Paterson: İşçi sınıfından bir şair
Tuğçe Madayanti Dizici
Paterson filmi küçük şeyleri takdir etmek ve hayatın küçük detaylarına değer vermek ile ilgili. Ve en önemlisi de sanatsal üretim ve arayışta hayatın anlamının ancak kişisel ilişkiler aracılığı ile elde edilebileceği ile ilgili. - PUAN: 80
Paterson filmi mümkün olan en ufak ölçekte yaratıcılık süreci hakkında bir film. Hayatın kendi normal hızında yani yavaş seyreden hikayesini inşa eden film sessiz bir realizm sunuyor. Kişinin günlük rutinini derinden hissettiren ve alelade konuşmaların bile anlam yüklü geldiği bir film.
Jim Jarmusch 1989 yılında verdiği bir röportajında ‘Köpeğini dolaştıran bir adamla ilgili bir film yapmayı Çin imparatoru ile ilgili film yapmaya yeğlerim’ demişti. Paterson’u izlerken her gece köpeğini dolaştıran adamı gördüğümde bu röportaj aklıma geldi. Demek ki yönetmen bunca sene aklında bu karakteri aklında taşımış ve sonunda bu filmde ele almıştı. Jim Jarmusch çok farklı bir yönetmen, kendisi detayları zenginleştiren bir hikaye anlatıcısı, bu ister vampir aşıklarla ilgili olsun, ister Budapeşte’den ziyarete gelen bir kuzen ile, isterse hapisten kaçan mahkumlarla ilgili olsun kendine özgü mizahı, yapım kalitesi ve nüktedanlığı ile Amerikan sinemasının her daim en orijinal filmlerinin yönetmeni olarak anılacaktır. Jim Jarmusch’un neden ve nasıl bu kadar eşsiz bir yönetmen olduğunu onun gençliğine ve kökenlerine inerek anlamak mümkün. 80 ve 90’ların dijital teknoloji çılgınlığından hemen önce terkedilmiş hayalet bir kasaba görünümünde olan New York’ta her şeylerini paylaşan şehrin sanatçılarından birisiydi kendisi. O dönemde aynı zamanda No Wave gruplarından birinde klavye çalan bu ünlü bağımsız sinemacının ilk filmlerinden olan ‘Permanent Vacation’ ve ‘Stranger than Paradise’ o dönemin arkadaş dayanışması ile çekilmiş ve şehrin tüm sosyopolitik durumunu belgeler nitelikteki yapımlardı. Filmlerindeki ton, atmosfer, hız ve yer kullanımının kimse tarafından taklidi olamayacak unsurlar olduğu çoktan kanıtlanmıştı.
Jarmusch, Paterson’dan bir önceki filmi Only Lovers Left Alive’da gene yok olmaya yüz tutmuş bir Amerikan şehrinde dünyevi olan üzerine söz söyleyerek bıkkın ve baygın sanatçıların hayatlarını, etraflarını sarmalayan onlarca büyük sanat eseri arasında işlemişti. Şimdi de zamanında büyük umutlarla bir endüstri şehri olarak inşa edilmiş fakat günümüzde terk edilmişe yakın bir şehir durumunda olan New Jersey Paterson’da şiir antolojisi ile çevrili küçük çalışma odasında şiirler yazan Paterson isimli bir otobüs şoförünün bir haftasını anlatıyor. Ve bunu tekrarlanan bir şablon içerisinde yapıyor. Paterson rutini seven birisi. Her sabah alarmını kurmadan kalkan, fincanında Cheerios yiyen, karısı Laura’ya hoşçakal öpücüğü vererek iş yeri olan otobüs ana merkezine yürüyen birisi. Otobüsünü çalıştıran ve her gün aynı güzergahta şoförlük yaparak iş gününü tamamlayan birisi. Ama Paterson aynı zamanda bir şair her sabah otobüsün motorunu çalıştırmadan not defterine şiir yazmaya başlayan ve öğle molalarında şelalenin orada oturup şiirini devam ettiren birisi. Yani işçi sınıfından bir şair. Halinden memnun, optimisttik ve tüm streslere karşı soğukkanlı birisi. Adeta Zen bakış açısının vücut bulmuş hali.
Paterson kibrit kutusu gibi en küçük şeylerde bile ilham bulabilen, barda kulağına çalınan bir diyalogdan esinlenen bir kişi. Eşi Laura’nın Paterson’un şiirlerini dünya ile paylaşması ısrarı ve Paterson için bunun önemsiz olması ile seyirci onun şiirlerini yazma sebebinin bu olmadığını çok iyi anlıyor. Bu bir şairin başarılarıyla ilgili bir film değil tam aksine herkeste o tarifini bir türlü yapamadığımız ve hemen herkeste olabilecek olan o kıvılcım ile ilgili hatta kıvılcımı onurlandıran bir film.
Yavaş ve konusu olmayan filmlerin yönetmeni olarak senelerce eleştirilen Jarmusch, fazla dramatik olmayan filmleri ile abartılı olan her şeye karşı antidot olmaya ve estetik olarak minimalizmi konuşturmaya devam ediyor. Yani hayatta hayatta olan her şey nasıl illaki bir drama dönüşmüyorsa bu Jarmusch’un filmleri içinde geçerli. Mesela eşinin ikizleri olduğunu gördüğü rüyasını Paterson’a anlattıktan sonra Paterson’un sıklıkla ikizlere rastlaması ama filmin sonunda ikizlerinin olmaması, veya Paterson her akşam yaptığı gibi köpek gezdirirken gençlerin yolda arabalarını durdurmaları ve ‘bu köpekler çok para eder, dikkat et çalabilirler’ demelerinden sonra köpeğin başına hiçbir şey gelmemesi. Jarmusch’un filmlerini şöyle düşünün, normalde çoğu yönetmenin atacağı, filmlerine asla koymayacağı sahnelerden film yapan bir yönetmen kendisi. Yinelemeler ve varyasyonlar, şeylerin eşleşmesi yönetmenin diğer filmlerinden aşina olduğumuz yapılar. Ayrıca ikizler ve filmin sonuna dahil olan Japon turist gariplik olsun diye orada değiller, bunlar hayattaki büyülü küçük anlardan ibaret rüya benzeri yansımalar.
Köpeği barın önüne bağlaması ve şiirlerinin kopyasının olmaması ile filmde yaratılan garip gerilim adeta eşsiz… Jarmusch seyirciyi karakterin bakış açısına oturtabilen, onun gözleriyle görmesini, onun kulaklarıyla işitmesini sağlayabilen ender yönetmenlerden biri. Paterson filmi küçük şeyleri takdir etmek ve hayatın küçük detaylarına değer vermek ile ilgili. Ve en önemlisi de sanatsal üretim ve arayışta hayatın anlamının ancak kişisel ilişkiler aracılığı ile elde edilebileceği ile ilgili.