkü benim için kurgusu ve diliyle bir adım daha öne çıktı.
Einstein ve Eduard. Baba oğul...
Einstein'in elinde kemanı, Eduard'ın elinde nota defteri. Defterin içine sığınmış gibi, zaman dolduruyor. Zaman bir an. Kısa. Babası gidecek o yine odasına dönecek, bu kurumun misafir odasına ait değil o, yerine dönecek.
Einstein, uzaklara bakıyor. Kederli... Yaşanacakların ağırlığı omuzlarına çökmüş gibi hafif kaymış oturduğu yerde. Keman az önce oğlunun piyanosuna eşlik etti. Öyle kalakalmış kucağında, toplamamış henüz. Zaman sonsuz bir bilinmeze açılan kapı. O biliyor: “Hitler bir göçmen kuş değil. Halk yekvücut olmuş bir halde arkasında. Gençlik kitapları ateşe atıyor. Altı ayın içinde Almanya bir asırda değişeceğinden daha çok değişti.” Kendisine Nobel'i getiren sezgisiyle biliyor, kapıdan girdiğinde Eduard ve kendisi uzun, yorucu ve zorunlu bir ayrılığın kucağında olacak.
* * *
Eduard, Mileva ve Albert'in ikinci çocuğu. Ondan büyük bir ağabeyi var.
Zürih Politeknik... 1900 lerin başı. Mileva ve Albert orada tanışırlar. Mileva, matematik ve fizik bölümüne kabul edilen tek kız. Bir üstün yetenek. Ama fiziksel bir kusuru var. Doğuştan aksıyor bir ayağı. Burada belirtilmesi saçma bir detay gibi görünen bu durum o yıllarda oldukça önemli. Mileva bu anlamda bir “öteki”. Aşık oluyorlar birbirlerine. Karşı çıkışlara rağmen evleniyorlar. Birlikte evreni, ışığı, formülleri paylaşıyorlar. Problem çözüyorlar. Bu arada iki çocukları oluyor. Bir süre sonra Mileva'nın dünyası kirli bezlerle, mamalar arasında dönmeye başlıyor. Eduard'ın söylemiyle: “Ne yazık ki Mileva babamın cazibesine kapılır. Aynı trajedi Marie Curie'nin başına gelseydi X Işınları olmazdı.” Einstein'ın yıldızı parlarken Mileva'nın ışığı sönüyor. Sorgulamalar, kavgalar, suçlamalar... Ayrılıyorlar. Hans-Albert 10, Eduard 4 yaşında. Asrın dahisi, tüm dünyanın konuştuğu bu adam, onların babası ama artık onu uzaktan izliyorlar. Uzun aralıklı kısa görüşmeler yaşansa da bu Edurd'ın terk edilmişlik hissini hiç yatıştırmıyor. Psikanalist olmak istiyor, Freud hayranı Eduard. Odasındaki duvarda Freud'un posteri asılı. Psikanalist olmak isterken Freud'un gözleri önünde hastalanıyor. Kaderin ironisi. Yirmi yaşında, Burghölzlı'de bir şizofreni vakası.
Ve Berlin'de Albert'in şehrinde “Führer Almanya'ya şerefini iade edecektir.” başlıklı toplantılar düzenleniyor aynı anda. Bu toplantılara Yahudilerin ve köpeklerin girmesi kesinlikle yasak. Führer diyor ki: “Ulusumuzu yozlaştıranlardan öcümüzü alacak olan öfke ateşi Almanya'da tutuşana kadar, milyonlarca Alman yurttaşımızın ruhlarına boca etmek istediğimiz şey bu işte: NEFRET, YAKICI NEFRET...”(s.31) Nefreti sokaklara yayıyor. Einstein tehdit almadan aşağılanmadan sokakta yürüyemiyor. Goebbels nutuklarında onun adını sıkça anıyor. Adı öldürülecek kişilerin listesinde bir numarada. Bilim kuruluşları da yalnız bırakıyor onu, korku şiddetten daha etkili. Alman halkının büyük çoğunluğu nefretten önce, korkuya teslim olmuş. Einstein iyi bir bilim adamıdır demek Dachau toplama kampına gönderilmek için yeterli.
Faşizm kendine sadece elinde silah taşıyan askerler yaratmaz. Kalem taşıyan aydınlar, laboratuvarda çalışan bilim adamları, yeminli doktorlar vs. de yaratır. Organizasyon gücü yüksektir. “Otoritenin doğrusu” iş başındadır. Akıl tutulmasının gücü ölçüsünde uzar, genişler ve kök salar yapı.
1905 Nobel Ödülü sahibi Lenard, Hitler'in bilim adamlarından biridir artık. Konferanslar düzenliyor ve şiddet içeren makaleler yayımlıyor Einstein için. Diyor ki: “İzafiyet, Alman toplumuna yakışmayan, Yahudilere özgü bir bilimdir. E=mc2 Friedrich Hasenöhrl tarafından bulunmuştur. Bir Aryan icadıdır.” (s.28)
(2017 de, Almanya'nın çok uzağında bir kadın odasında bu yazıyı yazarken Lenard'ları lanetliyor. Lenard'lar bunu düşünmeli!!!)
Kısaca, Einstein Nobel aldığında Postdam'da Einstein Kulesi'ni diken Almanlar artık onu istemiyor. Tüm mal varlığına el koyan Naziler onu, ABD'ye sürgün ediyorlar.
Mileva ve Eduard artık tamamen yalnız. Mileva için hayat Eduard'ın ruhsal ritmine bağlı bir hassas ip: “Mevsimler ortadan kalktı. Bu 1933 yılında güzel bir mayıs ayı olmayacak. Bütün gece deliksiz uyuyan Eduard, baharın gelişi demek. Evin aşağısında bekleyen bir ambulansın sireni, kışın habercisi.
Einstein ve Eduard arasındaki uzaklık sadece mesafeyle açıklanabilecek türden değildir. Bunun ikisi de farkındadır. Oğul hayatı boyunca babası için ne ifade ettiğini anlamaya çalışır. Bazen kendini onun gözbebeğinde görür ve der ki; “Ben de babam kadar ünlüyüm, denklemdeki E, Eduard'ın E'si.” Bazen de; “Einstein soyadı fanilerin çoğu için bir yüktür. Böyle ağır bir yükü taşıyacak kadar sağlam omuzlara tek bir kişi sahiptir: babam.” Gerçekten de bu soyadı nerede olursa olsun üzerine şimşek toplamaya devam eder. Hitler'in bilim adamlarından biri daha “ırk”ın bozulmaması için gerekli olan çalışmalar kapsamında önce kalıtsal hastalık taşıyanların kısırlaştırılmasını önerir. Burada kalmaz, köktenci sapkın zihniyet bu hastaların bir hastaneye kapatılıp zehirli gazla öldürülmesine kadar götürür işi. Bu kapsamda 50.000 engelli kişi öldürülür. Mesele ortalığa dökülüp kilisenin kulağına gidince, Alman akıl hastaları ayrı tutularak sadece Yahudilerin yok edilmesine devam edilir. Kilisenin buna itirazı yoktur. Bu kapsamda Eduard'ın izini süren Naziler, onun dosyasını İsviçre'den isterler. İsviçre'nin Almanya'yla savaş yıllarındaki alış veriş listesi oldukça kabarık. İçinde, Einstein'ın kanını taşıyan bu hastanın ismi de neden olmasın? Einstein oğullarını göçmen olarak ABD'ye almak için çalışmalar yapar. Büyük oğlu için izin çıkarabilir ama Eduard için göçmen yasaları açıktır. Bu tarz hastaların göçmenlikleri teklif dahi edilemez. Zaten ABD'ye gittiğinden beri kendisinin de durumu hiç parlak değildir. “Asrın dâhisinin babam olması hiçbir zaman işime yaramadı.” diyen Eduard haksız sayılmaz.
Einstein Eduard'ın hep uzağında kalır. Yaklaşırsa oğlunun durumu üzerinde olumsuz etki yaratacağına inanır. Onun durumunun bir şekilde kendisiyle ilgili olduğunu sezer. Ama bunu aşmaya çalışmak için çaba göstermez. Eduard'ın hastalığı ona kendi sınırlarını kabul ettirir.
“Oğlunu görmeye gitmek sınırlarını aşıyor. Sınırlarını keşfetti. Bir tek evren sınır tanımıyor.” (s.207)
1945 yılının Ağustos ayında, zaferi kutlamak için onu New York'a davet ettiler. Gitmedi. Çünkü ona göre kutlanacak bir şey yoktu. Hitler Yahudilere cehennemi söz vermiş, Yahudi nüfusunun yarısının kökünü kazımıştı. Hitler sözünü yarı yarıya tutmuştu...
Laurent Seksik, bir cümlesi bile fazla olmayan bir roman yazmış. Derin bir araştırmanın sonucunda oluştuğundan kuşku yok. İçerik, kurduğu yapı ve kullanmayı seçtiği dille örtüşmüş hatta zenginleşmiş. Karakterlerin kendi içindeki bütünlükleri hiç aksamıyor. Romanın ritmi şaşmaz bir saat gibi. Sosi Dolanoğlu, çevirisiyle taçlandırmış.