Menu

Amsterdam’da bir ‘aksiyon filmi’...

Sevinç Erbulak

 

Mahcubum. Evet sevgili Akademi'lilerim mahcubum ama mazeretim var. Size bu haftamın yazısını Van Gogh'un doğum günü pastasını üflerken, Amsterdam'dan yazacaktım, olmadı. Olamadı. Şehre ayak bastığımız gün bir kapkaç olayı yaşadık kızımla beraber. Korkmayın, merak etmeyin, sadece telefonum çalındı. Bulundu, bulunamadı derken, ki bulunamadı; Avrupa'nın en lezzetli şehirlerinden biri bizim için ilk yirmi dört saat çok tatsız bir pastaya benzedi.

Birbirinden bunca farklı duyguyu, ard arda öyle bir hızda yaşadık ki, size sendrom panzehrini ilk defa, evet sanırım gerçekten ilk defa; film, kitap, oyun, bale, tablo, müzik önermeden, hayatın ta kendisini, bizzat dibinde olup bitenleri yazarak akıtacağım şimdi.

Çünkü yaşadığımız bu olay bana, can dostum Ceren'in de hatırlatmasıyla çok önemli bir şeyi düşündürdü.

Başlıyorum, hazır mısınız? Kemerlerinizi bağlayın. Ciddiyim.

 

İlk gün/ iç, gün/ Amsterdam/ bir dükkan

oyuncular- anne, kız, hırsız 1, hırsız 2, polisler, sokaktaki kalabalık, hırsızı yakalayan uzun boylu adam
 

Kavin'in en sevdiği dükkanlardan birindeyiz, ilk günümüz, elbette şeniz. Ona defalarca artık çıkalım diyorum ama beni duyan kim? Bir şeyi bırakıyor, diğerini eline alıyor, sanırım 2 saatlik bir sahne. Zevkle oynuyoruz, anne kız ve dükkandaki kalabalık.

Artık kasaya doğru yaklaştığımız bir anda, ki gerçekten çıkacak olmamızın mutluluğu içimden taşıyor zira biliyorum yakınlarda bir yere oturacağız, Kavin aldıklarının etiketlerini kesecek, bana bininci defa gösterecek ve ben de kahve, çay, su, soda, kola, bira, şarap; bilmiyorum ama bir şey içiyor olacağım, yani oley :))))

Kasaya doğru yürürken bir his, tam arkamda, neye benziyor bilmiyorum ama kötü bir his, bana arkamı dönmemi söylüyor, dönüyorum, burnumun dibinde bir adam. Hayır insanları dış görünüşlerine göre değerlendirmiyoruz, hayır ondan korkmuyorum, hayır suçlu gibi değil derken, çantamın fermuarının açık olduğunu görüyorum ve adama tüm gücümle bağırıyorum;
 

''NAPTIN SEN ! ÇABUK TELEFONUMU GERİ VER. BAK BU ŞEHİRDE YABANCIYIM. KIZIMLAYIM. POLİS FALAN ÇAĞIRMAYACAĞIM. AMA TELEFONUMU HEMEN GERİ VER !!!!!!!!!


 Adam şaşkın, ellerini havaya kaldırmış, bana çok garip bakıyor, dükkandakiler de öyle. Ama eminim. Ben emin olduğumda çok emin olurum da. Devam ediyorum ısrarıma, o sırada kapıda bir başka adam görüyorum, benim ellerini kaldıranla konuşuyor, bilmediğim bir dil. Dünyada bir kere daha çok dil bilmediğime küfür ettiğim bir an. İçimden. Dışımdan aynı şeyleri söylemeye devam ediyorum. Kapıdaki adam koşarak sokağa çıkıyor. Bundan sonra olanlar sırasızca şöyle, sanırım Kavin'e beni burada bekle diyebiliyorum, belki de bunu dediğimi zannediyorum sadece. Çünkü ben koşmaya başlıyorum.

Sokaklarca, köprülerce, tanımadığım bir adamın arkasından;

''DURDURUN ŞU ADAMI, BU ADAM BİR HIRSIZ, TELEFONUMU ÇALDI, BEN BURADA YABANCIYIM, KIZIMI DÜKKANDA BIRAKTIM, BANA YARDIM EDİN, BEN YABANCIYIM, YABANCIYIM BENNNNN''  diye bağırıyorum ve koşuyorum ve dilim damağıma yapışıyor artık. Adam bir duruyor, bir koşuyor, bir polisi arayacağım diyor, çok iyi olur diyorum. Bir numara çevirir gibi yapıyor sonra bu kadın deli sanırım, beni, hırsızlıkla suçluyor diyor ve koşamaya devam ediyor. Ben de!

Hani gücün bittiği, sona geldiğiniz, umudun kaybolduğu anlar vardır, oradayım. Vazgeçmek üzereyim, aklımdaki tek şey kızım. Onu orada nasıl bıraktığımı, koşmaya başladığımı, dünyanın bilmediğim bir şehrinde, tanımadığım bir adamın arkasından kaç sokak geçtiğimi düşünüyor ve duruyorum.

Bütün mucizelerin olduğu anda oluyor benim mucizem de, tanımadığım başka bir adam, benim kovaladığımdan da büyük, uzun, güçlü, iyi, kahraman bir adam; öyle olmalı çünkü filmlerde bu adamlar hep böyle oluyor, bence ben de bir film çekimindeyim zaten, başka türlü ne olabilir? Amsterdam'ın orta yerinde soyulmuş olamam değil mi? Kızımla çıktığımız bir seyahatin ilk gününde olmaz değil mi böyle saçma sapan bir şey?

Oluyor.

Muş.

 

Kahramanım adamı durduruyor, kötü adam 2 de geliyor, pardon ona hırsız 2 demiştik, hırsız 2 de geliyor, polisler de geliyor, sözlü sözsüz figürasyonlar da tamam kaldığımız yerden filme devam ediyoruz.

Yanlış kabloyu kesmişim, koşan adam değil, ellerini kaldırandaymış telefon, ben yanlış hırsızı kovalarken o telefonumu sonra almak üzere bir yere atıp gelmiş. Olay tam olarak bu yazdığım gibi oluyor. Hırsız 1 ve 2'nin üstü aranıyor, serbest kalıyorlar, polis bana peşlerine sivil taktığını söylüyor, ben dükkana koşup kızıma sarılıyorum ve Kavin ağlıyor.

Benim bebeğim, başımıza gelme ihtimalini hiç düşünmediğimiz bir olaydan sonra ağlıyor, ben de ne yapacağımı bilemiyorum.

 

aynı gün/iç akşamüzeri/ karakol

oyuncular/ hırsızlar hariç aynı kast :)
 

Evet karakoldayız. bu olayı anlatıyorum, robot resimler çiziliyor. Ertesi sabah gideceğimiz Van Gogh müzenin yerine bakarız, parkı da buluruz, o çikolatacıya da bakalım dediğimiz bütün saatleri karakolda geçiriyoruz...

Biz oradayken bir telefon geliyor. Evet adamlar tutuklanmış. Bizim kovalamacadan sonra bir başka yerde hem de suç üstü tutuklanmışlar. Kavin çok seviniyor, onun yüzünden olduğunu sandığı olay birden terse dönüyor, telefon da bulunacak anne bak gör diyor, zaten bulunamazsa da hiç üzülme eskimişti zaten yenisini alırsın, hem bütün bilgilerin de geri gelecek güven bana diyor.

Bilgiler gelecek mi bunu o an bilmiyorum ama kızıma çok güveniyorum. Ben hiç tanımadığım bir adamı, hiç gitmediği bir şehirde kovalarken beni dükkanda bekleyen ve geleceğime emin olan, onu oradan alacağımı bilen kızıma çok güveniyorum ve çok seviyorum onun bu akıllı, cingöz, nefis halini. Çok seviyorum onunla aramızdaki bu yazılı olmayan hissi senetleri. (Sunay Akın'ın en sevdiğim sözlerindendir)

Çıkıyoruz karakoldan, saatler sonra. Dükkana yürüyoruz. Zaten bu dünya güzeli şehirde hep yürüyeceğiz önümüzdeki günlerde, bunu çok iyi biliyoruz. Dersimizi çalışıp gittik.

 

Vincent'a. Bir daha dünyaya geldiğinde mutlaka ama mutlaka günebakan olmak isteyen eşsiz Vincent'a geldik biz.

Ertesi gün camdan sarayına gidiyoruz onun. Hayır telefon melefon bulunmuyor. Ama adamlar ben size bu satırları yazarken bile hala içerideler. İçeriye girmek bizim ülkedeki kadar kolay bir şey değil Amsterdam'da. Bayağı bir suçlu olmak gerekiyor. Öyle içi boş, dosyası sayfasız iddianamelerle tıkılamıyorsunuz Avrupa'da hapse. Onun için benim bu hırsız 1,2 ve tanımadığım 3 ve 4 epey ciddi bir suç işlemiş olmalılar. Dilerim uzun kalırlar orada. O vicdansızlıklarına çok yakışacaktır kodes.

Biz ne mi yapıyoruz? Ne yapacağız, filmimizin başrolünde oynamaya devam ediyoruz. Bizi kıskanan batıda çok yeşillik ve çok bisiklet var. Ama var ya nasıl anlatayım size arabadan çok bisiklet var bu küçücük şehirde. Restorandan çok müze var. Bizi kıskanmayıp ne yapacaklar. Çatlıyorlar haliyle bu bisikletli adamlar ve kadınlar ve çocuklar bizi gördükçe.

Hafta sonu Giselle balesi izleyecek kadar bile şanslıyız hatta. Vincent'ın camdan sarayında kaybolmuyoruz ama ertesi günün ertesi günü Rembranth'ın master piece'i ''Gece Bekçisi''nin önünde bu koca müzeyi Vincent'ınki kadar kolay gezemeyeceğimizi anlıyoruz anne kız.

Her köşe başından bir dönem, bir fırça darbesi, bir renk fışkırıyor. Ama tabii batı bizdeki darbeleri çok kıskanıyor. Tabii tabii...

Ne diyeyim, niye yazıyorum bunları? Şundan. Canım Ceren'imin de dediği gibi, biz çocuklarımızı camdan bir fanusta büyütüyoruz galiba, incinmelerinden, ürkmelerinden, bu ihtimali düşünmekten bile çok korkarak. Sonra bir gün hayatta, hiç hesap etmediğin bir anda, tıpkı aşık olmak kadar hesapsız ve kitapsız bir anda bir şey oluyor ve o ana kadar çalıştığımız ve çalıştırdığımız yerden gelmiyor sorular, kalakalıyoruz.

Tamam bu hengameyi, bunun bizde yarattığı etkiyi belki ertesi sabah veya akşam bir tekne turunda, bir tablonun karşısında, sevgilimizin, sevdiklerimizin güzel bir sözünde unutuveriyoruz ama etkisi bizde kalıyor, yaşıyor; hep.

Çünkü dünyanın çivisi çıktı. Çünkü çok kötü, kötüden çok daha fazla iyi, çokkkk da susan var.

Ne olur elinizi de, ayağınızı da, yüreğinizi de korkak alıştırmayın.
 



Bir daha olsa yapar mıyım, aynı yollardan geçer miyim hiç bilmediğim bu aksiyon filminde bana tekrar bir rol verirse ne yaparım bilmiyorum ama bol bol gezmeyi rota edinin. Yürümekten aşınsın ayakkabılarınız, Vincent'ın kendi ağzından anlattığı tablolarını dinleyerek gözlerinizi kapayın. Müzenin yüksek duvarlarındaki renkli camlarda oluşan güneş ışığını izleyin. Dünyada çok müze, çok köprü, çok taş, çok yol var.

Gidilecek o kadar çok yol var ki, eşek gibi çalıştığınız ve neredeyse yapmakta olduğunuz şeyden vazgeçeceğiniz bazı zor anlarda köprüleri hatırlayın. Altından takaların geçtiği, pembeye çalan günbatımlarını, bir sandviçle geçiştirilen akşamüzerlerini ve umutsuz olduğunuzda geri çağıracağınız mutluluk anlarını...

Yaşam bunlardan başka nedir ben bilmiyorum.

Öğrenmek de istemiyorum galiba...

Acayip, plansız, akışında bir yazı oldu.

Hepinize hem güzel bir hafta, hem de günün birinde bir Amsterdam seyahati dilerim. Gidecek olanlar bana mail adresimden ulaşsınlar, çok hayati şeyler biliyor olabilirim. Oteliniz hazır, taksiyi sadece alana giderken kullanacaksınız, I Amsterdam yazısı pencerenizden görünüyor olacak. Dom'un oradaki sokak ressamı nefis insan Sean'ın da günün hangi saatinde portrenizi çizmek üzere orada olduğunu söyleyeceğim. Ha bir de şahane bir İtalyan restoranı tarifim mevcut....

 

Kalıverin sendromsuz, o kadar çete yakalattım size yahu :))))

Avrupa bir tek bu konuda bizi kıskansın.

Bu vazgeçmeyen inadımız söz konusu olduğunda...

Sevinç.

 


Fotoğraflar Sevinç Erbulak'ın instagram hesabından alınmıştır.

 

 

 


Herkes bilsin