Menu
26 Mayıs 2017

“Her yazı doğmak için yer ve zaman bekler”

Selnur Aysever

“Bizdeki suskunluk ve sinmenin altında bugün değil, elli yıllık sıkıyönetim dönemlerinin de etkisi var. Yarım yüzyıldan fazla süredir yazara, şaire uygulanan baskılar; bugünkü yabancılaşmayı, tekleşmeyi getirdi. Ama her dönem, ölümü, aşkı, doğumu ve direnişiyle kendi edebiyatını yaratır diye umuyorum.”Arife Kalender

 

“Ömrün yazının emrinde” diyen bir şair Arife Kalender. Yaşamını şiire ve şairleri incelemeye adamış. Onlarca şiir kitabı ve incelemeleri var. Üstelik emekli öğretmen olmasından dolayı da pek çok insanı da iyi bir okur olarak yetiştirmiş. “Dört İsmail Bir Leyla”, Tekin Yayınevi’nden çıkmış ilk öykü kitabı. Öncelikle bu açıdan önemli. Ancak kitabı önemli kılan bir diğer husus da, kadın odaklı toplumsal öyküler yazmış olması. Kadına karşı şiddetin, ayrımcılığın, baskının her geçen gün arttığı bir dönemde anlatılan öyküler aslında bizim yaşamımız. Apartman görevlimiz, iş arkadaşımız, köylümüz, akrabamız, eşimiz, babamız, ağabeyimiz… Bizim kadınlarımız, bizim erkeklerimiz. Hepsi Dört İsmail Bir Leyla’da…

İlk kitabınız 25 sene önce basılan “Maviler de Eskidi” isimli şiir kitabınız. Ömrünüz, şiirler ve şairleri incelemekle geçmiş dersek yanılmış olmayız. Onlarca şiir ve inceleme kitabınızın ardından ilk öykü kitabınız oluyor “Dört İsmail Bir Leyla”. Öykü yazma sürecinizden, sizi öyküye iten nedenlerden bahseder misiniz?

Sevgili Selnur, her yazı doğmak için yer ve zaman bekler. İnsan aynı anda hem öykü yazarı, hem de şair olamıyor. Her biri için yıllar süren çalışma ve emek gerekiyor. Malatya-Arguvanlı olmam nedeniyle türkülerin, masalların içine doğdum. İlk öğrendiğim şey sözün güzelliğiydi. Sözün insana, yüreğe ve beyne dokunuşuydu. Şiiri seçme nedenlerimden birisi buyken; öteki de ortaokulda, dergilerde tanıdığım şairlerdi. Bir gün, bir dergide Gülten Akın adını görmem çok şaşırtmıştı. O güne değin edebiyatta kadınların adını (Halide Edip hariç) duymamıştım ve çok özendim. G.Akın imzasını elimle kapatarak Arife Kalender yazdığını düşlediğimi anımsıyorum.

Şiir yolculuğum böyle başlarken; ortaokul ve lise yıllarımda okumadığım öykü, roman kalmamıştı. Bu okumalar bugün de aynı hızla sürüyor. Zaman zaman kimi temaların şiirden taştığını, bol geldiğini gördüm. Bilindiği gibi öyküler, romanlar daha geniş bir dünyayı daha rahat yazmaya olanak sağlar. Ben de şiirden taşanları öykü olarak yazmıştım ve bir kenarda beklediler. Sanatın bir yoğunlaşma ve derinleşme işi olduğunu düşünürsek, bir parçamızı şiire, ötekini romana, müziğe vermemiz çok zor. Hele bir de işin başındaysanız, her bir sanat dalı hakkında yeterli birikiminiz yok ise, söyleminizi bir dalda bulmamışsanız; ortaya karışık durumlar çıkabilir. Ben ilkin, araştırmalar, çeviriler yardımıyla şiirimi bir söyleme oturtmaya çalıştım. Bunun için çok çalıştığımı söylemeliyim.

Elli yıla yakın bir süredir çalışma alanım yalnızca şiir oldu. Şiir ömrümün yoldaşı, o hep sürecek. Ancak şiirde neyi, nasıl yazabileceğimi öğrendikten sonra (ki öğrenim asla bitmez!), şiir bilgim az çok yeterli olmaya başladıktan sonra, öyküler üzerinde çalıştım ve “Dört İsmail Bir Leyla”yı hazırladım. Yayınlanıncaya kadar çektiğim sancıyı bir ben bilirim. Çünkü bir kalem olarak Edebiyat Dünyası’nda bir adınız var, onu acemi ve yetersiz bir çalışmayla yok etme riskiniz oluşuyor. Yazar ve şairlerin imzaları tanındıkça, daha özenli ve yaratıcı olmaları gerektiğini düşünürüm. Çünkü yazı; önemsenmediği zaman, yazanı gerilere çeker.”Bunca yıllık şair, yazarım, ne yazsam olur” derseniz, at sizi sırtından atar. Her aşamada yazıya saygılı ve bilinçli yaklaşma gereğini duydum. Öyküleri yayına hazırlarken de, ilk kez eline kalem alan birisi gibi heyecanlı ve tedirgindim.  

“Dört İsmail Bir Leyla”nın odağında, şiirlerinizde de olduğu gibi, kadınlar var. Farklı sınıfların, aynı sorunlara sahip kadınlarını anlatıyorsunuz. Öte yandan kadın yazar ve şairlerin ağırlıklı olarak kadınları yazıyor olmaları pek çok açıdan eleştiriliyor. Kadını merkeze koyarak yazma sebebinizi anlatır mısınız? Ve bu eleştirileri nasıl yanıtlarsınız?

Evet, kadınlar ve çocuklar benim önceliğim. Ancak “Kadın ve hakları” konusunun da içini boşalttılar. Artık çoğu insan bıyık altı gülümseyip geçiyor, üstelik her gün onlarca kadın öldürülüp tecavüz edilirken. Burada biraz da kadınların kendi hakları için yeterince bilinçlenerek mücadele etmediklerini düşünüyorum. “Benim başıma gelmedi ya, bana ne” diyerek sırt çevirdikleri, hatta çoğu yerde erkek egemen dünyadan yana oldukları bildiğimiz bir durum. Kadının ayağına çelme takanlardan ve erkek değneğini kadında sınayanlardan birisi, yine kadın! Dikkat edilirse töre cinayetlerine emir verenlerin, tecavüzü görse bile saklayanların, çocuk gelinlere razı olanların içinde analar, halalar, teyzeler, ablalar da var. Olay ekonomiye bağlansa da, ben olayların ardında asalak ve kendine güvenmeyen, tembel ve bilisiz bir cinsin çoğunluğunu görüyorum. Genlerle gelen bir baş eğiş ve kabulleniş var.

Şiirlerimde de, öykülerde de bu cinsin bilinçlenerek, kendilerini keşfetmesi yatıyor. Bildiğin gibi, öykülerin tümünün sonu şaşırtıcı. Kahramanlar sunulu yaşamı ters yüz etmeye, değiştirmeye uğraşıyorlar. Bugüne değin kadın, erkek edebiyatın çok önemli nesnesi oldu. Bugün az da olsa kadınların yazdıklarıyla,  hem öznesi, hem nesnesi durumunda. Ayrıca bu cinsin gizli dünyası hiç de fazla yazılmadı. Bedensel özellikleri, öfkesi, arzuları, isyanı…  Daha çok cinsel obje, aşk nesnesi olarak görüldü. Dediğim gibi çoğu yazar, ilkin “Ben” den başlar yazmaya. Özgürleştikçe ve ötekileşerek dışarıdan bakmayı öğrendikçe başkalarını yazar.

Olaylara böyle bakarak, öykülerimde aslında kadın ve erkeğin yaşamda birlikte duruşlarını vermeye çalıştım.  Kitaba adını veren “Dört İsmail Bir Leyla” adı, bir cinsin etkin ve yetkin varlığını işaret ederken, kadının da suskusunu vurguluyor.

Kadınların, kadını yazmasından daha doğal ne olabilir ki? Sanat insanın kendisini ifade etmesiyse, kadınlar da şimdi, çağlar boyu sustuklarını söylüyorlar. Büyük ve ışık sızdırmayan bir mağara düşünün, içerde ne özgürlük ne de insanca yaşam düzeni var. El yordamıyla yaşayıp, çocuk doğurduktan sonra ölen yığınlarca kadın… Cumhuriyet idaresiyle birlikte o kapı açılıyor ve ışığa çıkıyorlar. Işığa alışmaları, kendilerini tanımaları zaman alıyor. Daha önceleri adını duyuran birkaç yazar, şair olsa da; gün yüzüne çıkmaları ve yazıda varlıklarını göstermeleri daha çok 1940 sonrası oluyor. Yani yarım yüzyıllık bir süreç!  O günlere değin erkek istediği konuda özgürce yazmış. “Ben erkek yazarım” dememiş, çünkü karşıtı, kadın yazar yok ki zaten. Dünya nimetlerinin tümü onların… Böyle bir egemenlik altında yazma olanağı bulan insan, elbette kendi tutsaklığından, karanlığından ve özlemlerinden başlayacaktır anlatmaya…

Şair, yazar yaşadığı ortamdan beslenir. Kadının ev içinden, doğumdan, düşükten, tecavüzden, koca-baba baskısından söz etmesinden daha doğal ne olabilir. Ancak elbette kendi gerçekliği kadar, nasıl yazdığı, yazdığının niteliği, edebiyat ölçütleri adından önce gelir. Bir dergide, önce şiiri okur sonra imzaya bakarız. İyi bir şiir, öykü değilse yazanı da önemli değildir. Ancak her iki cinsin beslendiği kaynaklar, bedensel olgular, tarihsel -sosyal yapılanmalar farklı olduğu için yazacakları da, yazdıkları da kendilerinden yola çıkmak olacaktır. Nasıl ki her şair ve yazarın çıkış noktası “Ben” ise, kadınlar da zamanla bizi, onu yazmaya yönelirler. Hatta bu “kendinden çıkma” hali başladı bile.

Öykülerimde çok farklı temalara uzanırken, kahramanlarımın çoğunluğu kadın oldu. Ancak onu ilk sıraya alsam da, genellikle erkeği de birlikte sundum. Faşizmin öldürdüğü Ali de, gurbetçi Hasan da, polis İsmail de bu yaşamın içindeler ve toplumsal koşullar onları da ezmeyi sürdürüyor. Şiirlerimdeki kadınlar ilkin ezildiklerini söylediler, yetmeyince bağırıp haykırdılar, yetmeyince kendi bedenlerinin ve koşullarının bilincine vararak sunulu düzene kafa tuttular. Ben özgürleştikçe, yazdığım kadınları da özgürleştirdim. Öykü kadınlarım da aynı yollardan geçerek gelmiş; düşle gerçeği, olanla olması gerekeni bilen tipler. Ne istediklerini ve güçlerini biliyorlar. Elbette bunları yazarken; bir savla ya da didaktik bir eğilimle yola çıkmadım. Kadını önceleyerek karşı cinsi öteleyen bir bakışım da yok. Yaşamı yazdım.      

Yazarın, şairin cinsiyeti olur mu? Kendinizi kadın şair olarak tanımlar mısınız?

Evet, yazarın, şairin cinsiyeti olur. Sonuçta hepimiz erkek ya da kadınız. Ama yazılanın, edebiyatın cinsiyeti olmaz. Önemli olan kimin yazdığı değil, yazılandır. Onun niteliğidir. Hiçbir şiir, Ayşe ya da Arif yazdı diye güzel olmaz. Güzellik dildedir, bakışta, söyleyişte, kurgudadır. Ama az önce de dediğim gibi; her iki cinsin tarihsel, sosyal, bedensel, toplumsal koşulları farklıdır ve buna bağlı olarak yazdıkları da farklı olacaktır. Eşit koşullarda yaşamış olsalardı belki bu soruya gerek kalmazdı. Demek ki bir dengesizlik var! Benim “Kadın şairim” dememe gerek yok, zaten adımın “Arife” olması yetiyor.  Nasıl ki ülkelerin, ırkların, dönemlerin edebiyatı varsa, kadınların edebiyatı denmesinde bir sakınca görmüyorum.

Öykülerinizin hangi konuya değinirse değinsin, toplumun içinden geldiğini görüyoruz. Bireysellikten öte toplumsal öyküler yazmışsınız. Topluma değen öyküleri tercih etme nedeninizi anlatır mısınız?

Sevgili Selnur, bir söyleşide şiirlerim için: “Pencereden bakarcasına, yolda, yaşamın içinde görebilmeliyim şiiri” demiştim. Öyküye de böyle bakıyorum. Edebiyat insan için yapıldığına, yazıldığına göre insana varmayan ya da insansız yazılar çok ilgilendirmiyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca: “ Bizim şairlerimizin toplumcu olmamak gibi bir lüksleri yoktur” demişti. Benim de çok benimsediğim bir görüştür bu. Yaşamdaki her şey yazının konusudur ve iyi yazılırsa insanlık için kazançtır. Kimi zaman, illa bağıra bağıra bir şeyi yanlı olarak yazmak gerekmez. Var olana ayna tutmak, olanı etkili biçimde yazarak göstermek de değişim ve dönüşümün yolunu açar. Şiirlerimde de, öykülerimde de bu yöntemi benimsedim. Edebiyat, sunulu gerçeğe başka pencereler katmaktır. Gerçeğin kaba ve estetiksiz anlatımında edebiyattan söz edemeyiz. Ayrıca her yazdığımda benden birer parça olduğu kadar, toplum da var. İyi bir esere bireyci, toplumcu diye bakamayız. Okur olarak bize ne verdiği önemli.

"Dört İsmail Bir Leyla" isimli öykünüzde, diğer öykülerinizden farklı olarak, kadını erkeklerin gözünden anlatıyorsunuz. Kitaba ismini veren öykü olmasının nedeni diyebilir miyiz? Bu öyküyü neden kapak öyküsü yapmayı tercih ettiniz? 

Bu öykü, senin de belirttiğin gibi klasik kurgudan uzak. Kocaman bir avluya açılan dört ayrı pencereden baktırmak istedim. Çünkü genelde tek yönlü, yanlı bakan bir yapımız var. Daha önce de değindiğim gibi “Dört İsmail” de aynı kadına bakarak bir şey söylüyor, tümünün düşüncesi aynı, kadın suçlu. Ne yazık ki kaba güçle susturulmuş. Kadının kendini aklama şansı yok. Suçu boynunda, yaftasıyla birlikte gidiyor. Hep tanık olduğumuz bir durum… Adına gelince, öyküyü bu başlığı atarak yazmıştım ve o günlerde kitap adı olarak da iyi olacağını düşünmüştüm.  Kitaptaki on öyküden en farklı olanı (kurgu) buydu. Daha önce buna benzer adı duymamıştım. İlginç ve çarpıcı geldi, iyi ki böyle düşünmüşüm. Şimdi daha çok benimsedim.

Öykülerinizde hep kadınların yaşanmışlıkları olması - her ne kadar sorunlarını toplumsal olsa da - erkek okuru uzaklaştırma riski taşımıyor mu?

Hayır, sanmıyorum. Çünkü erkeği “tu kaka” ederek ayırmıyorum ki. Her öykü, her gün evlerde, odalarda, yaşadığımız alanlarda olanları veriyor. Kadın, erkek olmadan yaşam olur mu? Bir tecavüz hikâyesi, siyasal dönemlerdeki aşk hikâyesi, dul kadın yaşantısı, yanlış inançların çocuklar üzerindeki etkisi, erkeğin aldatma ve kandırma çabaları, iş için İstanbul’a göç, insanlarımızın yaşamdan çok ölüme meyletmesi; yeni ya da yanlı konular değil ki. Ayrıca hiçbir yazar, ona buna şirin görünmek için yazmaz! Biz yazarız, isteyen okur, isteyen beğenir ya da beğenmez. Burada rahatsız edecek bir durum göremiyorum.

Sizin PEN gibi, Türkiye Yazarlar Sendikası gibi kurumlarda yöneticilik geçmişiniz var. Sadece şiirlerinizi yazmak gibi bir seçeneğiniz varken siz mücadele içinde olmak istediniz, değil mi?

Yaşantımın her alanında disiplinli ve örgütlü yaşamaya özen gösterdim. Evet, iki dönem PEN’de Genel Sekreter, Üç dönem BESAM’da (Bilim ve sanat eseri sahipleri meslek birliğinde) yönetim kurulu üyesi ve 2. Başkan, TYS’de (Yazarlar Sendikası) Genel Sekreter olarak çalıştım. Nâzım Hikmet Vakfı kurucu üyesiyim. Bu yazı kuruluşlarında çalışmalarım bana çok şey kattı. En azından ülkemizde yazar haklarını, yasaları, devletin kitaba bakışını daha yakından öğrendim ve gözlemledim. Bugün aramızda olmayan Alpay Kabacalı, Şükran Kurdakul, Sulhi Dölek, Türkel Minibaş, Üstün Akmen, Tahsin Yücel gibi çok değerli yazarlarla çalışma olanağı buldum. Bu çalışmalarım bana geniş pencereler açtı. Bizim gibi gelişimini tamamlayamamış ülkelerde, yalnızca yazmanın yetmediğini biliyor, yan yana durmanın yararlı olacağına inanıyorum.

Çağdaş yazarlarla okur olarak ilişkiniz nasıl? Türk edebiyat tarihine de bakarak, bugünkü baskıcı ortamda üretimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İzliyor ve okuyorum. Ancak doyurucu olduğunu söyleyemem. Bir şiir düşünün ki, bir türlü ne söylediğine varamıyorsunuz; bir öykü düşünün ki tüm sorularınız yanıtsız kalıyor. Olay yok, durum yok, insan yok… Dediğim gibi, yazı bana bir şey söylemeli, yüreğimde, beynimde bir yaprağı oynatmalı, düş ve düşünce kanalları açmalı… Ben böyle düşünüyorum. Yazmak ve okumak insana özgü eylemler olduğuna göre; yazdığımda da okuduğumda da insana dair bir şeyler bulmak istiyorum. Ama bunlar estetiğin içinde, edebiyat tadında olmalı. Bir panelde: “Edebiyat devrim yaptırmaz, devrime giden düşüncelere yol açar.” demiştim. Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün; Yahya Kemal, Tevfik Fikret ve başka şairlerden etkilendiği gibi…

Tarihin her döneminde baskı rejimleri özgür yaratıyı, sanatı etkilemiş ancak yok edememiştir. George Orwell’in “Hayvanlar Çiftliği” bunun en güzel örneğidir. Tarih bu konudaki örneklerle doludur. Edebiyat canlıdır, değişkendir.  Toplumda yaşayan her şeyi içinde barındırırken onu değiştirir ve başka şeye dönüştürür. Sunulan yaşama karşı oluşu nedeniyle de, kendine her zaman yaşayacak bir yer bulur. Sesi kısılmış görünse de yer altı suları gibi günün birinde, bir yerden çıkar.

Ancak, bizdeki suskunluk ve sinmenin altında bugün değil, elli yıllık sıkıyönetim dönemlerinin de etkisi var. Yarım yüzyıldan fazla süredir yazara, şaire uygulanan baskılar; bugünkü yabancılaşmayı, tekleşmeyi getirdi. Ama her dönem, ölümü, aşkı, doğumu ve direnişiyle kendi edebiyatını yaratır diye umuyorum.   

Öykü yazmayı sevdiniz mi? Sizden öykü kitapları okumaya devam edecek miyiz?

Şiir benim baş tacım. O sürüyor… Sizin gibi okurlar bekledikçe, sanırım öyküler de sürecek. Bir yandan da biliyorsun, çocuk öykülerim çıkıyor. Şu ana dek; ikisi şiir olmak üzere dört çocuk kitabım yayımlandı. Mehmethan’ın Rüyası, Mehmethan’ın Pabucu. Üçüncü olarak Mehmethan Pazarda’ da yayınlanmayı bekliyor. Alman Kadın Şairlerden çevirilerim de belki bir kitapta okurla buluşacak.  Bakalım! Bir söyleşide dediğim gibi: Ömrüm yazının emrinde…

 

 

 


Herkes bilsin