Menu
24 Mayıs 2017

Ayağındaki çivisi

Cansu Fırıncı

Oyuncu dediğinin bedeni ne kadar büyük olsa da ruhu hep çocuk kalıyor. İçindeki çocuğu büyütmeyenler, büyük paralar kazanıp, yüksek mevkilere gelemeseler de hayata ve hayatın efendilerine gol atabiliyor, kralın en ciddi söylevini çektiği meydanda krala da uşaklarına da hepimizi gülümseten bir nanik çekebiliyor.

 

Adana’da cehennemi yeryüzüne taşıyan bir tarikat yurdunun alevlerinde çocuklarımızın ve vicdanlarımızın kavrulduğu gecenin sabahında bir kor daha düştü aklımıza, yüreğimize. Ne şöhretle, ne ünle, ne de popüler kültürle tanımlayabileceğimiz ama sessiz sedasız hepimizin hafızasında, anılarında yer eden bir oyuncunun üzerine ölüm, barikattan fırlayarak çöktü.

Yer yerinden oynasın istiyor insan. Çocuklarımız bir tarikat yurdunda, sapıkların ‘insaf’ına bırakıldığında ve sapıkta ‘insan’ bulunmadığı bilindiği halde bir kez daha anlaşıldığında, kızlarımız kilitli kapıların ardında birbirlerine sarılıp küle çaldıklarında, bir de katilleri utanmadan cenazelerin önünde namaza durduklarında, bir de Erdal böyle, apansız, böyle manasız, böyle saçma, böyle çaresiz bırakıp çekip gittiğinde.

Bir başka ülkede bayrakların yarıya ineceği yerde, kendi memleketinde doların fiyatının yükselmesi dert olduğunda, çocukların cenazelerinin önünde katiller secdeye durduğunda, cenazeler ‘cezaneye’ dönüşüyor. Mezopotamya acısına.

Paslı bir çivinin acısı saplanıyor içimize, sancıyor. Bu sancıyı Reha Özcan anlatsın bize:

“Antalya 1993-94 Mezopotamya üçlemesi, Taziye, Heja Ağa oynuyorum, Erdal'ım anlatıcı, yerler toprak. Doğum tiradından sonra onun kucağına bırakıyordum kendimi ve çıplak vücudumu örtecek giysilerle sarıyordu beni. Fakat - Iğhhh ığghhh diye ince  bir inleme geldi Erdal'dan. Ne oldu der gibi baktım. Çıplak ayağını gösterdi. Baktığımda bir çivinin ayağına girdiğini gördüm. Çıkar diye fısıldadı. İnanamadım ama dediğini yaptım. Bana giydirdiği çaputlardan biriyle sardık, oyunu kimseye çaktırmadan bitirdik. Sonra hastaneye gittik, pansuman yaptılar ve doktor inanamadı oyun boyunca öyle oynadığına.

O tiyatro yaptığı zaman öyle yapardı. O da inanırdı, sahnede yürek varsa söz anlam kazanır, seyirci izleyecek bir şey görür.

Ve sabahtan beri inliyorum be Erdal'ım... Çok can acıtıyor hayat…”

- Erdal Tosun, babası Necdet Tosun annesi ve kardeşi ile birlikte

 

Ağzında sigarayla oynadığı maçlar ve santrfor mevkindeki golleri

Oyuncu dediğinin bedeni ne kadar büyük olsa da ruhu hep çocuk kalıyor. İçindeki çocuğu büyütmeyenler, büyük paralar kazanıp, yüksek mevkilere gelemeseler de hayata ve hayatın efendilerine gol atabiliyor, kralın en ciddi söylevini çektiği meydanda krala da uşaklarına da hepimizi gülümseten bir nanik çekebiliyor. Bilek güreşinde her önüne geleni yenebiliyor, 6 saatte hazırladığı dolmaları 10 dakikada gömebiliyor… Gerisini Gökhan Sanlav anlatsın öyleyse:

“Tanıyanlar arasında "Erdal Tosun" dediğimde, gülümsemeyen var mı? (Bugün hariç tabii). Evdeki penaltı atışlarımızda kırdığımız vazolar, icat ettiği ve hep onun kazandığı enteresan iskambil oyunları, Gökova’da Azmak kenarında bize doğru atak yapan kazlara doğrulttuğu zıpkınla, hele bi gel, nefs-i müdafayı görürsün demesi, kilosuyla dalga geçen atletik adamları bilek güresinde yıkması, Mimar Sinandaki sınıf arkadaşlarına, 15-20 kişi vardık, 6 saatte yaptığı yaprak dolmayı 10 dakikada yutmamız, veresiye aldığımız malzemelerle yaptığımız piramit pastalar, Cihangir’deki bilardoda tabela oyunlarımız, kimya laboratuvarında pahalı elementlerden, ucuz malzeme yaratabilme becerilerimiz, Fındıklı Lisesi’ndeki ağzında sigarayla oynadığı maçlar ve santrfor mevkindeki golleri....

Turşulu mortadellalı sandoviç-kola rekorları, bi büyüğü bi dikişte içerim iddiaları...Midesi yandığında gece aradığımız soğuk karpuzlar, tonlarca yediğimiz, Savoy’dan Addis Ababa’lar, İnci Profiteroller, Öz Konak sütlaçlar, bir adet ekler pasta için Taksim Bebek arasını yürümemiz, Marmaris ten Gökova’ya 25 km yürüyeceğiz diye yola çıkıp 3. km’sinde otostop yapmamız, ne güzel geçmiş gençliğimiz dolu dolu, güle güle…”

 

Erdal’ın kedisi Eugéne

1986-1987 sezonuna, Devlet Tiyatrosu’nda hazırlanmakta olan bir oyunun provasına gidelim. Eugene İonesco, Gergedan.

Yönetmen Kerif Afşar. 1960-61 sezonunda Cüneyt Gökçer’in sahneye koyduğu Gergedan’da Beranje’yi oynamış. Bu defa kendi sahneye koyuyor. Aradan 20 yıldan fazla zaman geçmiş.

Oyuncu kadrosu bu defa şöyle: Hanife Şahin, Mefharet Atalay, Zafer Ergin, Metin Belgin, Seval Gökçe, Metin Beyen, Azmi Örses, Özgür Erkekli, Tuncer Necmioğlu, Ayda Aksel Yüngül, Erdoğan Ersever, Adnan Biricik, Nur Subaşı, Sevinç Aktansel Çetinok, Cemal Ünlü, Nuri Gökseven.

Erdal yok. Bırakalım Erdal’ın Gergedan’la ilgisini Kerim Afşar’ın o yıl reji asistanlığını yapan Özgür Erkekli kursun:

“1986. "Gergedan". Kerim Afşar gerçek bir kedi istemişti, fotoğraflarda göreceğiniz sahne için. Önce canlı görünecek, Hanife Şahin'in kucağında, ardından bir gergedanın ezdiği ‘pestil’ halinde göreceğiz. Hemen ilkin, Cihangir’de oturduğu için Erdal'a söyledim. Birkaç gün sonra tiyatroya gittiğimde önce bu notu ilettiler bana. "Eugene kim yahu" demişim sabah mahmurluğu. Sonra "Eugene?.. haa Ionesco… eee?" Sonra dediler ki içerde bir kedi var sepette. Gittim baktım sevimli küçük, sarı bir kedicik. Pek sevdik ekip olarak. Gerçi daha sonra, ilk sahnede de butafor bir kedi kullanma kararı verildi. "Eugene"i geri verdik Erdal'a. Böyle tatlı şaşkınlıklar yaşatmayı severdi… Bu sabahkiler gibi değil...”

Laf uzar, söz bitmez, biz onu, oynadığı filmde hafızamıza kazdığı repliklerin kazındığı duvarın önündeki fotoğraf karesinde, boğazımıza düğümlenen Ahmet Atakan ile birlikte uğurlayalım.

Ne olmuş büyük adam olamadıksa, hayallerimizi satmadık ya.

 

 


Herkes bilsin