Menu

“Tüm Ütopyaların Ümidi”

Sevinç Erbulak


Canım Akademi’liler,

Güzel Aykırı’lar;

Annem günde 2 kitap bitirmeye başladı. Hani bir kitaba alışmıştık da bu iki, beni de kızımı da epey bir şaşırtıyor... Kitapçıda çalışan görevli, annemi kapıda görünce sipariş kağıdını çıkarıyor hemen çünkü annem daha kolilenmemiş yepyeni kitapları istiyor her gün ondan...

Hal böyleyken evde onun okuma hızına yetişemez oldum. Bir yandan da Sevinç bu kitap çok güzel diye diye odamdaki kütüphanenin yanındaki raflara gün içinde bitirdiği kitapları da sıra sıra bırakınca odam bir nevi kitap odaya dönüştü. Büyüklüğüne ve kalınlığına göre sıralanan yüzlerce kitap...

Okuduklarım, okuyacaklarım, dönüp bir daha okuyacaklarım ve alıntı yapacaklarım diye kaça ayırdığımı bilmediğim gruplara ayırdım hazinelerimi, çok da güzel oldu.

Az sonra yatacaktım, ona da içim elvermedi; size yazmaya başladım. Yazımı son güne bırakmamaya karar verdim.

 

Bir zamandır sosyal medya yoluyla olsun, sergilerde, sokakta veya oyun çıkışlarımda olsun bana Aykırı Akademi’deki köşemde yazdıklarımla ilgili söylediğiniz her şey içimi hoplatıyor. Çok mutlu oluyorum. Gerçekten.

Hayatı paylaştığımızı ve yalnızlığımızı dinlediğimizi hissediyorum. Ne güzel bir şey bu...

Okuyacaklarımız, yazacaklarımız ve izleyeceklerimiz çok olsun.

 

Tiyatro oyunlarının yasaklandığı bir ülkede, umudunu yitirmeyen bütün Akademi’liler için yazıyorum bunu.

Diktatörler oyunları yasaklar.

Hatta sadece diktatörler bir şeyleri yasaklar.

Sonra diktatörler unutulur. Pıt diye. Pıt. Bitti bak.

Sanat, sonsuza kadar yaşar.

Benbincik yıldır böyle bu.

Böyle olduğu için yazmadan edemedim, içinizde biriktirmeyin; siz de yazmak ve söylemek istediğiniz ne varsa dile getirin. Dilinizin ucuna gelmesin, dile gelsin düşünceleriniz...derim:)


Evet ne diyerek başlamıştım, annem.

Okuma hızına ve tozuna yetişemediğim annem, bir iki hafta önce her zamankinden daha farklı bir şekilde odamın kapısını açtı ve Sevinç ne okuyorsan onu bırak ve bunu oku dedi.

Bu kitabı oku kızım dedi. Sevinç biliyor musun ben Nafiz’im dedi. Anne ne diyorsun diye sordum, o bana yine ve sadece oku dedi.

Aldım elime kitabı.


“Ölüyordum, geçerken uğradım”. Can Gürses.

Ben size buradan kitabı anlatana kadar oyunuma gelen, sımsıkı sarıldığım o çiçek kokulu Can; şu an bir köy dolusu çocuğa çocuk kitaplarını imzalamakla meşgul. Çok meşgul. Bir köy öğretmenin ricasını ikiletmedi bile. Kitaplarını yazdığı o romantik elleriyle, hiç tanımadığı çocuklara sevgilerini yolluyor tam şu an, eminim. Ben de size onu yazıyorum, onu ve dünyasını. Onun bu dünyayla uyumlanması mümkünsüz olan zarif dünyasını.

Kitabını okumaya başladığım andan son sayfaya gelene dek, aşkın türlü hallerinden geçerek; aşkı bazen azarlayarak bazen onunla dalga geçip, sıklıkla onu özleyerek ve sonuna doğru da sabah olunca gideceğini bildiğimden bu gidiş anını uzatmak için okumayı yavaşlatarak iki hafta boyunca Nafiz ve Mahur ile yaşadım.

İsimlerinde müziğe bakar mısınız lütfen ?
 

Can Gürses’in romanı, onun deyişiyle 1932 yılının ekim ayında 10 günde geçiyor.

Ama lütfen unutmayın aşıkların bir günü 10 yıla bedeldir. Böyle başlıyor Can, yumuşacık; ama kararlı, böyle başlatıyor romanını.

Mahur’la İstanbul’u ve İstanbul ile ilgili özlediğimiz ne varsa onu koklaya koklaya gezerken, Nafiz’la duruyoruz. Nafiz’la zamanın, şimdiki zamanın, anın içinde kalıp, bekliyoruz. Onunla bir olup Mahur’u bekliyoruz yan yana. Ama Mahur bazen evden bir çıkıyor 10 yıl sona döndüğü de oluyor haberiniz olsun.

Biz bekliyoruz. Çünkü Nafiz’lar beklemeyi bu dünyada en iyi bilen insanlar. Birer bekleme ustası olduklarını söyleyebilirim hatta...

Mahur’lar da gitme ustası....

Nafiz’lar bekliyor çünkü :

“ Aşkın politik olduğunu, bu dünyada bir insanı bekleyen biri varsa onun dünyadan umudunu kesmediğini biliyorlar. Çünkü bir insanı ‘beklemek’ sosyalizmden hatta anarşizmden bile ütopik. Çünkü iki aşığın buluşması, tüm ütopyaların ümidi”. diye başlıyor Can, evet yumuşacık ama bir o kadar da emin.

 

Aşklarının 10 gününü bir Nafiz’in bir de Mahur’un ağzından dinliyoruz. Mahur daha bir dünyevi olduğundan onu diğer kahramanların konuştuğu yerden yani düz fonttan işitiyoruz ama Nafiz; bir münzevi. Evinden hiç çıkmayan Nafiz’in sözleri, sesi; yatık ve ağdalı fontla çalınıyor kulağına, sevgili okur bu iki meseleyi iyi anla:)

 

Savaşarak ve çiçekleri kopararak değil, sevişerek, çiçek açarak, kışın ortasında baharı getirmek için aşkla isyan edenlerin romanı bu.

Dünyanın geleceğinin aşıklara bağlı olduğuna inanan herkesin kitabı.

Mahur’un Nafiz’i yorgun biraz. Penceresiz bir ev gibi Nafiz. Nefessiz bir kafa, fersiz bir yürek gibi. Ama Mahur’u ona döndüğünde bazı geceler tek kelime etmeden bedenini uykuya teslim etse bile Nafiz yanında Uyuyan bir Venüs olduğunu düşünüyor, çıt çıkarmadan onun uyanmasını bekliyor.

Bu uykular sırasında George Orwell dünyanın başka bir ucunda “1984” şaheserini tamamlıyor. Bazı uykularda veya bekleyişlerde, demokrat parti Arapça ezanı kabul ediyor, köy enstitüleri kapatılıyor, Hilton otelinin temeli atılıyor, Necip Fazıl hapse giriyor, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları duyuruluyor! Vietnam savaşında dört milyon sivil ölüyor!

Berlin, utanç duvarına veda ediyor !

Ve daha neler neler.....

 

Hayatın uykuyla çarçur edilemeyecek kadar az gündüzlü olduğunu bilen Nafiz, Mahur’un uyanmasını bekliyor, Mahur da uyanır uyanmaz Nafiz’la sokağa çıkmayı...

Biz okurlar da bu yaman çelişkilerin içinde, aşkın tam orta yerinde, aşkın en tarif edilemeyecek olan meydanında Mahur’dan Nafiz’e savruluyoruz...

Sadri Alışık, evleneceği konuşulan aktris Çolpan İlhan, Sabahattin Ali ve daha kimler kimlerle beraber dolaşıp duruyoruz şeh-ri İstanbul’u o en özlediğimiz zamanlarında....
 

“Ancak içinde kafa olmayan bir baş, yastığa konunca birden uyuyabilir. İçinde düşünce geçmeyen bir baş, uykuyu aramadan, eliyle koymuş gibi, sabahtan hazır etmiş gibi şıp diye bıraktığı yerde bulabilir. Saadet, uykuya atılan oltanın yemi değil midir ?”

diye sorunca Nafiz veya Can, önce bir duruyoruz.

Bu duruşumuz Nafiz’a benziyor evet ama çok kısa bir süre sonra Mahur’un hızına yetişiyoruz işte... Bir de bakmışız yine sokaktayız.


Bir şey ‘düşünmemeyi’ beceremeyenlerin kitabı bu kitap. Masal perilerinin gözlerine uyku iksirini damlatmadığını bilenlerin romanı. Ah Can ah....Ahhh...

İçleri bu dünyadan geçebilenleri ‘anlamayanların’ romanı.
 

Kitabın altını o kadar çok çizmişim ve kenarına kıyısına Can Gürses’e seslenen o kadar çok not almışım ki şimdi tam şu an size yazarken, hangi altı çizili satırı buraya almalıyım kararsızım.
 

Nafiz kitabın bir yerinde “sanat benim dua etme üslubumdu” diyor, ben de yazma ediminin Can Gürses için bir dua, bir tür arınma olduğunu hissediyorum.

Yazdıkça Can’ın da duaları kabul oluyor sanki. Ve minnettarlık hissediyor o da. Minnettar olmanın huzurlu olmaktan daha yüce, daha emsalsiz bir his olduğunu duyumsuyor o da, tıpkı yarattığı Nafiz gibi.

Sen hep yaz Can, sen sonsuza kadar yaz e mi ?
 

“Yemek hazırlamak resim çizmekten daha iyi geliyor ruhuma. İkisi de birbirine benziyor aslında. Yemek de resim de hayatın öz, taze hatta körpe hakikatlerini alıp onları olgunlaştırarak, tatlandırarak, dallandırıp budaklandırarak bambaşka bir hakikate, hayattan daha büyük bir bütünlüğe dönüştürme sanatı. Hayatın devam etmesinin olmazsa olmazı yemek de resim de. Ancak insanlar resme- resim üzerinden tüm sanat dallarını kastettiğimi farz ediniz- yeterince ihtiyaç duymadığından dünya aksıyor. İnsanlar midelerine düşkün olduğu kadar ruhlarına düşkün olsaydı, dünya daha iyi, daha adil, daha hür bir alem olurdu”.


Aksayan dünyayı aksadığı yerlerden onarmaya, iyileştirmeye çabalayanların romanı.

Ve böyle boktan bir dünyada elimizden gelen tek şey sevmek sevgili Akademi’liler...

Size bu şahane kitabı en çok da bu nedenle, onu çok seveceğinizi bildiğim için öneriyorum.
 

“Karanlık bir evde uyur insan, fakat karanlık bir memlekette uyuyamaz. Sizinkini bilmem ama benim memleketimin karanlığı zift gibidir, insanın genzini yakar, soluğunu keser. Memleketi kurtarmadan uyursanız boğulacağınızı sanırsınız. Aydınlık yaratmak arzusuyla bir resim çizer, bir hikaye yazar, bir sevgi büyütür, bir umut takınırsınız. İle yaramazsa bir mum yahut lamba yakarsınız.

Bir şeyler yapar ya da yapamazsınız. Karanlıktan korkan çocuklar gibi ışık ister, ışık ararsınız”.

 

Can Gürses’in “Ölüyordum, geçerken uğradım” adlı kitabı işte aynen böyle bana, umut, ışık, resim, hikaye, sevgi, mum ışığı oldu iki hafta boyunca.

Nafiz’in Mahur’a aşık olduğu gibi sevdim bu kitabı. Bekledim onu okumayı. Geceler boyu bekledim.
 

“Vücuda gelmiş her şeyin yazgısı ölüm. Aşk da insana vücutla geldiği için ölümlü ve ölümcül”.

Böyle olduğunu bilmeyenlerin de romanı bu kitap. Sadece bilenlerin değil.

Bulun alın bu kitabı.

Benim gibi aşkta iflah olmayanların da kitabı.

Şunu da aklınızın köşesinde saklı tutun hep,

Sadece korku hastalık ve sıkıntı bulaşıcıdır. Cesaret sıhhat ve neşe değil.

Bugünlerde üç temel ihtiyacımızın cesaret sıhhat ve neşe olduğuna eminim.

 

Bitirmeden bir dakika bir dakika, Baba Sahne’de baba gibi bir oyun izledim.

Ragıp Yavuz’un yönettiği Stefan Tsanev’in yazdığı “Kanlı Komedya”.

Onu da haftaya anlatacağım.

Altın araba da haftaya. 100 obje kitabındaki hani. Onu unutmadınız değil mi ?

Avuç içine sığan altın araba.

Giderek birikiyor yazılacaklar.

Ne iyi.

Kalın sağlıcakla.

Sevinç.

 

Hamiş: “İnsanın insana verebileceği en büyük güç, gülümseme gücü”. demiş Can’ım.

Gülümsemede cömert olun bu hafta.

 

 

 

 


Herkes bilsin