Bu oyunu izlemeyi siz de hak ediyorsunuz
Cansu Fırıncı
Bulduğunuz yerde gidin izleyin, bulamıyorsanız, örgütlenin memleketinize getirin. Çünkü bu oyunu izlemeyi siz de hak ediyorsunuz.
Oyun, antreden sahneye fırlatılan boş bir teneke ile başlıyor. Tuluat Tiyatrosu’nun en ünlü isimlerinden Kel Hasan Efendi’yle özdeşleşen bir gelenektir bu. Teneke sahneye büyük bir gürültüyle girer, seyirci oyunun başlayacağını anlar, alkışı basar. Alkış gelmezse, ya da kâfi miktar değilse tuluatçı adımını atmaz sahneye.
Peki sahnede dekor namına ne var? Ege’deki balıkçı lokantalarında sıkça gördüğümüz tavandan aşağı gerilmiş bir balık ağı. Balık ağına takılmış kravat vesaire gibi değişik nesneler. Bir de sahnenin sağında üzerine palto gibi kostümler asılmış bir elbise askısı.
Bize her şey, meddahı, ortaoyununu çağrıştırıyor. Daha doğrusu ortaoyununun batı tarzı tiyatroya uydurulmaya çalışıldığı Tuluatı. Yani Osmanlı Tiyatrosunu.
Güllü Agop padişahtan tekstli tiyatro oynama imtiyazını alıp da tekeline alınca Batı tarzı tiyatroyu, tiyatro seyircisinin de ilgisi Batı tiyatrosuna kaydığından, ortaoyunu kumpanyaları çareyi kendi tarzlarını batı tiyatrosunun elbisesine geçirmekte bulmuşlar. Tuluat çıkmış böylece ortaya. Bir anlamda İtalyan sahnede oynanan ortaoyunu.
Osmanlı tiyatrosu, Batı, cumhuriyet, Yeni Osmanlı, cumhuriyetin tasfiyesi, cumhuriyet felsefesinin ve kurucu ilkelerinin tartışmaya açılması ve tükaka edilmesi, Lozan, Misak-ı Milli, Kerkük ve elbette Levent Üzümcü. Osmanlı’ya, padişahlarımıza, geleneklerimize düşman, iflah olmaz batıcı, azılı cumhuriyetçi Levent Üzümcü ve Osmanlı Tiyatrosu…
Batıcı seçkincilerin burun kıvırdıkları, tiyatrodan saymadıkları, Yeni Osmanlıcılar’ınsa bihaber olduğu Osmanlı Tiyatrosu ve Levent Üzümcü.
Levent Üzümcü sahneye çıkıp seyirciyi selamlıyor, hepimizin Aziz Nesin’den aşina olduğumuz ‘Merhabalar’ girişiyle. Sonra bizimle Levent Üzümcü olarak sohbet ediyor. Bir insanı tanımak, onun hikâyesini tanımaktır, diyor. Hepimizin gözü önünde kostümünü giyiyor, aksesuarlarını alıyor ve başlıyor hikâyesini anlatacağı karakter olmaya. Karaktere yavaş yavaş geçiyor ve zaman zaman da çıkıyor karakterden. Özdeşleşmeyi yaratıyor ve kırıyor tam zamanında. Bir ortaoyununda olması gerektiği gibi. Türküleri, operet kıvamındaki şarkı sözlerini sıkıştırıyor araya. Seyirciyi doruğa çıkartıp oradan aşağıya bırakıyor, tam düşecekken tekrar tutuyor elimizden. Şunu fısıldıyor kulağımıza.
Korkma insan, korkma karanlıktan
Yılma İnsan, yılma zorbalıktan
Umudunu yitirdiyse çıkar insan
İnsan olmaktan.
Ege’nin Bergama’sından Çamköylü Mehmet Dayı ile mübadelede Yunanistan’a göçmek zorunda bırakılan Adriyana’nın aşkıyla açılıyoruz Ege’nin bir araya gelmeyen iki yakası arasına. Çamköylü Mehmet sevginin nefretten, toprağın altının üstünden değerli olduğunu bilenlerden üstelik. Irkçılığın milliyetçiliğin, ayrımcılığın siyanür kadar tehlikeli olduğunu bilenlerden.
Sonra Stafili İbrahim’in ağzından Fenerci Ahmet’in hikâyesini dinliyoruz yine Ege’nin sularında. İnsanlara yol göstermek için fenere ışık olan Ahmet’in hikâyesini.
Ardından Denizci Barış’ın karaya ayak basamadan Yunanistan’a sıçrayan ve Bergama’ya bağlanan hikâyesi ile sırılsıklam olmuş bir şekilde çıkıyoruz oyundan.
Bu üç hikâye boyunca Levent Üzümcü anlattığı hikâyelerdeki tüm karakterleri canlandırıyor. O karakterlerin şarkılarını söylüyor ve bizimle sohbet etmek istediğinde karakterden çıkarak, gerektiğinde tekrar karaktere bürünüyor.
Devasa bir performans karşımızda sergilenen. İnsan bir an olsun gözünü ayırmak istemiyor
Tüm zorluklara, engellemelere rağmen 50 kez sahnelenmiş oyun. Rize, Kayseri gibi pek çok yerden talep var ama sahne yok…
Sıcacık, samimi, derdi reji numaraları, ışık oyunları, gözbağcılığı çekmek değil, yüzlerce yılın içinden süzülüp gelen tiyatro geleneklerimize yaslanarak memleket hikâyeleri anlatmak isteyen bir oyun bu.
Bulduğunuz yerde gidin izleyin, bulamıyorsanız, örgütlenin memleketinize getirin. Çünkü bu oyunu izlemeyi siz de hak ediyorsunuz.