Hayatımızın, yılımızın, ayımızın, haftamızın ‘en’lerinden...
Sevinç Erbulak
...umarım kendi gözlerinizle izler ve biraz nefes alırsınız, zira oksijen git gide azalmakta. Umut da öyle diyeceğim, diyemiyorum çünkü iyi filmler ve oyunlar ve müzik ve şiir ve dostlarımız ve hayallerimiz ve her sabah yeniden, ısrarla doğan güneş bana öyle deme lütfen diyor...
Kırmızı. Mutlaka bir yerlerde hep kırmızı. Dikkat edersen görürsün. Yırtık bir perdede de, bir gece elbisesinde de; büyük bir kanepede de, mutlaka kırmızı. Senfonik bir estetik. Yani müzik gibi bir film. Klasik. Evet evet klasik müzik. Zaman zaman korku. Çokça hayal kırıklığı. Hep heyecan. Hep merak. Ve o final sahnesi ! Bardağın içindeki eriyen buz olmak.
Bazı filmler bitince sinemadan ancak çıkmanız için işaret fişeği yandığı zaman çıkabilirsiniz ya? İşte öyle'lerinden. Benim için. Hayatımın 'en'lerinden biri olarak kalacak Tom Ford'un "Gece Hayvanları" filmi.
Film, kitap ve belki de her şey zevkimin rehberlerinden İbo'mun dediği gibi "çok zarif bir intikam filmi bu". Susan'ın duvardaki intikam yazılı tabloyu ilk gördüğü an mesela....
Tamam tamam, gösterimde hala. Yani bu hafta, son duraklardan birinde yakalayabilirsiniz belki. Umarım yakalar ve sinemada izleyebilirsiniz.
İzlediğim günden beri düşündüğüm, geceleri o gece hayvanlarıyla uyuyup sabah onlarla beraber uyandığım günler geçirdim. Geçirmekteyim.
Tom Ford, "Single Man" ile kalbimi zaten delice fethetmişti, bu filmiyle de beni kendine tamamen bağladı artık ayrılmamız imkansız hale geldi.
Yazarak anlatmak istemediğimden, Susan'ın hep yaşamak istediği hayatı yaşadığını seyrederek filme başlıyoruz diyebilirim. Muhteşem Armie ile evli olan Susan'ın muhteşem mutsuz hayatıyla....
Açılış sahnesinin şahaneliğinde beni aklınızdan geçirin ama ;) Sinema tarihinin en güzel açılış sahnelerinden biri olacak olabilir.
Muhteşem Susan ( muhteşem Amy Adams ), 19 sene önce ayrıldığı eski eşinden bir armağan alır. Bu bir kitap taslağıdır. Edward ( muhteşem Jake Gyllenhaal ) bu gerilim romanı ile ilgili onun fikrini almak istemektedir. Edward sonunda kitabını yazmıştır, evet belki biraz geç yazmıştır ama yazmıştır işte. Gençlik aşkı işte...
Ah tam burada Susan ve annesinin bir sahnesi geliyor aklıma, resmen yazıyı yazamayacak hale geliyorum hatırlayınca...Sonunda, tüm kız çocuklarının annelerinin en sevmedikleri özellikleri dahil her şeyleriyle annelerine benzeyeceklerini bile bile yazıyorum bu satırları, o nefis sahnede de hatırlayın beni olmaz mı ?
En son Ferzan Özpetek'in " Serseri Mayınlar" filminde bundan 30 yaş yaşlı olmak istemiştim, bir de bu filmde istedim...
Biraz daha devam edebilirim.
Susan, Edward'ın kitabının kopyasını okudukça, yaşadıklarını anımsamaya başlar. Bazen çok fenadır anımsamak. Edward da şehirdedir, belki buluşabileceklerdir. Muhteşem Armie ise Newyork'tadır.
Kitabın okunma zamanı ile geçmiş zaman ve şimdiki zamanın iç içe örüldüğü, filmin katmanlarında kayboldukça kaybolduğumuz, Susan'ın elindeki dosyayı yere attığı an tuttuğumuz nefesimizi yeniden salıverdiğimiz ve yeniden sıkı bir nefes aldığımız bu 'zarif intikam' filmi beni benden aldı.
Umarım öğrencilerim izlemiştir. Ödev verdim onlara da, ödev bahanesiyle izlesinler, unutmasınlar diye. İzlediniz değil mi çocuklar ?
Film, bana pek çok şeyi sorgulattı. Korunaklı, hayalini kurduğumuz, öyle olması gerektiği için 'öyle' yaşadığımız, temiz; simetrik, rutin hayatlarımızın içindeki örtülü gerçeklerle karşılaştırdı beni. Dan diye !
Zaten insanların gece ve gündüz insanları diye ikiye ayrıldığına neredeyse emindim, filmden sonra hiç şüphem kalmadı. Bir gece hayvanı olarak, hatırladıkça heyecanlanacağım bir filmim daha oldu. Eğer "Single Men" i izlemediyseniz, önce onu izleyin derim.
Ya da şöyle diyeyim, ne yapın edin "Gece Hayvanları" nı sinemada izleyin.
Film Austin Wright'ın "Tony and Susan" isimli romanından uyarlanmış. Tom Ford'un pek çok bol filmli yönetmene dudak ısırttığına eminim. Sanırım anlatamıyorum ama uzun zamandır bir film beni bu kadar heyecanlandırmamış ve üzmemişti. Sanat yönetmenine de sevgilerimi göndermek isterim, belli mi olur belki biri yazımı ona çevirir.
Öyle böyle değildi çünkü filmin sanat yönetimi. Böyle hiçbir şey yapılmamış gibi olduğunda nasıl görünüyorsa öyleydi dünya...
Ah Edward ! Bana bunu yapmayacaktın ;))))
Haftamın, ayımın, yılımın oyunu ise Zinnie Harris'in "Nefesinizi nasıl tutarsınız".
Cuma gecesi ilk oyunlarını izleme şansım vardı, şansımı seveyim ;) Uzun zamandır, ona da söylediğim için rahat rahat yazıyorum, aynı yüzyıldayız ya, çok mutluyum dediğim; Pınar Töre'ye yine aşık oldum. Pınar'ı, bu yumruk gibi metinde Dana rolünde izliyoruz. İzliyoruz demek bilmiyorum ne derece doğru ? Onunla trene biniyor, trenden iniyor, küvete giriyor; gece yarısı bir teknede 300 kişi ile yolculuk ediyor, kız kardeşi Jasmin'e yardım etmeye çalışıyoruz. Dana'dan, (Pınar'dan) gözlerimizi alamıyoruz. Oyundan, oyundaki hiçbir şeyden gözlerimizi alamıyoruz. Yönetmen Murat Daltaban'ı sahnede de ne kadar özlediğimi fark ettim izlerken...
Köksal Engür mü? O bir şölen. Onu anlatmam imkansız. Ne bileyim bazı oyunlar, çok sevdiğimiz; avucumuzun içine sığan dostlarımız gibi. Bizi hiç şaşırtmıyor ve sürekli heyecanlandırıyorlar. Esra Ruşan'ı en son BBT'de izlemiştim, ne güzel onu Dot'ta görmek. İyi ki gelmişsin Dot'a da seni izleyebildik...
Çok az araştırdım, oyun ilk olarak Royal Court için yazılıp, orada sahnelenmiş.
" Bir çığlığım ben. Bir uluma. Yılanım. Sırtlanım. Antilobum. Koca bir kayayı sırtlanmış karıncayım, kaçışıp duran bir böcek. Doğar doğmaz yenilmişim. Doğar doğmaz gururum ayaklar altına alınmış. Ben kumum. Taşım. Toprağım. Ama toprak kadar değerim yok. Yoksulum. O kadar yoksulum ki derim tek elbisem. Çıplağım. Utanıyorum. Toprak bana kurak. Ben her şeyin sonuyum. Tüm ölülerim, ben. Otobanda bir leşim. Ben insanların düşmekten korktuğu dipsiz, karanlık, cehennemim."
"Nereden başlayalım ? Shakespeare ? Proust?
-Milton.
Milton ?
- İblislerle ilgili yazdığı ilginç bir şeyler var mı ?
Neler neler. Evvela nereden başlayalım ?
- Siz söyleyin.
Belki bizim Milton üstadımızla görüşseniz daha iyi. Kendileri çarşamba günleri burada oluyor."
Metni Erdem Avşar dilimize çevirmiş, ( iyi ki çevirmiş, ellerine sağlık ), müzik ve ses tasarımı Oğuz Kaplan'a ait. Açılış sahnesini unutamıyorum.
Işık tasarımını Cem Yılmazer yapmış. İnsana tiyatroda olduğunu unutturan, izletmekten ziyade izlediğini yaşatan bir ışık tasarımı. Her zamanki gibi.
Dalgaların sesini duyduğumu ve çok üşüdüğümü itiraf etmeliyim.
Zamanın kayganlığı ve sahnelerin geçişine ise büyülendim. Büyülenmek bu oyundan çıktıktan sonraki hissim için şahane bir kelime.
Kendimizi iyi hissettiğimiz, minik ve basit hayatımız bir gün rayından çıkarsa ne olur ?
Hangi olaylar yaşanana kadar eski hayatımızdaki kadar 'normal' kalabiliriz ? Kime göre normal kalabiliriz ?
Kütüphaneciler her türlü kadim bilgiyi bilirler mi ?
Peki bir iblis bize borçlanabilir mi ?Biz ona borçlanabilir miyiz ?
Peki bir iblisten daha güçlü olabilir miyiz ? Denizde veya karada, kötü şartlar, korkular, sanrılar ruhumuza dolandığında nefesimizi ne kadar tutabiliriz ? Biz uzun süre tutsak da, İblis'ler denizin içinde de nefes alıyor olabilir mi ? Olabilir.
"Nefesinizi nasıl tutarsınız" yine Dot'ta, aklımı başımdan alan ve bir daha da onu bana geri vermeyen " Kış Dönümü "adlı oyundan sonra, mesleğime, meslektaşlarıma bir kez daha aşık olmama neden oldu. İyi ki bu 'ilk' i paylaşmışım onlarla...
İçimdeki his şöyle diyor, Zinnie Harris yazsın, Murat Daltaban yönetsin, biz de izleyelim.
Hep.
Bu haftamın filmini ve oyununu çok anlatamadım ama sorun değil, umarım kendi gözlerinizle izler ve biraz nefes alırsınız, zira oksijen git gide azalmakta. Umut da öyle diyeceğim, diyemiyorum çünkü iyi filmler ve oyunlar ve müzik ve şiir ve dostlarımız ve hayallerimiz ve her sabah yeniden, ısrarla doğan güneş bana öyle deme lütfen diyor...