Nadiren olan güzel şeylerin adına...
Sevinç Erbulak
Söylemiştim size, iki hafta üst üste öyle mükemmel iki film izledim ki...
Zor bir yazı olacak. Şundan ötürü, anlatmaya çalıştığım filmleri izlemeniz umuduyla derin yazamayacağım, sadece bende kalan hisleri paylaşacağım sizinle.
Ama baştan şu kadarını yazayım ki, bu iki filmi de izleyin sevgili Akademi'liler.
İlk film Fatih Akın'ın ''Paramparça''sı. Yani ''İn the fade''.
Üç bölümden oluşan filmin alameti farikası Diane Krueger !
Gözlerimi ve kalbimi film bittikten sonra da Diane'de bıraktım. Tam iki gün boyunca hem oynadığı kadını ve onun yerinde olmanın nasıl bir şey olacağını, hem de Diane Krueger'in bu rolü nasıl oynadığını düşündüm durdum. Sonra bıraktım düşünmeyi....Düşünmeyi gereksiz buldum, bende kalan hisse baktım. Dev bir hayranlık.
Fatih Akın'ın filmlerini izleyen bir seyirci olarak, benim için en iyi filminin bu olduğunu yazmak istiyorum. Bu kadar sert bir konuyu, sanki bir kütük akarsunun üzerinde akışta seyrediyormuş gibi yazmak ve yönetmek büyük iş. Bir gün eksik veya fazla tek bir repliğin olmadığı bu filmin yönetmeniyle çalışırız belki kim bilir? Böyle senaryoları da, konuları ve oyunculukları da usul usul oturduğum yerden kıskanıyorum hani.
Tamam dönüyorum filme. İzlerken Diane Krueger ile birlikte paramparça olduğum '' 'in the fade'' üç bölümden oluşuyor.
Aile. Adalet. Deniz.
Bir aile dramı mı? Görünüşe göre öyle ama Fatih Akın Nazizm'in ayak seslerini her an hissettiriyor bize.
Hikayesi öylesine sürükleyici ve gerçek ki, ne olacağını merak etmek değil yaşayacağız şey, ne olacaksa olsun artık demek belki; ya da hiçbir şey düşünmeden; kendinizi bir kütük gibi filmin akışına bırakmak oluyor. Bittiğinde mi? Koca bir yumru, görünür ve kocaman bir yumru; tam yutağınızda hem de.
Aile bölümünde eşini ve çocuğunu bir patlamada kaybeden anneyle tanışıyoruz, onunla ve ailesiyle. Geçmişleriyle...
Bugüne kadarki yolculukları, kendi farklı aileleri, onların birbirileriyle olan ilişkileriyle...
Ve ölümle, iki büyük ölümle !
Nefes kesen Adalet bölümündeyse sadece bu olayda değil, dünyada adaletin nerede olduğunu arıyoruz. Siz de benim gibi uzun zamandır arayıp bulamıyorsanız, canınız çok sıkılacak şimdiden yazması. Suçlunun kim ya da kimler olduğu bu kadar açıkken, masumun kim ya da kimler olduğu bu kadar göz önündeyken bile adaletin çaresizliğini boğmak isteyeceksiniz ama yapamayacaksınız bunu; hazır olun gerilmeye.
Gelecek mi acaba bir gün dünyaya şu adalet ?
Ararken adını bile unuttuğumuz şu kaçak ?
Son bölüm mü? Yüzleşme; karar, tereddüt, insanın kendi içindeki adaleti sorguladıktan sonra ne yapacağına karar veremediği bölüm. Belki de veriyordur, yazamam öyle her şeyi başta da dediğim gibi.
Ve bu son bölümde karavanın dikiz aynasına minik bir kuşun konduğu bir saniyesi var ki filmin, annemin kolunu öyle bir sıkmışım ki kadıncağız uyardı beni.
Her bir oyuncunun biricik olduğu, biricik oynadığı, her saniyesi hesaplanmış, her türlü sahtelikten arınmış bir film var karşınızda. Onunla tanışmaya hazır olduğunuz zaman geldiğinde, size iyi seyirler diliyorum.
Bazı eleştiri yazıları okudum filmi izledikten sonra, işte şöyle, yok efendim seyirlik zevki yüksek, ortalama bir Fatih Akın filmi filan diye.
Ben zaten film, tiyatro, kitap, müzik eleştirmeni falan değilim de, şöyle düşündüm okuyunca; alımladığımız bir şey; herhangi bir şey, bittikten, hayatımızdan çıktıktan sonra da hayatımızda kalmaya, kendini bize ansızın hatırlatmaya devam ediyorsa, o şey aklımıza geldiğinde ağlıyorsak, ya da ne bileyim gülüyorsak veya sevdiğimiz birine onu armağan etmek istiyorsak, sevdiğimiz birini arayıp işi gücü bırak ve şunu hemen izle, şunu hemen oku bak, bak şunu dinle lüfen diyorsak, birileri bir yerlerde bizim için, bizim küçük dünyamız için büyük bir şey yapmış oluyor. Evet hissim tamamen böyle.
Ve ''İn the fade'' hiç kuşkusuz son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri.
Son zamanlarda izlediğim en iyi bir başka film de ''Loveless''.
Andrey Zvyagintsev yönetmeliğindeki bu şölen filmin konusu da, Moskova'da yaşayan bir çift, artık evliliklerinin sonuna gelmiş, boşanmak üzereler, eve alıcılar gelip giderken ve her ikisi de yeni sevgilileriyle her şeye baştan ve ilk defa bu kadar şahane başladıklarını düşünürken, (ki hep böyle hissederiz, ne fena) boşanmak üzere olan anne ve babanın çocukları Alyoşa kayboluyor. Evet buhar oluyor Alyoşa, hatta öyle bir buharlaşıyor ki yokluğu iki gün sonra fark ediliyor.
Görüntülerdeki yağmur ve kar kadar soğuk bir film ''Loveless''. İzlerken içim üşüdü.
Maharetli oyuncuları izlerken kıskanmamaya çalıştım ama başaramadım elbette. O anne baba için hayati önem taşıyan bu konunun, onlarla ilişkide olan diğer insanlardaki yansıması, yaşadıkları şehirdeki yansıması, gönüllü arama kurtarma ekibinin bana hala dünyada iyi insanların var olduğunu düşündüren varlığı, her saniye, her plan içime işledi, üşüye üşüye izledim.
Loveless'ta da bir morg sahnesi var ki, bulunan bir kayıp cesedin kendi çocukları olup olmadığını anlamak için kimlik tespite giren anne babayı izlerken bir kaç dakika nefes almadım belki, olabilir; hatırlamıyorum.
Yönetmen Zvyagintsev'in diğer filmlerini de hemen listeme aldım çünkü atmosfer yaratmada ve hakiki olmakta bu kadar usta bir yönetmenin diğer filmleri de bana çok dokunacak gibi geldi içime.
İçimi dinlerim bilirsiniz.
Sinemadan çıktığımda çok üşüdüm, filmin bir hilesi miydi yoksa gerçekten hava mı soğumuştu, sinema iki saat arasız çok mu sıcaktı bilemem ama, şu koca, kaba ve hoyrat dünyada kapladığımız yerin minicikliğini yeniden düşündüm. Duygularımızdaki tekrarın çaresizliğini, zavallılığımızı.
Gerçekten çok yalnız ve zavallıyız genel olarak.
Nadiren olan güzel şeylerin adına da aşk, çocuk, evlilik, aile olmak, başarı, ün, alkış, heyecan filan diyoruz belki. Bilmiyorum. Ama adı üstünde işte, nadiren oluyorlar.
Loveless nadiren olanlardan.
Her saniyesine hayranlık duymaya ve bana yaşattıklarını düşünmeye, hissetmeye devam ediyorum hala, şu an size yazarken bile.
Muhtemelen siz bu yazıyı okuduğunuzda başka sinemada gösterilmiyor olacak ama bulun filmi bir yerden ve izleyebileceğiniz en kocaman ekranda izleyin.
Alyoşa, bulundu mu bulunmadı mı, döndü mü dönmedi mi bilmiyorum ama (böyle yazmaya mecburum ), kalbinizin atışını değiştirecek bir filme hazır olun izlemeden evvel...
Evet Akademi'lilerim benim, bu haftalık da böyle; bu kadar.
Arka arkaya güzel şeylere maruz kaldığımda yaklaşık iki senedir aklıma hemen bu köşe ve hiç tanımadığım sizler geliyorsunuz ve o zaman şöyle şeyler düşünüyorum bakın; birbirimizi hiç tanımıyoruz ama olsun, güzellikleri paylaşmaktaki ısrar, tanışık olmayı şart koşmuyor galiba.
Benim gibi bir kural tanımaz için şahane bir şey bu !
Güzel haftalar, mümkün olduğunca.
Sevinç