Menu
10 Mayıs 2018

Ayhan Geçgin Romanlarında “Arayış”

Reyhan Karaarslan

“Arayış önemlidir, ama arayıştan da önemlisi, en önemlisi bir çıkışı bulmaktır. Yaşamda bir yere doğru çıkmaktır. Yaşamı bir yere, bir yöne doğru açmak, bir yaşam yaratmaktır.”


Çemberler çizmek.

Dosdoğru gidebilmek.

Çizginin sonuna varmak.

Hicreti başlatmak.

Ayhan Geçgin’in “Uzun Yürüyüş” romanını okuduktan sonra zihnimde dönüp duran kavramlardı bunlar. Labirentin içinden çıkış yolunu bulmaya çalışır gibi sağa sola koştururken, yola koyulabilmek, gidebilme cesaretini göstermek, bambaşka birine dönüşmek… Bu durum aslında modern zaman köleleri olarak yaşayan herkesin hayali değil mi? Yer aldığımız sistemin dışına çıkıp, özgür olmak, kendimiz olmak…

Yaptığı tek şey, evinin yakınındaki parkta dolanıp, çemberler çizmek olan kahramanımız, bir sabah annesi ile birlikte yaşadığı evden ayrılır, telefonunu, kimliğini yani sahip olduğu her şeyi bırakıp, kendi hicretini başlatır. Ayhan Geçgin, “Uzun Yürüyüş” de insanın her şeyden vazgeçip, doğa da yalnız yaşayıp, kendi sesini bulma, kendi olma arzusunu anlatır.

 “Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim başlıyor.”

Tek bir amacı vardır; düz bir çizgide dosdoğru gidebilmek. Bu aslında yaşamında bir yere varmayan, hep aynı yere çıkan dolanıp durmalarını bir yere vardırma isteğiydi. O varılan yerin neresi olduğundan çok, yolu kat edebilmek önemliydi.

Kahramanımızın yolu bu yolculukta çöp toplayıcılarıyla, evsizlerle, dilencilerle, Gezi direnişçileriyle kesişir. Kimliği ile birlikte ismini yani onu tanımlayan, var eden her şeyi evde bırakarak çıktığı yolda, yeni biri olmak ister. Dağ’a ulaşmak arzusuyla yürür. İnsan sesinden uzaklaşmalıdır. Duyduğu her ses kendi iç sesini duymasını engeller. Oysa duymak istediği tek ses iç sesidir. Dağ, yalnız kalabileceği, kendini bulabileceği tek yerdir. Oraya ulaşırken geçen sürede yavaş yavaş değişmeye başlar, sanki başka bir canlıya dönüşür. O, bedeninin dışında var olan kendi özünü arar. Bunu da sessizlikte, hareketsizlikte, öğrendiği, bildiği her şeyi unuttuğunda, doğada bir bitki gibi bir hayvan gibi yaşadığında bulacağına inanır. Bitkilerle, böceklere karnını doyurup, susuzluğunu bitki köklerini emerek, nemli toprağı yiyerek giderir. Kayalardan yukarıya dört ayaküstünde tırmanıp, içine girmek ister gibi toprağa yatıp, yüzünü toprağa bastırır, yavaş yavaş bir hayvana dönüştüğünü hisseder.

“Dizlerini üstünde bir kör gibi yoklayarak çevresini araştırdı. Bir böcek gibi, diye aklından geçti, bunlar da el ya da kol değil, artık herhalde birer antendi.”

Bedeni gittikçe zayıflar, küçülür, ağırlığını kaybeder. Bu değişimi sönüp gitmeye benzetir. Var olmak adına çıkılan bu yolda bedeniyle birlikte yok oluyordur. Dünyanın dışına çıkmış, adeta yaşamdan dışarıya atılmış, sesini de sözcüklerini de kaybetmiştir.

“Belki artık onun çevresini saran bu çıplak, çorak varlıklar gibi bir varlık olarak kabul edilmeliydi, onun varlığı değil, birinin varlığı değil, artık kimsenin varlığı değil, kimsesiz, adsız, arta kalmış bir şey.”

Romanın son bölümünde ise kahramanımız dağda ölmek üzere olan Kürt kız çocuğu ile karşılaşır ve onu, yaşadığı mağarada hayata döndürür. Sonrasında ise Kürt gerillaların dağa gelmesi ile birlikte de yola çıkış amacını sorgulamaya başlar. Gerillalar, bir hayat aramak için yola çıktığını söyleyen kahramanımızı, asıl aradığının özgürlük olduğu ve özgürlüğün de tek başına elde edilemeyeceği gerçeği ile yüzleştirirler. Yaşamın kenarındadır. Gerillanın dediği gibi tek başına yaşayamayacak elbette ölecektir.

“Çünkü tek başına özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan.”

“Uzun Yürüyüş”, okuru kavramlar arasında boğmadan, insanın birey olma/olamama mücadelesini, doğa ile olan ilişkisini, bireyin bedeni bağlayan her şeyden kurtulup, ruhunu özgürleştirip, varlığının anlamını bulma isteğini anlatan felsefi bir roman. Aynı zamanda Ayhan Geçgin’in diğer romanlarında olduğu gibi okuru kendi yaşamı üzerine soru sordurtan da bir roman.

Ali İhsan ise Ayhan Geçgin’in “Son Adım” romanında karşımıza çıkıyor. “Uzun Yürüyüş” deki kahramandan farklı olarak kendi iradesi ile karar alıp uygulayabilen değil, yaşamın kadersel olarak ona karar aldırtmasını, bir şeyler yaptırtmasını bekleyen biri.

Romanda Ali İhsan’ın kimlik arayışına, köksüzlüğün ve bir yere ait olamamanın yarattığı iç sıkıntılarına şahit oluruz. Küçükçekmece’de babasından kalan evde babaannesi ile birlikte yaşar Ali İhsan. Sıkıcı bir işte çalışır ve işinden nefret eder. Nefret ettiği işini bırakmaya cesaret edemediğinden işten kovulduğunda buna memnun olur. Hayatla ilişkisi sorunludur. Adeta hayata dokunmadan, parmaklarının uçlarında yaşar/yaşamaya çalışır. 

Yaşadığı küçük semtte bile her şey değişirken, değişmeyenin, eskiyenin kendisi olduğunu hisseder Ali İhsan. Nasıl ve ne zaman bu hale geldiğini bir türlü bilemez. Bedeni sağlam olduğuna göre hastalığının ruhunda ya da kafasında olduğunu düşünür. Kendine yakıştırdığı hastalık ise ruh kötürümlüğüdür.

“Niçin böyleyim, diye soruyorsun, neyi göremedim? Yapamadığım, beceremediğim şey ne? Böyle birine nasıl dönüştüm? Bir kötürümlük, ama kötürümlük dediğinin gerçekte ne olduğunu dahi bilmiyorsun. Bir yıkım duygusu doluyor içine. İçinde bir şeyin bozulmuş olduğunu duyuyorsun.

Hayatın monotonluğundan kurtulmak için gitmeyi düşünür, ancak bunu yapacak cesareti kendinde bulamaz. Nereye gidecektir? Onun için gidilecek bir yer yoktur. Artık her yer hiçbir yere dönüşmüştür.

Babaannesinin hastalanması ile Ali İhsan’ın hayatında değişim başlar. Babaannesine hasta ziyaretine gelen apartman komşusu Kader ile yakınlaşması, Ali İhsan’ın çorak yaşamını biraz da olsa yeşertir.  Babaannesi ölür ve Ali İhsan babaannesinin cenazesini memleketine, Bingöl’e götürmeye karar verir. Her ne kadar bu kararı babaannesinin vasiyeti üzerine aldığı düşünülse de aslında bu daha çok Ali İhsan’ın verdiği bir karardır. Ruhsal kötürümlüğünü kabul etmiş biri için önemli bir adım atmış ve harekete geçebilmiştir.

Ali İhsan, toprağa vereceği cenaze ile kendi kurumuş hayatını da toprağa verip, ilk defa yeni bir hayata başlama cesaretini göstermek ve o son adımı atmak istiyordu. Yeni bir şeye başlayabilmek için eskiyen, çürüyen şeylerin ortadan kalması gerekirdi.

Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalan bir Kürt gencinin köken ve kimlik arayışı vardı bu romanda. Babaannesini defnetmek için gitti Bingöl’de akrabaları ile kurduğu yakınlık Ali İhsan’ın İstanbul’a dönüşünü engeller ve bir türlü ayrılmak istemez oradan. İstanbul’da yaşadığı küçük semtte kendini hiçbir yere ait hissetmezken, memleketinde kökleri ile bağ kurabilmiştir. Bir gece vakti misafirlikte olduğu akrabalarının evinin basılmasıyla, evin tüm erkekleri ile birlikte gözaltına alınır. Sorgulanır, işkence görür. Neden orada olduğunu bilmez.

 “Son Adım” sadece felsefi derinliği olan bir roman değil, aynı zamanda yaşanan toplumsal olayları ve travmaları okura gösteren, Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalan insanın köksüzlüğünün yarattığı mutsuzluğu ve kimlik arayışını, yani bugünümüzü anlatan bir romandır.

“Arayış önemlidir, ama arayıştan da önemlisi, en önemlisi bir çıkışı bulmaktır. Yaşamda bir yere doğru çıkmaktır. Yaşamı bir yere, bir yöne doğru açmak, bir yaşam yaratmaktır.”

“Arayış” Ayhan Geçgin romanlarının ana izleğini oluşturmaktadır. Yaşamla sorunlu/hastalıklı bir bağ kuran/kuramayan kahramanlar çıkış yollarını ararlar. Hep bir sınırda olma duygusu içindedirler. Kendi varlıklarını anlamlandırma, yaşamın anlamını bulmaya çalışırlar. “Kendime dönmek, kendi içime dalmak, gömülmek, orada, içimde, bir yokluk, ıssız bir çöl gibi uzayan genişliğinde, eğer varsa, olumlu, ele gelir, diri, yüceltici, canlı olan bir şeyi bulmak istiyorum.” diyordu kahramanımız bir başka Ayhan Geçgin romanında,“Gençlik Düşü”nde.

“Sözcükler koca taş parçaları gibi boynuna asılmış. Her tuttuğun-ya da tutunduğun-seni bir çıpa gibi hızla derinliklere gömüyor.”

“Gençlik Düşü”nde gündelik hayatta karşılaşılanlar ile yaşam sorgulanır. Romanın ilk sayfalarında Ayhan Geçgin bizi, ikinci tekil şahıs anlatımıyla bir yazarla tanıştırır. Yazarımız, diğer Ayhan Geçgin romanlarındaki kahramanlar gibi yaşam karşısında kendisini çaresiz ve yorgun hissetmektedir. O, yaşamın içinde oyuncu olmaktan çok izleyici olmayı tercih etmiştir. Derinlemesine kuramadığı ilişkiler, cevabını veremediği sorular vardır. Hastalıklı bir yaşam ya da yaşam hastalığı ile yazarak başa çıkmaya çalışmaktadır. Ancak bu pek bir işe yaramaz. Kelimeler onu kurtarmaz. Yazdıkça sanki derinlere çekilir. Hissettiği rahatlama değil daha çok boğulmadır.

“İşte çağın yazarının imgesi de gözünde canlanıyor. O da herkes gibi ölmek için bir yer bulmak istiyor. Bunu toprağı kazarcasına üzerine eğildiği bu sanal boş yüzeyde, kâğıdın derinsizliğinde yaratmak için boş yere didinip duruyor.”

“Gençlik Düşü” romanındaki yazarımız, bir şeyi yaparken adeta bir şeyleri bozmaktadır. Yani yarattığı her bir metin ile kendisini yavaş yavaş yok etmektedir. Ayhan Geçgin, Barış Bıçakçı ve Behçet Çelik ile yaptığı edebiyat üzerine yazışmalarının yer aldığı “Kurbağalara İnanıyorum” kitabında, yazarın metinlerden doğduğunu ve yine metinler yüzünden öldüğünden bahsediyordu. Belki de bu yüzden yaşama umuduyla ölebilme umudu aynı anlamı taşıyordu.

“Yürüyor, umut diyordum kendi kendime, yaşama umudu ya da artık aynı anlama geldiğine göre ölebilme umudu. En son anda ölüm, içinden yaşamı geçiren açıklığını serecek, çünkü yaşam her canlıyı, nasıl yaşamış olursa olsun her varlığa geleni, yeryüzüne saçılmış tüm bu eşsiz parçalarını kutsamaktan haz duyacaktır.”

 

 


Herkes bilsin