Menu
26 Mayıs 2017

Ayartmak

Aytuna Tosunoğlu

Kişileri korkularından yakalayıp, kendine doğru dönüştüren yönetimler tehlikelidir. Korkan insan herşeyi yapar, çünkü...

 

1834’de Tocqueville demokrasinin Amerika'da başarısız olmasından değil, başarılı olmasından korkmuştu: Fransız çağdaşlarının pek çoğu gibi, dizginlenemeyen bir egoizm eğiliminden değil, “eylem yaylarının tamamen gevşetilmesi” eğiliminden korkuyordu. Tocqueville'in görüşüne göre, yeni cumhuriyetin vatandaşı “sadece kendi içinde ve kendi için yaşar”; diğerlerini ne görür ne de hisseder; bu içinde taşıdığı tüm soğuk anlamlarıyla özgürlüktür. Fakat bu şekilde kendisine açılan sınırsız olanaklarla anında çarpılmazsa, kısa süre sonra bunlardan sadece birini fark ederek yaşadığı problemlerden dolayı kafası bulanmaya başlayacaktır. Özgür doğduktan sonra zincirlenen ve yeniden özgür bırakılan insan, bu kez kısıtlama olmamasından dolayı bir köşeye sıkışmıştır.

Bu elbette muhafazakâr bir bakış açısı, sosyalist düşünceye uzak bir bakış açısı. Yine de, en derin düşünceli Amerikalıların ve hatta bizdeki Amerikalıların(!) bile liberal terimler dışında düşünememesine rağmen bu görüş akıllarını kurcalamaya devam ediyor. Belki de Tocqueville haklıydı? Belki de liberal sayılabilecek toplumların çoğu, gerçekte böyle bir toplum vaadinin çelişkili bir biçimde önceden satın alındığı bir yerdir, mesela. Belki de güçlü ve fark edilir derecede kamuoyuna açık olan bir sosyallik, hatta kamu ve özel arasındaki mutlak farkı ortadan kaldıran bir sosyallik, sadece düzenin değil aynı zamanda düzen ve özgürlüğü sahip olmaya değer bir şey haline getiren dışavurumcu enerjinin de bir koşuludur? Yazarınızın daha önce bu sayfalarda yine andığı gibi, Richard Sennett de böyle olduğuna inanıyor.

Sennett hayali ve gerçek anlamda sağlam bir kamusal hayatın çöküşünün, bireyselciliğin hükmü kalmamış ve kafası allak bullak olmuş bir şekilde bakmak dışında hiçbir işe yaramayan narsistik bir kifayetsizlik bıraktığına inanır. Onun tezi, hem tarihsel hem de teorik bir içerik taşır. Tarihsel olarak, bir şeylerin değiştiğini iddia eder. Otoriteyi kabul etme ve aslında otoritenin keyfini sürme kapasitesinin, 18. yüzyıldaki siyasi liberalleşme ve 19. yüzyıldaki ekonomik liberalleşme ile birlikte ortadan kalktığını ileri sürer. Teorik olarak, bu iddia her şeyin farklı olabileceği anlamına gelir. Aristo’nun tanımladığı toplumda, yani bütün vatandaşların birbirini görebileceği ve duyabileceği şekilde bir araya gelebildiği bir toplumda ve bizde olduğu gibi bireylerin hiçbir şekilde kişisel özellikleri ile değil tamamen başkaları ile olan ilişkileri ile tanımlandığı toplumlarda, her şey farklı olabilirdi. Ülkemizin geçmişi veya olası geleceği için bu iddiaları birleştirmekten kaçınmamak gerek. Bunun yerine, otorite karşısında bireyselciliğin patolojilerine ve bireyselcilik karşısında otoritenin patolojilerine yoğunlaşmalı belki de.

Gelin Oceania’ya gidelim.

George Orwell’in romanını okumamış, filmini izlememiş olanlar için, bir kez daha: 1984 yılında, Oceania’da totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü ortamda Düşünce Polisi biriminde görevli Winston Smith’in film zamanı olarak 15 güne sığdırılmış bir öyküsü izlenir. Winston kendisi gibi yüzlercesi ile, bölümlere ayrılmış küçük kabinler içinde, iktidar partisi tarafından dikte edilmiş cümlelerle tarihi yeniden yazma görevini sürdürür ve bütün eylemleri Big Brother tarafından izlenir. Winston’un çocukluğu 2. Dünya Savaşına denk geldiği için geçmişten yürek sızlatan hatıralar peşini bırakmaz. Acıları ile başedebilmek, kişisel duygularını paylaşabilmek için son derece masum bir eylemi – günlük tutma eylemini – Düşünce Polisi tarafından yasak olduğu için gizlice sürdürmektedir. Çünkü iktidar partisi özgür düşünceyi, “kendiliğinden”liği, “öylesine”liği yasaklamıştır.

Winston’un hayatı Outer Parti üyesi Julia ile tanışınca değişir. Julia’nın ne istediğini bilen, sorgulayan hali Winston’ı hemen etkiler ve birlikte totaliter rejim tarafından caiz olmayan bir ilişkiye başlarlar. İlişkilerini özgür bir ortamda yaşamak için (en azından Big Brother tarafından izlenmediklerine inandıkları bir ortamda yaşamak için) Winston rehin dükkanının üst katında yer alan bir oda kiralar. Julia karaborsadan aldığı gerçek çay, gerçek kahve, gerçek şeker ve giydikleri formanın dışında –nisbeten renkli- bir elbiseyi bu odaya getirir, sevgilisi ile paylaşır. Paylaşılanlar arasında elinde olanlarla çerçevelenmiş bir özgürlük anlayışı ve hoşnutluk/tatmin vardır. Bu mutluluk Düşünce Polisi’nin onları basması ile sona erer. Eski bir katedral resminin arkasına gizlenmiş kamera ile totaliter rejim oda içinde yaşadıkları herşeyi kayıt etmiş ve zamanı gelince de ikisini kıskıvrak yakalamıştır. Düşünce Polisi’nin gizli ajanı olduğu anlaşılan rehinci Mr.Charrington’un ikisinin yakalanmasında yardımı da sözkonusudur.

Winston ve Julia ayrı ayrı sorgulanmak üzere Aşk Bakanlığına getirilirler. Sorgu sırasında acımasız davranılır. Bakanlığın başındaki bürokrat Mr.O’Brien sistemli bir şekilde işkence ile beyin yıkama eylemini Winston üzerinden gerçekleştirir. Beyin yıkama eyleminin son aşaması olan Room 101’de “kişinin başına gelebilecek en kötü şey” kavramı kişiye özel şekillendirilmektedir. Bu da her kişiye özgü korku (fobi derecesinde korku) ve yine geçmişte yaşanmış kişisel travmalar aracılığı ile yaratılır.

Sonunda Julia’nın da, Winston’un da devrimci, başkaldıran ve özgürlük yanlısı halleri kırılmıştır. Chestnut Tree Cafe’de birlikte otururlarken, birbirlerini nasıl ispiyonladıklarını anlatırlar, ikisi de artık sistemin adamı olmuştur. Cafe’nin duvarını boydan boya kaplayan ekranda Big Brother yine olmayan savaş üzerinden kazanılmayan zaferleri, anlı şanlı anlatırken Winston sessizce “Seni seviyorum”, der ve son karede önünde yer alan santranç tahtasının kenarına Mr.O’Brien’ın işkence ve beyin yıkama seansları sırasında iki artı ikinin beş ettiğini, bazen dört de olabileceğini kabul ettirmesine gönderme yaparak, eliyle iki artı iki yazar, cevabını yazmadan ekran kararır ve film biter.

“1984” bir ülkenin genel havasını vermesi açısından, herkesin (çalışan kesim) toplandığı geniş bir salonda başlar. Herkes sıra düzeninde ve yüzü perdedeki dev ekrana dönük oturur. Salonun ön sıralarında oturanlar gerek yaş, gerek soğukkanlı davranışları nedeniyle “yönetimin bekçileri” yani bürokratları görünümündedirler. Sonrasında kadın/erkek aynı formaya sahip (gri renkte olan) bir insan kalabalığı ve hemen arkalarda ise karışık düzen oturmuş yine kadın/erkek mavi formalılar dikkat çeker. İki formanın ifade ettiği durum iki ayrı politik partiyi işaret eder. İktidarda olan Inner Party’dir. Çok az bir yüzde ile muhalefet ise Outer Party’dir.

Filmde daha sonra sırası ile, hücre (cubicle) ofisler ve Winston’un ofisi görünür. Herkes birbirini görerek çalışır ama birbiri ile ilgili değildir. Amaç sistemi gözetim altında tutan Big Brother’in görüş açısını açık tutmaktan ibarettir. Oceania ülkesinin sokakları ve evleri gri, yıkık dökük ve insana/doğaya dair hiçbir unsurun yer almadığı mekanlardır. Yolda görünen tek tük kişiler amaçları belli, bir yerden bir yere doğru hareket halindedirler. Winston’un yaşadığı apartman dairesi de sokaklar gibidir. Her evin bir duvarında kocaman yer alan Big Brother ekranı ve onun kısılmayan sesi bu betonlaşmış ve kurak yaşamın merkezindedir. Filmde karanlık, uzun koridor ve sonunda aydınlığa açılan kapı Winston’un rüyalarının metaforu olarak karşımıza çıkar. Aynı mekan, Aşk Bakanlığı’nın yetkilisi olan O’Brien’ın Winston’un beyninin içindekileri kontrol ettiği anda da kullanılır. Winston çocukluğuna dair acı anılarını 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkıntılar arasında hatırlar.

Oceania çalışanlarının yemek yediği mekan olarak kullanılan yemekhane bir hapishane yemekhanesinden farksızdır. Duvarlar gri, kişiliksiz, oturma sıraları ve masalar özensiz ve kuru, yemek tepsileri bir örnek metaldir. İçlerindeki yemekler ise adeta yemek taklidi yapan yapay nesnelerdir (Örn: Et tadında kübik parçalar...) Sisteme ihanet edenlerin ziyaret ettiği kafe ile, sisteme uyum sağlamışların gittikleri kafe birbirinden ayrıdır. Biri tek tük, birbiri ile iletişimde olmayan insanları barındırır, diğeri ise hınca hınç, birbirinin üstünde, sarhoş/kendinden geçmiş insanlarla doludur. Rehin bırakılan malların gelişigüzel doldurduğu bir dükkan (ki malzemeler 2. Dünya Savaşı dönemine ait ıvır zıvırlardan oluşur) ve üst katında yer alan, yıkık dökük, pis bir oda filmin ana mekanını oluşturur. Sistemin kendine uydurmaya erken yaşta başlattığı belli bir grup marş söyleyen çocuk betimlemesi tren garında görülür. Gar da Oceania’nın karakteristik özelliklerine sahiptir (ne ağaç vardır, ne kuş, ne satıcı vardır, ne birbirini özlemle, hasretle bekleyen insanlar).

Winston’un rüyalarında gördüğü orman, Julia ile seviştiği orman olur. Aynı orman çocukluğunda annesini gördüğü ormandır. Aşk Bakanlığı’nın yetkilisi Mr.O’Brien statüsü gereği Winston’dan (ve onun gibilerinden) farklı bir yerde yaşar. Onun hizmetçisi, uşağı vardır. Nadir şaraplardan içer ve en önemlisi duvarını kaplayan Big Brother’ın sesini istediği zaman kapatabiliyordur. O’Brien, Winston’u işkence odasına aldığında, her dönem aynı olduğunu tahmin edebileceğimiz bir mekanda buluruz kendimizi: duvarlar rutubetten kararmıştır, yerler ıslaktır, işkence aletleri soğuktur. O’Brien, Winston’u korkuları ile yönetmeye başlayıp zihnine girdiğinde mekan karanlık olur. Karanlık kötü sürprizler getirir.

Bu film, türünde yeni ve benzersiz olması nedeniyle olduğu kadar, George Orwell’in 1947 yılında filme konu olan romanı yazdığı gerçeğinden hareketle gelecek için kaynaklık teşkil etmesi açısından önemlidir. Totaliter rejimin her yerde gözü ve kulağı olacağı, romanın yazıldığı yılda dünyada (S.S.C.B. dahil) toplam televizyon izleyici sayısı yaklaşık 3 milyon kişi[1] olmasına rağmen, ekranın, izlemenin bir fenomen olacağı Big Brother tanımlamasıyla önceden sezilmiş ve romanda (ve filmde) yerini almıştır. Kişileri korkularından yakalayıp, kendine doğru dönüştüren yönetimler tehlikelidir. Korkan insan herşeyi yapar, çünkü...

Kuşkusuz 2.Dünya Savaşı maddi kayıplarının ötesinde manevi kayıplar ortaya koymuştur. Psikolojik çöküntü, savaş sırası ve sonrası bir kaç kuşağı etkilemiştir. George Orwell’in romanı yazdığı yıl tüm bu çöküntülerin kendisini yavaş yavaş göstermeye başladığı yıldır. “1984” Avrupa’yı olduğu kadar tüm dünyayı etkilemiş bir totaliter rejim eleştirisi olduğu kadar, filmin başlangıç cümlesi olan, “Geçmişi kontrol altına alan, geleceği kontrol altına alır. Şu anı kontrol eden, geçmişi de kontrol eder” temasından  hareketle hem içinde bulunduğumuz zamanda hem de gelecekteki yönetimler için bir değerler dizisi oluşturur.

Diğer taraftan Oceania’da Big Brother her yerdedir ama, otoritenin kendisi kendini belli etmeyecek incelikte de olabilir. Tüm meselelerde tek, ortak ve egemen ilkeye ya da kişiye gönderme yapılıyorsa, toplum yaşamında o ilkenin ya da kişinin otoritesi sözkonusudur. Bu yönetimlerin bir dayatma ile olması gerekmiyor, bir ayartmayla da gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla insanlar kendilerinin üstünde, tek bir otorite tarafından yönetilmeyi isteyebiliyorlar. İsteyebiliyorlar ancak zaman içinde içi basınçla dolan kazan gibi birgün patlama riskini hesaba katıyorlar mı?

Oceania hayali bir ülkeydi. Kazanın patlama ihtimaline dair en ufak bir ipucu vermedi. Hayali olmayan ülkelerde ise patlamışlığı vardır. Pek çok kereler, hem de.

 

 


Herkes bilsin