Satranç ve Müzik
Onur Bayrakçeken
'Siyah' ve 'beyaz'ın zıtlığı tarih boyunca hep iyi oyunların ve iyi bestelerin doğuşuna hizmet etmiş...
Şu an bulunduğum yere nasıl geldim bilmiyorum. Yaşadıklarımın çetelesini tutmayı sevmem. Belki bu yüzden satranç oynarken notasyonla hiç uğraşmadım –elbette iyi bir oyuncu böyle yapmayacaktır-; oyunu anlamak, hamleleri ezberlemekten fazlası gibi geldi bana. Oyunu anlamak için karelerin üstünde bulunmak lazımdı.
***
Bir sabah uyandığımda bir satranç tahtasının ortasındaydım. Ve karşımda kara zırhlarıyla askerler duruyordu. Onları 'düşman' olarak adlandırabilirdim, nihayetinde ben de tahtanın üstündekilerden biriydim, ama bana o kadar benziyorlardı ki, onları en kötü ihtimalle 'rakip' olarak adlandırabileceğimi fark ettim.
Şimdi bulunduğum karenin adı "h8". Rakip şahı buradan sıkıştırdım. Artık kımıldayamıyor çünkü az aşağıdan, "g7" karesinden, fil sırtındaki askerlerimiz onun kaçış yollarını kapamış durumda. Bütün muhafızları, veziri ve cephedeki askerleri, hepsi silahlarını bırakıp teslim oldular: Oyunu kazandık. Bundan sonra beklenen, şahın sarayda çalan müziği de susturmasıdır, ancak susturmadı. Ben de çok geçmeden müziğin büyüsüne kapıldım... Kaç kare görmüş, kaç mata tanık olmuştum, ve ilk defa böyle bir şey oluyordu. Ne mat kalmıştı ortada, ne oyun: sadece müzik vardı. Nedenini, bulunduğum karenin tarihi açıkladı...
***
30 Mayıs 1924, yer: Mantes, Fransa. Biri gençliğinin son zamanlarına yaklaşan, öbürü orta yaşları henüz aşmış şık giyimli iki adam karşılıklı oturmuşlar; ortalarında bir masa masanın üstünde bir satranç tahtası var. Tahtaya karşılıklı taşlar dizili; oyun başlıyor.
Oyunculardan birinin adı Maurice Ravel, daha genç olanın adıysa Sergei Prokofiev. Maurice Ravel, evet, müzikteki 'ince işçiliğinden' ötürü Stravinsky'nin İsviçreli bir saat işçisine benzettiği, "Bolero"su ile ünlü Fransız besteci. Siyahlar ile oynuyor. Benim de mensubu olduğum ordunun -'beyaz ordu' derdim ama kötü çağrışımları var- kumandanı ise Sergei Prokofiev, ve evet, o da bildiğiniz büyük Sovyet bestecisi Prokofiev! Onun "Savaş ve Barış" operasını ya da "Romeo ve Juliet" balesini mutlaka duymuşsunuzdur. O ikisini duymadıysanız bile "Rome ve Juliet" balesinin bir sahnesinde yer alan "Dance of the Knights" bestesini kesinlikle duymuş olmalısınız. Belki ismen tanıdık gelmedi ama kulağınız onu tanıyacaktır: O, kapranlık ama cesur ve güçlü bir parçadır. Bir kere dinleseniz, korkunç bir şehrin tenha sokaklarında üç beş korkunç adamdan kaçarken zihninizde o çalacaktır. Buna kuşku yok.
Prokofiev'in açık bir alnı -ve başı-, zaman zaman burnuna düşen yuvarlak gözlükleri var. Bir ‘kumandan’ olarak pek dikkat çekici bir görüntüsü var dersem yalan olur; ancak görünüşe aldanmamak gerek…
Prokofiev oyuna "d4" hamlesiyle başlıyor, Ravel'in cevabı ise "at f6". Oyunun gelişimiyle ilgili bu kadarını bilmemiz yeterli, gerisine birçok kaynaktan ulaşabilirsiniz. Ancak şunu söylemeliyim ki simsiyah giyinmişlerse de ürkütücü gözükmeyen rakiplerimin kumandanı Ravel, bizim kumandan Prokofiev'e göre biraz zayıf bir oyuncu. Oyunun sonunda Prokofiev beni "h8" karesine vardırıp şahı tutsak aldığında bu kanıtlandı; tabii ki kast ettiğim oyunu kaybettiği için zayıf bir oyuncu olduğu değil, yoksa Kübalı ünlü satranç şampiyonu Capablanca'nın da Prokofiev'den zayıf bir oyuncu olduğunu iddia etmem gerekir ki bu da ya aptal ya deli olduğum anlamına gelir. Ama Ravel hiç ummadığım kadar kolay avlandı ve işte bu yüzden Prokofiev'e göre zayıf bir oyuncu! Capablanca ise Prokofiev'e bu kadar kolay avlanmamıştı tabii ki...
Ben devrik bir filim: "e7" karesinde bizzat şah tarafından devrildim; 13. hamleydi. Prokofiev, bir simultane maçta beni genç Capablanca'ya karşı feda etmişti! Gerçi o yıllarda kendisi Capablanca’dan da gençti, 1914 yılından bahsediyorum; ve dünya adım adım savaşa giderken, 26 yaşındaki Capablanca ile 23 yaşındaki Prokofiev, iki dâhiyane genç, birbirlerine düşman olmadan iki ordunun kumandanı olmayı başarıyorlardı. Biri oyunu kazanacaktı; Prokofiev kazanıyor. Yoksa şöyle mi söylemeli: Birinin yaptığı iyi hamle sayısı daha fazla olacaktı, Prokofiev’inkiler daha fazla oluyor! Kimin dili henüz 12 yaşındayken ve hiçbir oyun açılışını bilmiyorken Küba şampiyonu Juan Corzo’yu yenen José Raul Capablanca’ya, satranç tarihinin en büyük üç dört oyuncusundan biri sayılan o yakışıklı Kübalıya ‘mağlup’ demeye varır ki? Hem, satrançta kaybedene mağlup demek… bu kocaman bir yanılgı olur!
***
O tahtadaki, satranç tahtasındaki sizin de bir kısmına tanık olduğunuz kısacık yolculuğum boyunca Prokofiev'in bir fili, veziri ya da piyonu olmaktan gurur duydum. Capablanca'nın, Ravel'in ya da başka oyuncuların da 'askeri' olabilirdim; yine gurur duyardım. Oyun iyi olsun, yeter. Çünkü ben durduğum karelerin tarihinden şunu öğrendim ki, oyun varsa mağlup yoktur; ya da İlhami Çiçek'in dizeleriyle söylersek: "Kesin mat yok/İyi oyun vardır sadece". Ravel'ın şahı düştüğünde müziğin yine de susmaması bu yüzdendi işte. Bu yüzden Ravel, Prokofiev'in elini sıkmıştı. Şahın devrilmesi değil, oyundu hayranlık uyandıran. Ve o oyun tek kişi oynanmıyordu; daha da önemlisi, güzel bir hamleyle oyunu kaybetmek, okumayı öğrenmek kadar yeni ve heyecan verici bir şeydi...
Beni de bu yolculuğu yazmaya iten, bizzat tattığım birkaç heyecanlı yenilgiydi. İlk boş sayfa önümde açılırken bir Duke Ellington plağı taktım. Kelimeler ve melodiler kardeştir; cümlelerle de gamlar, ve paragraflar da şarkıların kardeşidir. İlk kelime düşerken Duke piyanosunun tuşlarına basmaya çoktan başlamıştı... Derken, daha ilk paragrafı bile bitirmemiştim ki şunu fark ettim: Piyanonun tuşları da tıpkı bir satranç tahtası gibi siyahlar ve beyazlardan oluşuyordu! Bunu fark ettikten sonra o ilginç bilgiye ulaşmam da çok sürmedi: 14. yüzyılda, Fransızca "échiquier" adıyla anılan ve piyanonun atalarından sayılan bir çalgı varmış. Şimdi elinize bir Fransızca sözlüğü alın -gerçi buna artık gerek yok, internetinizi de kullanabilirsiniz- ve "échiquier" kelimesinin anlamına ba- durun! yazımı okurken başka yerlere gitmenizi istemem, şimdilik bir yere bakmayın, size anlamını ben söyleyeceğim ama sonra mutlaka kendiniz de kontrol edin; evet, şimdi söylüyorum: "échiquier", Fransızca'da "satranç tahtası" demek!
Görünen o ki, 'siyah' ve 'beyaz'ın zıtlığı tarih boyunca hep iyi oyunların ve iyi bestelerin doğuşuna hizmet etmiş. Öyleyse Prokofiev ile Ravel'ın bir satranç tahtasında karşı karşıya gelmeleri, benim bu yolculuğum, hiçbiri aslında çok da şaşırtıcı değil. Çünkü yazımın bu son kısmında ortaya çıktı ki, kelimelerle melodilerin bir kardeşi daha varmış: Satranç! Bana, her oynadığımda ve izlediğimde, okumayı öğreten o güzel oyun...
Şimdi, yani birazdan siz gözlerinizi benden ayırdıktan sonra, tahtada yeni bir yolculuğa daha çıkacağım ve ilk hamleden önceki o birkaç saniyede rakiple birbirimize bakarken şöyle bağıracağım: Ey satranç! Bir ara bana gitar çalmayı da öğretir misin?