Menu

Tatil Dönüşü Kent

Aytuna Tosunoğlu
fotoğraf: Fotoğraf:Jean Pierre Attal Alveoles

Hayata dair bilginin, tecrübe denen çift yönlü caddenin paylaşımı yerini tarihsel durakların silindiği belleksiz bir toplum olmaya bıraktı. Kent ufukları – hangi yönden bakarsanız, fark etmiyor – tarihi dokunun işe yaramaz olduğunu dikte eden abideler yani iş kuleleri, rezidanslar, AVM’ler, siteler ile doldu. Yeşil kalan, içinde ağaç olan birkaç noktanın peşinde “ben de”ciler var.

Her dönem olduğu gibi, bu dönemde de kılıfını uyduran çalacak minareyi...

 

Çok ev, çok apartman kule, çok yaşam tarzı vaadi ile karşı karşıyayız. Daha önce yazıldığı gibi; tanrı/yaratan göklerde değil artık, yere indi ve alacağımız rezidansın 38inci katında vaat ettikleri ile bizi bekliyor. İşte birkaç örnek: kendini ifade edeceğin yaşam vaadi, aradığın her şeyi ve fazlasını bulacağın yaşam vaadi, özel olduğunu hissettirecek yaşam vaadi, korumaya alınmış, korkuların yer almayacağı, gönül rahatlığı duyulacak yaşam vaadi, katlar arasında cennetin bahçelerini bulma vaadi... Yüksek hızda, eş zamanlı, yoğun kapasiteli, karşılıklı, çok katmanlı olma vaadi... Ama bir dakika; bu cep telefonu reklamı idi galiba... Fark eder mi?

Prof. Öğün,  şehir ile kent arasındaki farkı (duygulanımlarımız açısından) açıklarken – mealen - şöyle demişti, “Kent’e bakarsınız; siz bakın diyedir. Şehir ise, size bakar.” Florasını kısmen koruyabildiğimiz eski, tarihi İstanbul içinde dolaşırken binaların, sokakların ve bozulmamış dokunun bize nüfuz ettiğini hissedebiliriz. Kimler gelip, kimler geçmiştir. Yaşanmışlık, şimdi, bizim içinde olduğumuz ve adına zaman dediğimiz yerde elimizden tutar. Hayatımızı, içinde bilinmezlikleri ile birlikte sarmalarız, güçleniriz, yapacaklarımıza anlam katarız bu yaşanmışlık duygusuyla... Kim bilir kimlerle aynı yazgıyı paylaşmışızdır. Hayat bir reçete verir gibi olur, şehir bize bakarken... Güncel Önkal’ın bir makalesinde tariflediği, “Kentin egoist ve hegemonik yükselişi” karşısında bu defa biz bakan oluruz. Hayat şehrin sokaklarındadır, kentte ise dikte edilen bir yaşam vardır. Üstelik onun egoizmi hepimizi esir almıştır ve yaşamlarımızı dönüştürüyordur, çoktan beri. Özgürlük anlayışı güdükleşip, bir “konforlu yaşam” tasvirine dönüşmektedir. Hayat artık yalıtılmış, egoist ve hegemonik yapılara tıkılmıştır. Adına da yaşam deriz... Bireysel, dayanıksız, uçucu ve geçici yaşanmışlıklarımızı abide gibi diktiğimiz rezidanslar yüzümüze bağırır da bağırır, aralıksız.

Bunlara maruz kalan toplum (siz, biz, hepimiz), ortak bir konuşma, giyinme ve hayata bakış biçimi geliştirmekteyiz. Bu ideolojik ve iktisadi üstünlük, derindeki farklılıkların gizlenmesine öyle güzel hizmet eder ki. Herkesin eşit gözüktüğü bir düzlemdir söz konusu olan. Kentleşme dediğimiz bu akışkan hareket, karşısına güçlü bir engel çıkmayan harekettir. Gelecek kuşakların kendi yaşamını aydınlatıcı bir öykü gibi çocuklarına anlatamamasının ve onu dinleyenlerin kendisi için karakterinin gelişmediği hissine kapılmasının nedenlerinden biri abideler içinde yaşam yüzünden olacaktır.

 

Kentsel dönüşüm denen kılıf...

Hayata dair bilginin, tecrübe denen çift yönlü caddenin paylaşımı yerini tarihsel durakların silindiği belleksiz bir toplum olmaya bıraktı. Kent ufukları – hangi yönden bakarsanız, fark etmiyor – tarihi dokunun işe yaramaz olduğunu dikte eden abideler yani iş kuleleri, rezidanslar, AVM’ler, siteler ile doldu. Yeşil kalan, içinde ağaç olan birkaç noktanın peşinde “ben de”ciler var. Her dönem olduğu gibi, bu dönemde de kılıfını uyduran çalacak minareyi.

Kılıf deyince, adına “kentsel dönüşüm” dedikleri ve bunun tarifini yaparken insan hayatının temel ihtiyaçlarını anıştıran bir söylem kullanarak dönüşüm gerekliliğinin tartışmaya bu sayede kapalı tutulduğu ekonomik ve hayli ideolojik inşaat hareketliliğini de görmezden gelemeyiz. Onlara göre, kent tıpkı insanlar gibi doğar, nefes alır, büyür ve gelişir. Büyürlerken yapılarında bozulmalar meydana gelir, onlara göre. Eskirler, yaşlanırlar, şişmanlayıp hantallaşabilirler. Neler? Kentler... O zaman onları dönüştürmek gerekir. Neye? Güzellik kremi pazarlamacıları gibi, “daima genç”, yaşam koçlarının fırsat köşelerinden haykırdıkları gibi, “değişebilirsin, değişmelisin”, “olduğun yerde durma” istenci yaratarak adına kent dediğin “şey”i yaparsın.

Süleymaniye'de yıkım, 2010, Fotoğraf: S.Favargiotti

Gelecekte, iletişim bilimlerinin tüm paradigmaları, uyarlanabilir olma şampiyonu olarak anılacak.

Öte yandan, bazı inşaat şirketlerinin adına ısrarla ve ısrarla restorasyon dedikleri şeyin aslında yıkmak ve baştan yapmak olduğunu ve kültürsüzleşmek için atılan adımlardan ibaret olduğunu görüyoruz. Celal Esad Arseven, Mimari Tarihi kitabında restorasyonu “sanatça tamir” olarak tanımlıyor. Normal tamir işleriyle restorasyonu birbirinden ayırt etmek açısından bu vurgusu önemli. Bir mimari eseri, bir tablo veya heykel gibi herhangi bir sanat eserinin zamanla zarar görmüş, bozulmuş kısımlarını, o eserin sanat değerine ve eski şekline zarar vermeksizin sanat bakımından rehabilite etmek ile yıkıp baştan yapmak arasında derin bir uçurum bulunur. Bu noktada kültürün egemen olanın hizmetinde yer alması geçerlilik kazanır. İstanbul, egemenlerin uyguladığı, üstlerine giderseniz tariflediği bir restorasyon anlayışıyla ve etrafını çevreleyen doğal ortamından yalıtılarak yıkılan tarihi binalarla doludur. Adorno ve Horkheimer kültür alanına tekellerin hâkim olduğunu söylerlerken kültürü tek tipleştirdiğini düşündüler. Teknolojik gelişmeler sonucunda kültür ve endüstri iç içe geçmiştir ve kültürün bozulmasına sebep olmuştur.


AGORAPHOBIA - Investigating Turkey's Urban Transformation. A Road Movie. (Trailer) from Chris Luth on Vimeo.

 

"Yalıtılmışlık Paradoksu"

Richard Sennett bu durumun (da) yaygın toplumsal sonuçları olduğunu ifade ederek ona bir ad verir: Bu, mahrem bir toplum tasavvurudur. Kulelerin katlarına sıkıştırılmış mahremiyet, sıcaklık, güven, duyguların açıkça ifade edilmesi gibi kulağa hoş gelen şeyleri çağrıştırır ancak, tam da bu psikolojik faydaları içinde bulmayı beklediğimiz ve bir anlamı olan toplumsal yaşam bu psikolojik ödülleri sunamadığı içindir ki site dışındaki dünya bize yararsız görünür; bayat ve bomboştur.

Yine Sennett’in mealen ifadesiyle, şehir içindeki meydanlar boşaltılıp terk edildiği oranda, mahrem ilişkileri temel alan bakış açısının çekim gücü artar. Çevre, en fiziksel düzeyde insanları kamusal alanın anlamsız olduğunu düşünmeye iter. Hiçbir etkinlik için kullanılmayan alanlardan bahsediyoruz. Meydanın doğası insanları ve etkinlikleri kaynaştırmayı gerektirir. Tam tersi olarak, meydanlara bakan cam duvarlı, saydam, içi görünen binalarda insanlar hem içeriden hem de dışarıdan bakanlar için bir görünürlüğün ortasında “yalıtılmışlık paradoksu” yaratır.

Ofis düzenlerinde ara duvarların kaldırılması, herkesin bir ve tek mekânda birlikte oturuyor olması verimliliğin arttırılması olarak öne sürülür. Çünkü ofis planlamacılarına göre insanlar gün boyunca birbirlerinin gözü önünde dedikodu yapmayacak, çene çalmayacaktır. Kendilerine çekidüzen verecektir. Herkes birbirinin gözetimi altında olunca sosyalleşme azalır ve sessizlik tek savunma tarzı haline gelir. Görünürlük ve yalıtım paradoksu en yüksek seviyededir burada. Yakın temas arttığı anda sosyallikte düşüş başlar, diyor Sennett.

Abide dikme iştahına kapılan (hem maddi hem manevi anlamda bir iştah bu) iktidarın ve de inşaat firmalarının biz potansiyel mal-mülk alıcılarını(!) suskun izleyiciye, dikizleyiciye, eylem yerine yüzeysel gözlemci, pasif katılımcı ve röntgenciye dönüştürdüğünün farkındayız.

Bir durumun daha farkındayız; hegemonya kurmuş olan merkezle ilgilenmek merkezi sarsmıyor, altüst etmiyor yani hiçbir işe yaramıyor. Foucault’nun dediği gibi, buna karşılık yapılabilecek tek şey sınırlarda var olmak. Marjinal sayılan alanlarda ve kesimlerde, entelektüel, kültürel, sanatsal ve siyasi varoluşların kalıcı hatta dönüştürücü anlamları olabileceğinin farkındayız.

Merkeziyetçi yapı hala perifer adına konuşamamakta. Kamu araştırması yapan şirketler oradaki durumu istediği kadar formüle etmeye çalışsın, “konforlu yaşam” vaadi, periferi – haydi adını koyalım, öteki’ni diyelim - kandıramıyor...

Uzun bayram tatili ardından kent’e dönen yalıtılmış benlikler için kaleme alındı bu yazı. Öteki’ler okumasın.

 

Fotoğraf:Jean Pierre Attal Alveoles

 


Herkes bilsin