The Salesman: Trajedinin kazananı yoktur
Tuğçe Madayanti Dizici
Yabancı Dilde En İyi Film adaylarından olan film yaşanan bir trajedinin ardından karı koca ilişkisini kendi coğrafyasını aşarak inceliyor.- Puan: 65
Asghar Farhadi’nin filmleri sınıf, cinsiyet, mülk ve hukuk kavramlarını içinde barındıran sosyolojik belgeler gibidir. İnsan tabiatı ise mercek altında tutulur. Yönetmen olaylardan ziyade olayların sonuçlarının bireyler üzerindeki etkileri ile daha çok ilgilenir. Yaşanan trajedilerin kendilerinden ziyade bu trajediler sonrasında kadın ve erkeklerin, aile ilişkilerinin, karı kocaların ilişkilerinin nasıl sarsıldığını, bireylerin derinden yara alışlarını kendi coğrafyasını aşarak inceler.
Yabancı Dilde En İyi Film adaylarından olan The Salesman (Satıcı) filmi neon ışıkları ile dekore edilmiş bir yatak odası sahnesi ile açılarak şaşırtıyor. Kısa süre içinde bunun bir tiyatro dekoru olduğunu ve aslında İran’da olduğumuzu fark ediyoruz. Ardından evli tiyatro oyuncuları olan Emad (Shahab Hosseini) ve Rana (Taraneh Alidoosti)’nın yaşadıkları apartmanın yıkılma tehlikesi anında apartmanı terk etmek zorunda kalışlarını gösteren sarsıcı bir sahne ile film gerçekliğe dönüyor. Bu kafa karıştırıcı metaforik açılışın ardından çift bir arkadaşlarının evine kiraya çıkıyorlar. Bu evin önceki kiracısı olan Ahu isimli kadın eşyalarını evden almamıştır. Ahu kilit bir isim olmasına rağmen filmde kendisini hiçbir şekilde görmüyoruz. Onu bazı dedikodulardan, kameranın evde bıraktığı eşyalar üzerinde gezinmesinin verdiği ipuçlarından onun hafif meşrep bir kadın olduğunu düşünüyoruz.
Kadınların bakış açısını çok iyi yakalayan yönetmen yaşanan trajedi sonrası bu sefer erkek karakteri Emad’ı daha ciddi mercek altına alıyor ve onunla sağlam bir bağ kurmamızı sağlıyor. Yönetmenin filmlerindeki erkekler başlangıçta sıradan ve normal erkeklerdir ancak yaşadıkları bir olay sonrasında bu karakterlerde ani bir değişim olur. Büyük ikilem içine düşen bu erkekler, ne yapacaklarına bir türlü karar veremezler. Özde iyi insan olmalarına rağmen normalde verecekleri sağlıklı tepkiyi büyük ahlakçılık, törecilik sebebi ile bir türlü veremezler. İranlı erkekler oldukları gerçeğini de göz önünde tutarak bu ikilemlerini, aşırı muhafazakar coğrafyaya bağlamak kaçınılmaz. Fakat Farhadi erkeklerin bu tepkilerini sadece coğrafi denklemde görmemize izin vermez ve ince hamlelerle tüm bu olanların dünyanın herhangi yerindeki bir erkeğin de verebileceği davranışlar olarak konumlandırır.
The Salesman mahremiyet ve utanma ile ilgili hikayesi bu iki temayı bir ahenk içinde ele alsa da özellikle finaline doğru bana bir sıkıntı yaşatıyor. İstemli veya istemsiz, dogmatik veya sonradan edinilen içgüdülerle de olsa Emad eşi Rana’ya zülüm ediyor. Ve trajedinin asıl süjesi olan Rana, trajediden en direk yoldan etkilenen kadın olmasına rağmen Emad’a çevrilen mercek dolayısı ile ‘kurban olma’ durumunu kocası ile paylaşmak zorunda kalıyor. Finalinde daha da derin bir alana geçen film tüm trajediye sebep olanı yani hukuken ve vicdanen yüzde yüz suçlu olan kişi ile fazla empati kurmamıza vesile oluyor. Bu ‘Haneke insanı’na yaklaşım türünü her ne kadar çok sevsem de ortada kadına karşı işlenen bir suç olunca biraz bocaladım. Kendime, kendimi suçluya acıma halinde bulduğum için kızdım. Yönetmen dolaylı olarak seyircide bu etki-tepkiyi de kurguladı mı bilemem ama her ne olduysa bunun bir usta eli ile olduğu aşikar.
Filmin açılış sahnesinde gördüğümüz dekor Arthur Miller’ın Death of a Salesman oyununa ait. Yönetmenin, filmin paraleli gibi duran bu oyunu neden kullandığı yorumlara açık. Ancak oyunu okuduysanız Emad ve Rana’nın yaşadıkları ile oyunda canlandırdıkları karakterler arasında tematik bir ilişki kurmamız pek mümkün değil. Belki daha başka türlü bir ilişki kurabiliriz. Bunu, tiyatro oyununun sansürleneceği ile ilgili izlediğimiz tartışma sahnesinden yola çıkarak kurabiliriz. Bu sahne özelinde İran’da olduğumuz gerçeği bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Özellikle tiyatro oyun karakteri Willy’nin bir kadınla otel odasında gittiği sahnede kadın oyuncunun bunu türbanlı bir şekilde canlandırılması vurgusu film açısından büyük anlam taşıyor. Filmlerinde İran’daki sanat platformunun yaşadığı zorluklara, baskılara değinmeyen, bu tehlikeli sisteme taşlama da dahi bulunmayan yönetmenin, bunu filmin içine yerleştirdiği Batılı bir tiyatro oyunu ile yaptığını düşünebiliriz.
Rana rolünde izlediğimiz oyuncu Taraneh Alidoosti ile Farhadi bu filmde dördüncü kez beraber çalışıyorlar (Beautiful City, About Elly, Fireworks Wednesday). Alidoosti’nin canlandırdığı karakteri tamamen anlayan çok zeki bir oyuncu olduğu kesin. Özellikle bu filmde yaşadığı sarsıcı olay sonrası sessizliğe bürünen pasif bir karakteri son derece başarılı canlandırıyor. En çok konuşması gerekirken en az konuşan karakter olan Rana sessizliği ile bizlere büyük okuma alanları sağlıyor. Yönetmen ve dolayısıyla kamera ile son derece organik bir şekilde hikayedeki sessiz gerilimi besliyor. Filmde tiyatro oyunculuğu dışında aynı zamanda öğretmenlik yapan Emad, sahnelerden birinde öğrencilerine sınıfta siyah beyaz bir film izletiyor. 1971 senesine ait The Cow isimli bir İran filmi. Sahip olduğu, çok sevdiği ineği ölen birisinin metamorfoz ile bir ineğe dönüşmesini anlatan film tam bir Kafka esintisi. Bu sayede bu önemli İran filmine saygısını gösteren yönetmen aynı zamanda da bu filmin de bir tiyatro oyunundan uyarlanma olması dolayısı film ile bir bağlantı yakalamış oluyor.
Farhadi’nin yaratım sürecinde spesifik bir durumdan bir andan yola çıkarak genişleyen hikayeye doğru ilerlediğini ve finallerinin birden çok anlamlı yani muğlak nihayetlendirdiğini söyleyebiliriz. Bu filmde de bir son ama birden çok yeni başlangıç gözüküyor. Hikayenin bundan sonra nasıl ilerleyeceğini seyirciye bir kez daha merak ettiriyor.