Menu
5 Mayıs 2017

Pastoral Amerika: Amerika Amoku*

Tuğçe Madayanti Dizici

Filmi izlemeden önce, Philip Roth gibi karanlık oyunlar oynayan bir yazarın kurduğu dünyaya gireceğimi ummuştum. Ne yazık ki bu roman uyarlaması Ewan McGregor'a birkaç beden büyük gelmiş.

 

Pastoral Amerika, Philip Roth’un özel romanlarından biri. Seneler önce kitabın sinema uyarlaması için çalışmalar başlamıştı. Değişen kararlardan sonra yönetmeni ünlü İskoç aktör Ewan McGregor olarak belirlendi. Film McGregor’un ilk yönetmenlik denemesi olacağından, bu ilk duyulduğunda bile endişe yaratmıştı. Bu romandan, romana bağlı bir film çıkarmak çok zor hele ki bunu güvenli yollardan ilerleyerek uygulamak neredeyse imkansız. Belki Innaritu veya onun gibi deneyimli ve cesur hamleleri olan bir yönetmenin elinde bu uyarlama parlayan bir yıldıza dönüşebilirdi. Kim bilir?

Philip Roth okumak

Philip Roth romanları gerçek ve illüzyon arasında ansızın gider gelir. Hatta bu ayrımlar aralarında birer kat daha gerçek ve illüzyon olarak ayrılabilirler. Diğer romanlarında da gördüğümüz gibi hikaye Roth’un alt egosu olarak konumlanan Nathan Zuckerman karakteri tarafından anlatılıyor. Ancak roman, bir taraftan kahramanların ve diğer anlatıcıların bakış açıları ile de ilerliyor. Hatta bazen sayfalarca başka bir zaman dilimine atlayarak  kahramanların sahte itirafları ile yalan geçmişlerine şahit oluyoruz. Gerçek olanla, gerçeğin yalanı, illüzyon olanla, illüzyonun yalanı arasında bazen okuyucu olarak nereye savrulduğumuzu bile fark edemeyebiliyoruz. Çünkü bu aynı zamanda düşüncelerin sıklıkla soyutlukta bırakıldığı bir düşünce kitabı. Takibi, çözümlenmesi zor olsa da Roth’un cevapları zorlamamış olması aslında iyi bir şey. Çünkü belki cevap yoktur.

 

Yanlış uyarlama

Filmi izlemeden önce, Philip Roth gibi karanlık oyunlar oynayan bir yazarın kurduğu dünyaya gireceğimi ummuştum. Ne yazık ki bu roman uyarlaması Ewan McGregor'a birkaç beden büyük gelmiş. Filmin, izlediğim en kötü, en yanlış uyarlamalardan olduğunu söyleyebilirim. Romanda son derece derinlikli olan Seymour, Merry ve Dawn karakterlerinin filmde bize yanlış olarak verilmiş olması affedilemez. Amerika’ya göç etmiş Yahudi jenerasyonunun Amerikalı olma izlerinin filmde hiç önemsenmemiş olması; romandaki en kilit anların filmde hiç yer bulmaması; dönemin çılgınlığının üç beş klişe şarkı altı video görüntüleriyle geçiştirilmiş olması, filmin en gözde görülür noksanları.

 

Bomba kimin için patladı?

Seymour filmde göründüğü kadar masum ve şapşal mı? Romandan gidecek olursak bunu daha net cevaplayabiliriz. Amerikalı olma özlemi duyan bir Yahudi çocuğu olarak büyüyen, sarışın, uzun boylu, Amerikalı sporcu, gerçek bir Amerikalı deniz piyadesi olan, Wasp’çılık** oynayan Seymour, İrlandalı bir katolik olan güzellik kraliçesi eşi Dawn ile rahat bir hayat kurmuştur. Merry isminde kekeme bir kızları vardır. Merry büyür ve bir sosyopat, bir fanatiğe dönüşür. 60’lar Amerika’sının sosyal ve siyasal çalkantılı günlerinde Vietnam karşıtı yeraltı örgütlerin izlerinden gider ve sonunda bir terör eylemi gerçekleştirir. Ve kaçıp saklanmak zorunda kalır. Bu eylemi ile babası Seymour’un dünyasının temellerini yok etmiş olur.

 

Sosyopatlıktan Caynacılığa***

Merry’nin obez, kekeme bir sosyopat olarak geçirdiği çocukluk ve ergenlik dönemini bizlere hiç göstermeyen film, Merry’nin neden bir bombacı olduğunu da anlatamamış oluyor. Bombalama olayından sonra Merry’nin kaçışı ve bulunuşu arasında yaşadıklarını anlatmayan film, Merry’nin neden bir caynacı olduğunu da anlatamamış oluyor. Merry’nin caynacılığı Gandi’ye ve Martin Luther King’e nasıl bağladığını anlatmıyor.

Merry’nin kaçışından sonra tecavüze uğradığını, bir evsizle yaşadığını, komünlerden birinde bir kadınla ilişki yaşadığını, bir bomba uzmanına dönüştüğünü, kekelemesinin ilk kez bomba yaparken ortadan kaybolduğunu, ardından kendisinin bir bomba uzmanına dönüştüğünü, İspanyolca öğrendiğini, Fidel’e ulaşma yolları aradığını bilmeden Merry karakterini anlayamayız. Merry’nin caynacı oluşunu, Yahudi babanın din değiştiren kızı olarak, Amerikalı olmayı reddetmek, olarak göremeyiz.

Rita ve Cinsellik

Kızından ona haber getiren bir karakter olarak hikayeye dahil olan Rita aslında romanda, Merry ve babası için kilit bir anlam taşıyor. Filmde ise Rita’yı otel odasında Seymour’u abartılı bir şekilde baştan çıkarmaya çalışan şımarık bir kız olarak görüyoruz. Neden böyle bir şey yapıyor anlamıyoruz ancak bu romanda kristal netliğinde bu anlaşılıyor. Özellikle filmin ilk sahnelerinde gördüğümüz çocuk Merry’nin babasına ‘beni annemi öptüğün gibi öper misin’ dediği an ile çok bağlantılı. Bu arada filmde olmayan ama romanda yer alan, Merry ve babası arasında saniyeler süren bir öpüşme olayı da gerçekleşiyor. Rita’nın romanda Yahudi gençleri temsil eden ve Seymour’a neyin gerçek neyin hayal olduğu sorgulatan sembolik bir karakter olduğunu söylemek pek yanlış olmaz.

 

Bir şey onları delirtiyor

Yahudi baba Seymour, Merry ve Rita başta olmak üzere gençlerin, orta sınıftan, savaş karşıtı dava adına şiddet uygulayan, kendilerini devrimci gelişime adamış ve Amerikan hükümetini devirmeye kararlı bireylere nasıl dönüştüklerini bir türlü anlayamıyor. Seymor’un en büyük sorgulaması ‘Bizim zeki Yahudi çocuklarımıza ne oldu?’  olarak özetlenebilir. Bir şey onları delirtiyor. Ama ne? Ev ödevlerini yaparak evde oturan zeki Yahudi çocuklarımıza ne oldu böyle? Bir zamanlar zulümden kaçan, yoksulluktan kaçan Yahudiler neden şimdi zulümsüzlükten ve zenginlikten kaçıyorlar. Ebeveynlerinden ve Amerika’dan neden nefret ediyorlar. Seymour her şeyi örtbas etmeye ve ılımlı olmaya çalışan biri. Asla gerçeği söylemeyen terbiyeli biri. Toplum ona ne emrediyorsa yapan biri. Kendini sır olarak saklayan biri. Kimse aslında Seymour’un ne olduğunu bilmiyor. Merry’nin yaptığı şey bombaladığı şey aslında babasının normları ve zengin liberallerin sahtekarlıkları... Filmde tüm bu bahsettiğim izlerden eser yok. Detaylandıracak daha çok şey var ama kısacası Pastoral Amerika, son derece sığ ve klişelere bel bağlamış bir ilk yönetmenlik denemesi. Ewan McGregor’un Yahudi eşi ile yaşadıklarından yola çıkarak yoğun bir empati ile bu işe kalkıştığını düşünüyorum ancak romanı hiçe saymış gibi gözüküyor. Film tam bir hayal kırıklığı. Acaba Philip Roth ne düşünüyor?

 

* Malezya kültüründe görülen, ruhsal bunalımı takiben şiddetli öldürme arzusu şeklinde beliren hastalık.

** Avrupa kökenli Protestan orta sınıf beyaz Amerikalılar

*** Küçük bir Hint mezhebi. Çilecilik ve nefisten feragatle şiddetsizlik öğretisi.

 

 


Herkes bilsin