Menu
24 Mayıs 2017

Elli Yılın Delisi

Cansu Fırıncı

 

Sahnede çulun çaputun, eski bir karyolanın, köhne bir çalışma masasının, divitin ve hokkanın arasında ait olmadığımız bir yüzyılın, ait olduğumuz bir yüzyılın nasıl da benzeri olduğuna şaşıyor, zamanaşımına uğrayan koşulların, zamansızlaşması ve mekansızlaşmasıyla, dünün aynasında bugüne bakıyoruz. Böylece tiyatro bir ayna olma özelliğini, zaman zaman içe zaman zaman dışa bükerek yerine getiriyor. Tıpkı sahnedeki deli gibi.

 

Genco Erkal yarım asır sonra yeniden sahneye taşıdığı oyunda büyük buluşlar peşinde koşmamış, bir delinin anatomisini çıkarıp sermiş gözümüzün önüne, akıl zorlayan bir doğallıkla ve çarpıcı bir gerçeklikle, cesaretle gitmiş metnin üzerine. Kısacası ayakları yere basan bir reji ile izliyorsunuz deliyi yahut insanın aklını başından alan bir deli bu.

Perde bir delinin dünyasına açılıyor. Oysa bu deli hemencecik kabul etmiyor sizi dünyasına. Öyle ya, bir delinin dilini anlamak için onunla biraz vakit geçirmeli. İlkin sayıklamalar, nerede başladığı nerede bittiği belli olmayan cümleler, fısıltının içinden haykırılan kelimeler, yine sayıklamalar, sahnede basbayağı bir deli dolanıyor. Ama bu deli onca sayıklamanın ve mantık dizgesinden mahrum, savruk cümlelerin arasında bir biçimde onu yakalamanıza izin veriyor.

Aksenti İvanoviç’in evinin içinde ya da işyerinde, belki de tamamen zihninin içinde geçen gerçek mi hayal mi olduğu belli olmayan olaylar dizgesi, Çarlık Rusya’nın sıradan insanlar için çıldırtıcı boyutlardaki yoksulluğuyla çarpışınca göz kamaştırıcı bir gerçeklik beliriyor gözümüzün önünde. Kol gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan, ona reva görülen hayatla yetinmek zorunda olan, bir başka bakış açısına göre asalak olarak nitelenebilecek bir memurun gözünü yukarılara diktiğindeki hezeyanları ve en çok da düş kırıklıkları dolanıyor sahnede.

Sahnede zaman aktıkça, deli deli olmaktan çıkmıyor ama onun yaşadıkları, hayatının çıkışsızlığı, dengi olmadığı için karşılık bulamayacağı aşkını gördükçe belki de biz o delide kendimizi görüyor ya da onun gibi olmaktan korkup hafifçe aklımızı koltuğumuzun altına bırakıyoruz. O saatten sonra, kim akıllı, kim deli, nasıl ayırt etmeli? Köpekle de konuşuyoruz, İspanya’nın kayıp kralı da oluyoruz, hepsinin bir İngiliz oyunu olduğuna da emin oluyoruz, hatta Fransızların çoğunluğunun Müslüman olduğu bile olası geliyor bize.

Oyun aktıkça deliliğin sınırlarında dolaşıyor, aklımıza mukayyet oluyor, ona gülüyor, ona üzülüyor ama onu sorguluyoruz da. Ama asıl sorguladığımız şey bir insanı bu hale düşüren toplumsal koşulların kendisi oluyor. Akıl dışı bir düzenin insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisi bizi çıldırmanın eşiğine getirip orada tutuyor.

Sahnede çulun çaputun, eski bir karyolanın, köhne bir çalışma masasının, divitin ve hokkanın arasında ait olmadığımız bir yüzyılın, ait olduğumuz bir yüzyılın nasıl da benzeri olduğuna şaşıyor, zamanaşımına uğrayan koşulların, zamansızlaşması ve mekansızlaşmasıyla, dünün aynasında bugüne bakıyoruz. Böylece tiyatro bir ayna olma özelliğini, zaman zaman içe zaman zaman dışa bükerek yerine getiriyor. Tıpkı sahnedeki deli gibi.

Genco Erkal yarım asır önce sahneye çıkardığı deliyi sanki aradan yarım asır geçmemişçesine taşıyor sahnede. Ne temposundan düşürüyor, ne jestinden ne mimiğinden. Ve bir insan bir deliyi nasıl anlar, onunla nasıl dil kurar oyun boyunca büyük bir ustalıkla yaşatıyor bize. Ama en çok da deliliğin toplumsal temellerini, nedenlerini, niçinlerini sorgulatıyor.

Bu oyunu bir kez izleyince insan bir kez daha izlemek için deliriyor. Kısacası bu deli insanın aklını başından alıyor.

 

 

 

 


Herkes bilsin