Şairler Parkı VIII
Feridun Benden
Melih’i arkadaşlarıyla baş başa bıraktı; “nereye Kur’Ağaç” ünlemesine:
“İzin verirsen, kendimle buluşup döneceğim “ yanıtı oldu…
Soğuk gecede, parçalı bulutların arkasında, yeni doğan dolunayın ışıltısı altında, bidonundan fırladı; ‘Mustafa Kemâl’in Kağnısı’ dizeleri, Dağlarca’dan:
“Yediyordu Elif kağnısını,/kara geceden geceden/Sanki Elif uzuyordu inceliyordu/Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar/İnliyordu dağın altında gıcırtılar/İnliyordu dağın ardı yasla/Her bir heceden heceden…”
Gıcırtılar, Ruhi Su’nun sazındaki nağmelere ve sese dönüştü, Nazım’ın destanından:
“Ayın altında kağnılar gidiyordu./Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru…
‘Şimdi tanklar ne yana(?!) yeni kurtuluş savaşında!’
Yetmedi yüreği, birkaç dizeyi daha saçtı ortalığa:
“Ve onlar/Ayın altında dönen ilk tekerlekti./Ayın altında öküzler/Başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi/Ufacık kısacıktılar…”,
sonra‘Yetmez ama EVETÇİLER(!)’tıngır mıngır düştü bidondan!
‘Şimdi çook pişmanlar, dar kafalıları, ararca!!! İzmit beldesinden kutu kutu Pişmaniye mi göndersem onlara?!’
Melih’in dostları arasında, ayak bağı olurum, gereksiz söz eder, üzerim onları, düşüncesiyle günün alaca karanlığa dönme misali, sis inmiş parkın içinden sessizce çekildi…
Şiiri müzikle nasıl anlatırım(?) iki bilinmeyenli denklemi çözmeğe çalışan Richard Strauss’un ‘die Frau ohne Schatten’ Gölgesiz Kadın Operası’ndaki şarkının hüznüyle çarşı yolunu tuttu.
***
“Bu gece de geciktin üstat(!) seninkiler biraz önce cümbür cemaat ayrıldılar, gözleri kapıdaydı, şimdi düşer, beklentileri vardı sanki!” sözleriyle Bitirim Başı karşıladı Kur’Ağaç’ı,
“Fırsat bulduklarında birbirlerini gagalayan dostlar diyorsun, yanılmıyorsam!
Biraz önce savaşın anlatıldığı örendeydim, taşın sorguladığını duyumsadım; onların hüznünü giyindim:
“Her şeyin çözümü, Da Vinci şifresiyle Fraktal geometride (!)dostlarla iken kapanacaksın, yalnız kaldığında saçılacaksın!” dediler, peşimden; geçmişin küllerini savurmaya geldim, Avesta dilinden!
O meyhane, şu meyhane ve de bu meyhane:
‘Natürmorttur/rakı bardağı karşısında/ sanatçı!’
Ulusoy Mehmet’i unutma, Hatay’da bırakılan yalnız adamın(!)dostlarını da! Televizyoncu olduklarından söz eden, onu tanımayan cahilleri de…”
“Mesleğimden biliyorum, daha nice güzel insan var; duvarlarındaki fotoğraflarda, gazete, dergi kesiklerinde geçmişi hatırlatan, yaşarken ve öldükten sonra unutulan!!!”
“Her biri gölgedir, oturdukları masaları başında.”
“Diyorsun ki, ‘dikkat et, sandalyeni çekerken anıları incitme…”
“Sahneye konmuş aynı oyun, farklı yorumdur, ustasının elinde, yeni tasarlanan trajediye ‘Balonlar!’!!!”
“Sadece sevdalar değil ‘Puşt!’, dostlar da öyle!”
“Nerden aklına geldi, şimdi?”
“Unutmuşsun: “Bir intihar gibi puşt olmuş bu sevda!”
“Dizesi benim değil, Yusuf Hayaloğlu’na ait upuzun aşka dair manzumenin son dörtlüğü ve arabesk okunan şarkının sözlerindedir; o, umutsuz haykırış…
“………
Henüz koy vermediğin bir kahkaha/Fırsatın olacak mı bir daha, ne bekliyorsun/Yanılsan da sen yanılırsın/Kim hatırlar güzelliklerini, senin için kim yanar.” ardından gelen dizede:
“Bir intihar gibi puşt olmuş bu sevda!” geçer…
İzin verirsen iki tek atmaya(!) şu köşede, sevinirim; yorgunluğuma umar olacak Eyyûbî Bekir Ağa’nın anılarımda kalan Mahûr bestesi:
“Bir Âfet-i mahpeykerle nüktelerim var”ını geçeyim, duvara asılı udundan!”
Attila İlhan’ı da iki dizesiyle anayım, diyorum aynı makamdan:
“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız/O mahur beste çalar Müjgânla ben ağlaşırız.”
“Son üçlüdeki Türkçe’nin güzelliğine bak; savrulmamış, ahbap çavuşlarca ağırlık kefesine dirhem bırakılmamış Usta’nın karşısında; değer olduğu söylenen ‘Boş Kümeleri(!)’ hatırla!!!
“Nasıl istiyorsan üstat, dükkân senin! Neler oluyor, anlatsan da dinlesem(!)şu yanılsamaları(!) gürültüsüz patırtısız gecede (!) sözgelimi:
Gökyüzü neden mavi?”
“Göz yanılsaması!”
“Gri olduğu yok mu?”
“Gönül yanılsaması!”
“Pembe renkleri de yok değil!”
“Yalan yanılsaması(!) ağıtlardaki sözler ve yaşam dönmüşse dramdan trajediye, her şey bitmiştir.”
“Ama başlangıçta; söylenenlerin kimi güzel, bazıları iyi, şimdi çoğu kötü, diyorlar…”
“Böyle düşünüyorsan vazgeçtim Fahrettin’den!”
“Nef’î ve Eşref’in diline, Neyzen’in Ney’ine sığınmak mı seninki?
“Unutuyorsun Hayyam’ı:
“İyi yürekli mi, akıllı mı, yanaş korkma./Nobran mı, yetersiz mi, kaç bucak bucak./Akıllı insan zehir sunsa al, iç./ Nobran bal şerbeti uzatsa, sakın ha!” A.Kadir çevirisinden.”
Peki, politika neden böyle?”
“Söz yanılsaması(!) mansıp sahibi olduktan sonra ilk attıkları nutuklarla çelişen ve gelişenleri de unutma! Bunlar: ‘Baki kalan HOŞ(!) kubbede BOŞ(!) sedâlardır!’
“Turkuaz olduğu yok mu?”“İnat yanılsaması!”
“Terörün gemi azıya alması?”
“İdeoloji yanılsaması!”
“Tuhaf olacak ama Aşk!”
“Sevdiğimi söyledim, ‘deli misin?’dedi.”
“Üstat, son günlerde ne okuyorsun?”,
“SÖZLÜK!” metin yazmak için kelimeler, hazır bekliyor, marifet senin; ama ‘BİR’lere boğulmasın, Türkçe’ye İngilizce’den sokuşturulan ‘a’lerle(!) anlatım; abuklaşmasın, saçmalamasın(!) fakirin akşam yemeğindeki pilavsız ve etsiz kuru fasulyeye benzesin(!) o da zor ya; İspir nam fasulyenin kilogram fiyatı yirmi beş lira, ye Memet ye!!!
Alıntıyla örnekleyeyim, istersen:” BİR de masanın tam ortasına küçük BİR bardakla BİR rakı şişesi konmuştu.” Bağlaç (de) dahil on iki sözcükten oluşmuş cümlenin yüzde yirmi beşi (BİR)!!!
Bak aklıma ne geldi?!
‘Birler edebî/yat dünyası deryasını sardı(bir türlü bir yerden bir başka yere!!!)/ dizesinde o sözcük/perişan oldu, soldu, sarardı!”
“Üstat, Yesari’yi anımsattı bana!”
“Ah(!)o güzelim Kürdilihicazkâr şarkı:
‘Aşkım Yeniköy sahili deryasını sardı/Sinemde perişan uzanan bir peri vardı.’
“Dükkâna gelenlerin içlerinden üç beşi olsun, böyle şarkılara imzalarını atıp anı olarak kaldı mı sende?”
“Üstat, ‘kimler geldi, kimler geçti!’ yazmaya kalksam (Ciltlere sığmayan bir kitap olur)”
“Yine yaktın beni(!)Pınar’ı ve eşi Afife Jale’yi: ‘Derd-i dil bitmez derûnumda ne ateşler var.’ dizesiyle gönlümü sızlatarak!”
“Yanında ayıp olacak: ‘Yine zevrâk-ı derûnum kırılıp kenâre düştü.’Şeyh Galip’e ait olanları önünde tekrarlamak.”
“Bugün yazılan güfteler ve yapılan besteler havaya savrulan saman misali, harman yeline kapılmış kayboluyor sanırım!”
“Üstat, bu derin konulara daha fazla saplanıp kalmayalım, bu konuda uğraş verenleri saygıyla analım…”
“Anlaşılmadığını söylemek, âdet olmuştur sanatçılarda; onu okuyana bırakmak gerekmez mi(?) ve şikâyeti ondan duymak as’lolan(!) değil midir?”
“Küçük at da civcivler yesin diyorsun! Kötümser halin var; ‘OLMA’ içinde yaşanırdı hani(!) unuttun mu?
Bugünlerde ‘OLMA SANATI’ adlı kitap vitrinleri süslüyor.”
“Ben hızlı Sosyalist ikene (İ.Ö. 1000)(!)Erich Fromm nam, CİA(!) Ajanından söz ederlerdi, bu ülkede; doğruluğunu bilenlere sorsak mı(?) diyorum; şimdi, boşu boşuna dünyaca tanınan feylesof(!) adamı yaftalamak doğru değil sanırım!”
“Neden(?) böyle konuşuyorsun üstat; sonra adın, ‘Fethi Naci hocamı’ hatırlatırca, kötüye çıkacak çok bilmiş diye!!!”
“İhtiyarlık işte(!) deli de diyorlar bana, zararım kime?!
Bak, ne diyor(?) Rotterdamlı Erasmus:
‘Gerçek bilgelik deliliktir ya da kendini bilge sanmak deliliktir!’
Koyacak mısın(?) Fahrettin’i önüme, alayım mı yerinden? Sonra devam ederiz, bu abuk diyaloğa(!)yeni yılın ilk gecesi uzuuun(…) pusuda bekleyen ‘Öfkeli çocuk!’ katil için.”
………
“Üstat, niye sustun(?)”
"Fahrettin’leri dinliyorum gözlerim kapalı, özel yaşamları kısıtlanan Şehr-i İstanbul günlerinin geçmişine gömerek kendimi…
Oooo(!)vakit de ilerlemiş, gün doğumunun renkleriyle yokuşun başını tutayım diyorum, bu gece de Fahrettin’lerin dibi delik çıktı!
Sallanan Kur’Ağaç’ı görmezden geldi Seba, memuriyetten kalma alışkanlıkla, ne de olsa bahçeyi paylaşanlardan idi O!
Ama Neyzen: “ekmekleri yine doğramışsın rakı bardağına, niyetin benimle yarışmaksa vazgeç(!) dikkat et(!) aranıyorsun; bugün, genç ve hoş kadının biri, dostlara sordu seni; kimse jurnallemedi; yalnız, masamda yazdığı betiği kovuğuna bıraktı; sevdalıların şirretleşti, düşünce boşluğa mektup! Son kez baktı etrafına, yağan dizeleri gördü mü(?)bilmiyorum; sessizce ayrıldı, şiirlerin ve müziğin döküldüğü bahçemizden!”
“Yorgunum Neyzen başı, patlayan terörden!”
“Kim bilir kuşların hazırlamıştır sana sürprizi, hiç beklemediğin yerden.”
Kur’Ağaç hücresine süzülerek girdi; Cumhuriyet yazar-çizer ve yöneticileri oradaydı; paylaşılan sevdanın yıkıntıları arasında…
Sevgililerini uyandırmak istemedi, Fahrettin’lerin güzel uykuyu sunduğu an; sabahın gri ışıklarına eşlik ederce; erkek bülbülün Castrato Farinelli’yi anımsatan sesiyle Gustav Mahler: “Kindertotenlieder” çocuk ölüleri için şarkılarından:
“Şimdi güneş parlayarak yükselecek” nağmeleri döküldü sabahın kör saatinde…
Dişi bülbül, bağdaş kurmuş Kur’Ağaç’ın kucağına sarı zarfı kızgınca bıraktı;
‘Ne oldu ki bunlara?! Zarf renkli, mazrufda ne var acaba(?)’:
Zarfın arka yüzünü çevirdi; ‘GÖRÜLDÜ’(!) yazısı üzerine, resmi kaşe vurulmuş, hattat elinden çıkmış ‘Rika’ güzel yazı örneği(!) dağılıp, saçılmıştı etrafa; özenle açtı; ‘kusura bakma! ‘Siyakat hat’ her şeyi anlatıyordu…
***
Lüzumu halinde(!) ilgili-ilgisiz, adı bilinmeyen Âdemoğlu ya da kızına, lazım olur diye, aşağıda biyografisine değiniyor…
İstanbul (24 Mayıs 1943) doğumlu Kur’Ağaç, babasının görevi nedeniyle ilk ve ortaokulu Hereke’de okudu, görevin İstanbul’a nakliyle liseyi Eyüp’de, üniversiteyi aynı kentin Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nde zar zor tamamladı; Şubat 1966, arkadaşları Haziran 1965, hemen hepisi(!) öğretmen oldu; Kur’Ağaç, bi’baltaya sap olamadı, ağacın lanetinden korktuğu için!!!
Neyse ki, anıları kayda geçti; Eyüp’ü anlatan büyük boy iki kitapta.
Not düşmüş; Eyüp panoramasını arka fonda çizen, sahne perdesini sağdan sola açan kitabın ikinci yaprağına:
“Hiç kimse/Anılara erişemez,/Dokunmayınca/Fotoğraflara…”
Kitap, metinler ve fotoğraflarla anlatıyor geçmişin derinliklerine inen yaşantıları, Kur’Ağaç, eskitilmiş kahverengi yapraklarda, destek oluyor Şener Türkmenoğlu’na:
“Fotoğraf ve zaman/İki güzel!” deyişi, yakışıyor kitaba ve ”Bir Semte Gönül Vermek” sözlerinin, isim babası, kadîm dostu, Mimar, Şakir Akman, oluyor…
Sayfaları çeviriyorsunuz; Musalar’la karşılaşıyorsunuz birden:
“Fotoğraflar anıların özeti, bizden sonrakilerin de belleğidir.” ve devam ediyorlar:
“Ey yolcu!/Fotoğraflar da gezilere çıkar/Sen olmasan da…/Göremediklerimizi sezer, (Ah Camera Lucida!)/Anlatır, yaşadıklarımızı, (Roland Barthes!)”
Edirnekapı’dan Haliç’e uzanan ‘Savaklar’ nam dik yokuşun iki yanında, geçmişte kalmış, konaklar ve mezarlıkları geçerken birden şu dizeler işitildi, Kur’Ağaç’ın Musalar’ından:
“Akan derenin sessizliği/Serviliklere ulaşır,/Yağmur taneleri/ ‘Sülüs’ hat mermer taşların/Alınlıklarına dökülür,/Ak düşmüş perçemi ve zülüfleri görünen/Başları anamgil bağlı/Kadınların ruhları yıkanır.”
Yokuşu inince, karşınıza: ‘Hoş geldin yolcu’ diye seslenen; Defterdar Nazlı Mahmut Efendi Çeşmesi firizindeki ‘Celi Sülüs’ hat:
“Aktı Firdevs içre güyâ selsebil/Ber murâd olup hemişe sahibi/Ruhuna hâsıl ola ecr-i cezil” anlatı çıkar.
Çevirmeye çalıştı Kur’Ağaç:
‘Aktı, Cennet bahçesi içinde pınar misali/Her zaman muradına erdi sahibi/Bol bol mükâfatını gördü.’kalaylı bakır tastan içilen su, kuruyan dudaklarınızı serinletir…
Yürü ya derviş(!) deyişiyle yola devam edersek, Şah Sultan Türbesi ve Sıbyan Mektebi karşılar bizi:
“Ölümün nefesi,/Fatihâ Suresi’nin V.Ayet’iyle, “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” Türkçe söylemiyle kıpırdar dudaklarınız!”
Bağdaş kurmuş çocukların rahleler önündeki baş sallayış neş’esiyle; “Elif, be, se, ha, hı!” harflerinin seslendirilişi bozar sessizlikleri…
Saçlı Abdülkadir Efendi Mesçidi’ni geçerken duyarsınız Ezan sesini, Rast diye düşünürseniz vakit öğledir!
Kur’Ağaç’ın uyanma demine denk gelir…
***
Kovuğundan sessizce çıktı, ilk merhaba(!)selamı Neyzen’in oldu.
“Gördüğün düş, bütün dostları keyiflendirdi; anlattığın beldeyi bilirim, devam edelim diyorum, hangimiz(?) o semtin daha iyisi görelim!”
“Böyle söyleme üstat(!) ne haddime(?) yarış ve iddia etmek ben kuluna, senin yanında!”
“Söz gelimiydi o; bende, kimseyi arkada bırakayım, nemalanayım düşüncesi olmadı ki, hiç(!) ama yol üstü yanından geçen Arnavut ile Bulgar’ı tanırım!!!
Küfeciklerine doldurmuşlar Seyfettin Efendi’nin bahçesinden turfanda pembe domatesleri, körpecik salatalıkları, acı sivri biber, kabak, patlıcanları ve eşeklerine yüklemişler öteki bahçe zerzevatını, arkalarında çürüksu misali sürüklüyorlar zamanı…”
Yanı başlarındaki Tarancı:
“sevgili dostum Saba, eğleşirken servilerin aralarında, başları sarıklı, göğüsleri hurma ağacı nakışlı, ‘Ta’lik yazılı mermer anıtların yanında kaybettiği dizeleri ararken söylediği:
“Ne kadar istiyorum, akşamleyin, ezânda,/Eski bir evde olmak, orda, Eyüp Sultan’da;/Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım.” seninkileri de anımsatıyor, bana!”
“Kader(!)/geleceği sunar sanma/Ah yazgı!/Çizgiler boşuna//Unutulsun dünyevî hırslar/ihtiyarların serinlediği/II. Mehmet’den kalma/ çınar altında…” söylemi!”
Neyzen’nin dilinden: “Nereden çıkartıyorsun Cahit(!) bunları(?)hiç de öyle değil(!) yeri mi(?) şimdi; Kur’Ağaç: ‘Kader(!)/geleceği sunar sanma’ diyerek, olumsuzluyor Osman’ı!” döküldü.
“Bi’parça Melihçe olmadı mı?”
“Mezarlık ve ölüm(!)geç bunları, zamanı geldiğinde hepimizin gideceği yer orası…
Bitirim Başı’nın mekânında, Kur’Ağaç’ın çaldığı Ud’da yankılanan Eyyûbî Bekir Ağa’dan, başka ses vereyim, Segâh Yürük Semâi’den:
“Etti o güzel ahde vefâ müjdeler olsun” notalarını Ney’imde geçeyim, gönlümüz şenlensin…
Sonra Kıyıya inelim; Sandal İskelesi’ne kıçtan kara etmiş Türk kırmızısı, yeşil, tahinî, nakışlı ve oymalı, Nakkaşların pîri Ferhat’ı kıskandıracak denli usta çizgilerle bezenmiş kayıkları seyreyliyelim(!) Nedim’i bekleyen üç çiftelisinden dökülsün:
“Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâşâde/Gidelim serv-i revanım yürü Sa’d-âbâd’e/İşte üç çifte kayık iskelede amade/Gidelim serv-i revanım yürü Sa’d-âbâd’e.”
Barbyzes deresinin girinti çıkıntılarıyla resimlenmiş, Kâğıthane Vadisi’nin her iki yakasında gezinenler; Osman Hamdi Bey’in çerçevesinden fırlamış, feraceli güzellerin ince uzun Kırlangıç kayıklarını takip eden, Pazar kayığı içinde sazende ve hânendelerin bıyık burmalarına, dönüp dönüp, göz süzmeleri, hafifçe kaldırdıkları kenarları iğne oyalı ve incecik peçelerin altından görünen çehrelerin güzelliğine, yine Nedim’i çağıralım:
“Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bîpervâ seni,/Kim yetiştirdi bu gûne servden bâlâ seni.” sözlerine yanıt olarak:
“Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan/Ma-i tesnim içelim çeşme-i nev-peydadan/Görelim âb-ı hayat aktığını ejderhadan” dizeleri, Ahmet Rasim’in ‘Fuhş-i Atik’ini hatırlattı, Kur’Ağaç’a!
“hayat öyle de, böyle de olsa yaşanacaktır” diye söylenirken Nedim; Neyzen, Kur’Ağaç’a: “şairin sarsak halleri ve ab-ı hayatı(!) istediğince içemediği şikâyetlerine bakma sen!” sözcükleri, Haliç’in derinliklerindeki Bizans hazinelerine gömüldü!
Kur’Ağaç konuyu değiştirdi, Neyzen’e:
“Rauf Yekta Beyi hatırlattı mı(?) Bostan İskelesi ve Pierre Loti kahveleri sana.”
“Elbette(!)Raufçuğum’un ney ile birinci hanesi başlayan: “Mâhur Peşrev”i unutabilir miyim (?) sanıyorsun!
Aklıma ne geldi, biliyor musun(?) Kur’Ağaç!”
“Üstat nereden(?) bilebilirim sendeki hafızaya doluşmuş anı parçalarını!”
“Hani, İnşaat firması için hazırladığın ve Eyüp’ü anlattığın ‘Bir An Gelir Durur Zaman’ adlı, büyük boy başka kitapta Birinci dizeler Yahya Kemal’e ikinciler sana ait olan Balıkçı Bakkal Sokağı’ndan sapınca 1900’lerin Bülbülderesi…
Neyzen’i işiten Kur’Ağaç’ın sevgilileri, ‘la’ notasıyla akort ettiler seslerini müzik âleti misali:
“Unutulan geçmişte, Sadi’nin ‘Gülistân’ını andıran bahçelerin içinde dem çekişlerimizi, özlem ve bekleyişlerimizi dillendiren Yahya Kemâl Beyatlı üstadımıza kem söz ettirtmeyiz, hepinizin tepesine yıkarız ötücü kuşların ‘VAVEYLA’sıyla Şiirli Bahçe’nizi…”
“Yanlış anlaşıldı, terceme(!) hatası oldu, Kur’Ağaç(!) biliyorsan şiiri; söyle, kessin şu şirretler seslerini!”
“Bakayım bidonuma, kara kışta belediye ve sözcük toplayıcıları unuttu almayı içindekileri!..
Münir Nurettin, Rast Makamı, Usulü Senginsemâi, Yahya Kemal’in ‘Rindlerin Ölümü’ şiirini:
“Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;/(heyecanlı kanat çırpışları duyulur)Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle./Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış/(beklermiş Kur’Ağaç’ı) Eski Şirâz-ı hayâl ettiren âhengiyle.” bestelemiş.
Kur’Ağaç, ilk dörtlükle bitirdi ya şiiri, iki sevdalı, öylesine canhıraş bağırışlar yükseltiler ki, Bahçe sakinleri kulak kesildi, yedi buçuk şiddetinde dipten gelen gürültülere…
Neyzen, kollarını iki yana açmış, şaşkın bakışlı Kur’Ağaç’la yüz yüze geldi; ‘ud’un mi teli üzerinde, Nim Sofyan Usûlü, mızrap; /’sol diyez, sol, fa diyez, fa’; si telindeki ’mi bemol, re, do diyez, do’/ parmak baskıları, on altılık notalarla birkaç ölçü gidip geldi; korku filmlerindeki müziğe parmak ısırttı!
Aynı anda, son dizeyi düşündüler ve yüksek sesle:
“Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.”
Derin sessizlik çöktü ortalığa Bach’ın ‘Requiemi’ni hatırlatırca…
“Senin serseriler unutturacaktı nerdeyse, Yahya ile ‘paralel’liği(?) bahçevan Rum’un sürdüğü at arabasıyla özdeşleşen, geçmişi hatırlatan yazdıklarını!!!”
“Ne kaldı rûha teselli geçmişten başka”
‘Eski-Yeni Caddesi’nde arabadan başka.’
“Cihanda olmadı bir hisse-i verâsetimiz.”
‘Bülbülderesi’nde dem çeken bülbüllerden başka.’
“Bu halka vakfedecek mülk-i mâlimiz yoktur”
‘Birkaç fotoğrafla şu kalbî kırıktan başka.’
“Felekten istemeyiz yeryüzünde varsa huzûr”
‘Eyüp semt-i hamûşunda derin hâbdan başka.”
“Üstat(!) araba: “Çingeneler Zamanı”ndan kalma, Emir Kusturika karesine yakalanmış mıydı acaba(?) diyeceğim ya; Eyüp fotoğraf belgeselcisi genç adam, Şener Türkmenoğlu, izin verecek mi(?)yukarıdaki fotoğrafın yayınlanmasına!!!
“Kuşkun mu var(?) verdiğin emeğe saygı gösterecektir elbet…”
Tarancı, söze sazan misali atladı: “Biliyor musunuz(?)Pierre Loti kahvesine çıkan yolun başında sevgili dostum Saba’nın haziresi önünden geçerken, aklıma düşenleri:
“……
Gözlerimi o saat sessiz kapatacağım./Beni bekleye dursun bir köşede yatağım;/Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir.”
sözleri, Neyzen’i çileden çıkarttı:
“Bi’dur (!) Cahit, hayata dair güzelliklerin önüne kara perde çekiyor, Osman; rakının sendeki yaratıcı gücünü unutmuş görünüyorsun!
Musalar değil, sen anlat(!) Kur‘Ağaç, geçmişin hayata bıraktığı canlı görüntüleri, yalnız natürmort olmasın!”
“Sebze bostanı/ bahçevan kulübesi/çekilince kovası/gıcırdayan dolap//hatırlatır Yûnus’u!//bayramlarda çocukların neş’esi/kırlarda papatyalar/sarı beyaz buket,/topladığın sevinç/unuttuğun sevgiliye…”
“Oh be(!) tasımdaki ekmek doğranmış rakı misali, anlattıkların(!) dahası da olmalı:”
“Ah terk ediliş!/yılkı atlarının /çorak topraklarına götür/ suskun geceye beni//Uykuyu ararken/şafağı bularak/Melisalar, yasemin kokuları/boru çiçekleri/kırmızı sarı beyaz güller/alev alev begonviller/tutuşturuyor kör zamanı//salkım saçak mavişler/zehirli zakkumlar/anımsatıyor Cezanne’ı/Sofyanos’un bahçesi’nde!”
“Kur’Ağaç, unutmuşum neredeyse tüm bunları, öyle sahne var ki, düşlerimde üst üste gördüğüm?!
‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.’ benimki de öyle…
Bostan İskelesi Kahvesi’nin uzak köşesi…
İğdelerin iç bayıltıcı kokulu serinliği(…)
Tahta masa ve sandalyelerde, Itrî ve Hocası, Hâfız Post, karşılıklı iki sevdalı misali oturmuşlar, Buhûrîzâde’nin güzel hattından çıkmış, Nim Sâkil usûlü, yirmi dört zamanlı, Nevakârı’nı, sağ-sol el parmak uçlarının zarif, yumuşak vuruşlarıyla masa üzerinde seslendiriyorlar:”
“Usta ya(!) nasıl oluyor bu? Klasik Türk Müziği’ne bulaşmış ya da ilgi duyacak mecnun(!) öğrenmek ister, belki!!!”
“Kur’Ağaç, üzmeyelim onları, sırası mı şimdi(?)”
“Usta, böyle diye diye; eğitim öğretim, gittiğin Medreselere dönüştü!”
“Peki, ama vebali senin boynuna:
‘düüm(2/4),te(1/4),ke(1/4),düüm(2/4)//te(1/4),ke(1/4),te(1/4), ke(1/4),düüm(2/4)// te(1/4),ke(1/4), te(1/8),ke(1/8),düm(1/4),taa(2/4)//heek (2/4),te(1/4),ke (1/4), te(1/4), ke(1/4)//”
böyle uzayıp gidiyor, vuruşların nota değerleri her ölçüde ve Zekâi Dede’nin kulaklarını çınlatıyor, sağdan sola döndürmüyor onu, yattığı kulübesinde, doğrulup kulak kesiliyor, tekrar dalıyor uhrevî gecesine!
“Henüz, Hamparsun notalarının ana rahmine düşmediği andır rüyamdaki bu ses ve görüntüler…
Bak, aklıma ne geldi; Doğan Hızlan üstadım, sözünü ettiğin ilk kitap için ne diyor? (İkinciyi görmüş müdür(?) bilemem!)
“Bu arada, aklıma gelmişken, ikincinin, TBMM Kütüphanesi’nde nüshası olduğu söyleniyor!”
“Bu metin yayınlandıktan sonra ara ki bulasın!?”
“(Semtleri insansız düşünemediğimden, Eyüp kitabını belki de biraz bu gerekçeyle sevdim.) Ayrıca yazdığın tarihçeyi ıskalamıyor…”
“Övünmek ve övülmeyi sevmem, bilirsin. ‘Ud’undan haberin var mı?”
“Kuşkun mu var(?) meşk edemediğimize hayıflanırım!!!”
“Usta, hatırlıyor musun(?) Rahmi Bey’in bestelediği, Recâizâde’nin güftesi:
“Gül hazîn, sümbül perîşân, Bâğ-ı zârın şevki yok” ağıraksak usûlü, Bayâti’den söylediği şarkıyı”
“Elbet de; genç yaşta kaybettiği oğlu için, yazıldığı söylenen dizelerdeki sancıyı unutabilir mi(?)bir baba!…”
“Bugün de, ne yürekler yanıyor, acısı sindirilemeyen; ana-baba-eş-çocuk-sevdalı; NEDEN(?) diye soruyorlar!!!
Üstat, anlatacak ne çok şey varmış; düşlerimizde kalan ve yaşanan!”
Duyulan Uşşak Makamı sesler, vaktin hayli geçmiş olduğu ayırdına vardırdı onları…
“Öyle olmuş Kur’Ağaç, fotoğrafların yıkadığı belleğimizi, senin dizelerinle durulasak diyorum!”
“Neyzen başı, okuyucuyu yormayalım, keraat vakti de çoktan geçti, bak!”
“Yahu(!) senin kısacıklarından olsun, üzmemek için onları!”
“Dün/’Öleceksin değil mi?’/ diye sordu,/ küçük öğrencim./anlamadım!/Konuşurlarken duydum./neyi?/İhtiyarlıkmış seninki!/Bırakacak mısın beni?/hayır!/orada ne var?/bilmiyorum!/ ama KARANLIK olmalı!!!”
“Kur’Ağaç(!) Osman’ınkilere benzedi, sanki(!) Cahit’i sevindirir bunlar şimdi!”
“Ayrılık/seviştikten sonra/çıplak pozların banyosu/usta fotoğrafçının!”
“Oh, değdi bu!”
“Sonunda ‘elveda’ sözü,/ Hüzzam şarkılarda/ kalır.”
“Var mı ‘Ud’unda?”
“Bir Zamanlar Maziye Bak.”
“Mırıldansana…”
“do’ ree ree do’/sool sol sol fa’sol’ re!”
“Ne söyledin?”
“Bir zamanlar, demeye çalıştım!”
“Bi’boka benzemedi!”
“Biliyorum; sesli yazıyı öğrenemedim daha!
“Hüznü/rakıyla demledim/Yavaşça sesinden/Alâaddin’in!”
“Haklısın Kur’Ağaç, kar da başladı, çook geciktin Bitirimhaneye; seni ve okuyucuyu daha fazla yormayayım, ben neyimden içerken notaları, sen Çarşı’nın yolunu tut, sana uğurlar ola; Bitirim Başı’ya, onu sevdiğimi ve özlediğimi söyle!!!”
Cahit’e baktı, hâlâ elinde karanfil demeti, vereceği sevgiliyi bekliyordu, Neyzen, gözleri yarı kapalı, Ney’ini dudaklarına dayamış, Acemkürdî Semai’yi doğaçlama geçiyordu…
Yalnızlığını sürükleyerek yokuş aşağı inmeğe başladı, Kur’Ağaç, belleğindeki yüzlerce dizenin film şeridi misali geçişini izledi; Haiku’lardan geceye düştü, yağan karın altında:
“Gökyüzü değil/mavi kelebeklerce/uçuşuyor kar.”
“Aklaşır her şey/günün yalnızlığını/sürükler rüzgâr.”
“Kıskanç Kybele/doğa boyar ilkyazı/uyanır Attis.”
“Poyraz sesinde/duyulur Vivaldi’nin/kemanından kış.”
“Bir duble rakı/buz rengi dudaklarda/nerede sevgili?!”
***
Bitirim Başı, Kur’Ağaç’ı kapıda karşıladı:
“Üşümüşsün, hadi gir içeri(!) seninkiler referandum tartışmasının doruğundalar!”
“Hiç keyfim yok(!) ‘Yararlı salaklar’ ile tartışmaya; ‘Hayır’ diyelim; hayra vesile olsun; beni yaz balkonuna al, henüz kimse görmeden.”
“Nasıl istersen Üstat!”
Bitirim Başı çaktırmadan; beyaz peynir, üç dilim domates, acılı salatalık turşusu, haşlanmış yumurta ve patates, iki tekerlek torik lakerda, (zeytin yağa ve sirkeye yatırılmış üzerine beş sap bırakılmış dereotu) hakikî uskumru çirozuyla Fahrettin’i koydu, sağ koluyla süpürdüğü karla kaplı tahta masaya! ve gölge misali çekilirken beyaz karanlığın içinden…
“Üşümezsin değil mi(?) gidince dostların(!) sıcak şarap ikram ederim, içini ısıtırsın, sonra Fahrettin’lere birlikte devam ederiz, çalacağın ‘Ud’un eşliğinde; bu gece sana sürprizim olacak, seni merak eden hanende hanım ile çalıp söyleyeceğinizi umarım.”
El ayak çekildikten sonra; Bitirim Başı, İspanya’nın Farmigal beldesinde son kez görüntülenen, kar adam ‘Yeti’ misali, Kur’Ağaç’ı içeri aldı; hazırladığı sıcak şarap bardağını önüne bıraktı, arkasında sözünü ettiği, yaşı kestirilemeyen hanende vardı. Kur’Ağaç, uzatılan eli hafifçe sıktı, kadın titredi, donmuş parmakların soğukluğuyla:
“Pek de merak edilecek biri değilim, amma yine de hoş aranmam; bugün benim için üç güzellik oldu, Cumhuriyetçiler, mektup ve siz!”
Kadın gülümsedi:
“Dostlarınız pek ketum, ser verip sır vermiyorlar! ‘Sessiz şarkıları’nızı takip ederek buldum, sizi. Bestelerinizdeki re diyez ile la bemolleriniz diğer arızalarla örtüştüğünde ve tiz seslere çıkıldığında söylenmesi zor melodiler dökülüyor ortalığa…”
“Doğrusu, Leyla Saz Hanım efendi’nin seslendirmesini düşünüyordum; ‘Şarap tadı var’ dizesi ile ardından gelenleri…”
Sonrasında ne var(?) merakıyla Kur’Ağaç’a baktı Bitirim Başı, yanıtı: ”Beni derinden etkileyen sözler!”
‘Bağ bozumu dudaklarında/sevgili yâr//binmiş lodosa çılgın dalgalar/söyler sevişmelerimizi/ sevgili yâr//Akşam iniyorken sahile/erimemiştik böyle birbirimizde/sevgili yâr/binmiş lodosa çılgın dalgalar/söyler sevişmelerimizi sevgili yâr.’
oldu kadının…
makamı kestiremiyor insan, apışıp kalıyor, ne yapacağını bilemiyor?!”
“Bülbüllerin nağmeleridir onlar, doğanın içinden seslenen!”
“Anlamadım nasıl(?)yani!”
“Her şeyi anlamaya çalışmak zararlıdır, hele o konuda dersini iyi çalışmadan, eksik bilgilerle yola çıkarsa, ‘Kısa kes sobalık olsun!’ öğrenci deyişiyle, acemiliğin içinde bulur kendini, besteci.
‘Bilinen ilk alfabenin Fenikeli tüccarlar(!) tarafından yaratıldığını’ (Yazının kutsal olduğu zamanlarda bilgi, sır idi; bugün, işaret parmağının tıklamasından çok uzakta olan… “İyi ki yanılıyor bilim” söylemini reddederce) kesinleştirmek ne kadar doğrudur(?) bilmiyorum!
Bitirim Başı araya girdi; Kur’Ağaç’ın dilinden düşeceklerin sansüre takılacağını, pek çok ünlünün canını acıtacağını düşündü, ardından:
“Önce, Ali Tekintüre’nin Güfte’sini Acemkürdî Makamı, düyek usulü besteleyen Necdet Tokatlıoğlu’nun:
‘Ne Sen Beni Gördün Ne De Ben Seni’ şarkısı, sanırım soframıza uygun düşecek…”
“Beste ve Güfte, Arif Sami Toker’in:
‘Artık Gelecek Sanma Geçti O Günler’i, tam bana denk gelecek!”
Kadın, başını iki yana salladı:
“Sevdiğim makamlardandır, Acemkürdî. Güne ve geceye dair:
‘Rüzgâr uyumuş Ay Dalıyor Her Taraf Issız’ parçasını konserin son şarkısı olarak seslendirelim; gölgeler misali çekilelim sahneden!”
“söz yazarını unuttum, ihtiyarlık işte(!)ama bestenin sahibi Refik Fersan’ı, mümkün değil…”
“Cenap Muhittin Kozanoğlu’na aittir, güfte.”
Konuşmaların ardından bitirimhane, Nedîm’in betimlediği:
“Meyhâne mukassî görünür taşradan amma/Bir başka ferah başka letafet var içinde…” anlatışıyla zamansız boyuta geçti birden!!!
Nedim’in dizelerini, Fuzulî’ye ait diye hafızasına nakşetmiş Kur’Ağaç, gece boyu, doğru bildiğini onaylatmak için sadece işaret parmağının marifetinden değil, başvuru kitaplarından da araştırdı, her defasında:
“Bir söz dedi canan ki keramet var içimde,/Dün giceye dair bir işaret var içimde.//Meyhane mukassî görünür taşradan amma,/Bir başka ferah başka letafet var içinde.//Eyvah üç çifte kayık aldı kararım./Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde.” sözcükleri, yazılı sayfalardan döküldü!
‘Cehar attım, şeş oynadım, yine Felek yendi beni’ ihtiyarlık yanılsamasıyla karşılaştı, Kur’Ağaç, ne çare!!!
“Dışarısı, kuşluk vakti(…)
Ressamın karakalem gölgelerini beyazıyla karalıyor, apartman konturlarını, kar!” diye söylendi, Bitirim Başı.
“Güzel geçeydi yaşadığım” dedi kadın.
“Rezidansımın yolunu tutayım, özlemiş olmalılar sevdalılarım(!) söylemleriyle veda ettiler…
Kar bindirdikçe bindirmiş, Şiirli Bahçe Alice’in geçtiği aynanın arka yüzüydü, şimdi!
Neyzen’in notaları yerlere dek sarkmış, üşüyen dostları beyaz battaniyelerine sarınmış, buz tutmuş ağaç dalları; duran karın ardından, ay ışığında pırlanta misali ışıldamaktaydı…
Kur’Ağaç’ın kovuğuna sızan kar suyunun sarkıt ve dikitleri aralarından uçuşan, nesli tükenmeye düşe yazmış yarasaların kanat sesleriyle, luna parklardaki korku tünellerine dönüşmüştü, sanki…
Kur’Ağaç, ürperdi, sevgililerin sıcaklığını hissedemedi; kızgın ve detone olmuş sesleriyle: “PUŞT OLMUŞ BU SEVDA!” noktayı koydu…
***
Terk edilmiş ve hak edilmemiş sitemin yıkımıyla gönlü kırık, yüreği yaralı, uyumağa çalıştı, Kur’Ağaç:
‘Sevgi daha farklı olmalı, ana rahminde beklenen heyecan; doğacak bebek ile anne arasındaki o doygunluk…
Bilmeden, anlamadan ‘Tu kaka’ edilmek…’
Düş kırıklığıyla; Ashab-ı Kehf mağarasında tek dostu Kıtmir’le sahibi Kefeştetayyus’un masalını anımsadı; derin uykuya dalarken; Gabriel Garcia Marques’in anlatısı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’a dönüşebilecek ülkesini düşünmeğe başladı!