Menu

Uçuruma doğru hızla koşarken…

Sebla Kutsal
fotoğraf: Pierre Jahan

 “Bir sanat eserinin yıkılmasının etkisi, atom bombasının verdiği zararla eş değerdedir” Jean-Pierre Raynaud

Sinemalar, tiyatrolar, gösteri mekânları, kısacası özgür ve yaratıcı aklın tadına baktığımız sahneler yerle bir ediliyor, kadrolar dağıtılıp, sanatçılar aşağılanıyor. Kişisel tarihimizin tanığı olan yerleri bir bir yitiriyoruz.
 

Türkiye’de son derece yoğun ve değişken bir gündemin içinde yaşıyoruz. Bu yüzden de, Cumhuriyet kazanımlarını yok etmek amacıyla sistematik olarak atılan adımlar gözümüzden kaçabiliyor veya olan biteni görsek bile, üzerine enikonu düşünecek vaktimiz olmuyor. Vahametini idrak edemediğimiz bu gelişmelerin başında, ülkenin kültür-sanat yaşamını dönüştürmeyi hedefleyen ideolojik müdahale geliyor. 

Birçoğumuzun gündelik yaşamına doğrudan etkisi olmadığı için yeterince önemsemesek de, sanat kara bir dönemden geçmekte. Uçuruma doğru hızla koşar gibiyiz. Kültürel varlıklarımıza, sanatın içeriğine, üretim biçimine ve muhalif sanatçılara yönelen saldırı, basit bir “anlayış farklılığı” ile açıklanamayacak kadar agresif. İrademizi, hayallerimizi, isyanlarımızı besleyen ana damar kesildi; durmaksızın kan kaybediyoruz.

Sinemalar, tiyatrolar, gösteri mekânları, kısacası özgür ve yaratıcı aklın tadına baktığımız sahneler yerle bir ediliyor, kadrolar dağıtılıp, sanatçılar aşağılanıyor. Kişisel tarihimizin tanığı olan yerleri bir bir yitiriyoruz.

Sanatı karşısına alan ideolojik savaşın bizi şakağımızdan sıyıran ilk kurşunu Atatürk Kültür Merkezi’nin kapatılmasıydı. Aylık gösteri çizelgelerine internetten ulaşamadığımız yıllarda, önünden geçerken “Bakalım bu ay neler varmış?” diyerek gişe kapısından hevesle, heyecanla girdiğimiz AKM kapanalı sekiz yıl oluyor. Gömülmemiş bir ceset gibi gözümüzün önünde çürüyüp gitmek üzere, kimsesizliğe terk edildi.

Ardından yılların Emek Sineması düştü gündeme. 1924 yılında Beyoğlu Yeşilçam Sokak’ta açılan ve ilk ismi Melek Sineması olan mekânın yıkılmaması için çok direnildiyse de başarılı olunamadı. Kepçelerin binaya girişini boğazımız düğümlenerek seyrettik.

Yetmedi…

Siyasi duruşu beğenilmeyen özel tiyatroların ödenekleri kesildi, Şehir Tiyatroları’nda tasfiye süreci başlarken, Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ile Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nü lağvedecek olan TÜSAK yasa tasarısı iyice kemiğe dayandı. Dünyaca ünlü sanatçılarımız sudan sebeplerle yargılandı. İronik bir biçimde 2010 Kültür Başkentleri arasında yer alan İstanbul’da kitapçılar kapandı, festivaller yasaklandı, tarihi kalıntılar tahrip edildi, şehrin kültürel dokusunu en iyi temsil eden semtler, sokaklar bugün sadece Arap turistlerin severek gezdiği açık hava AVM’lerine dönüştürüldü.

Müdahale ülkenin batısı ile sınırlı değil elbette. Hellenistik Dönem, Roma Dönemi, Bizans, Sasani, Emevi, Hamdani, Mervani, Artuklu, Eyyübi ve Osmanlılar olmak üzere farklı krallık, imparatorluk ve kültürlerin izlerini taşıyan Hasankeyf baraj suları altında kalacak. Bizse bu gerçek karşısında da, yine elimiz kolumuz bağlı, korkuyla beklemekten başka bir şey yapamıyoruz.

Bir ülkenin veya şehrin kültürel mirasının tahrifatı, sanat yaşamının yeniden tanzim edilmesi bazı kimselere pek manidar gelmeyebilir, hatta bu dönüşümü “liberal ekonominin gayet normal bir sonucu” olarak yorumlayanlara sıkça rastlamak mümkün. Ancak, sanatın siyaset açısından önemini görmezden gelen bu görüşlerin ne kadar temelsiz olduğunu anlamak için fazla eski bir tarihe gitmeden, 20. yüzyılın Nazi Almanyası’na bakmak yeterli. Hatırlayalım; Adolf Hitler yönetimindeki ülkede sanat, soykırımla sonuçlanacak olan “ari ırk” yaratma ülküsünü güçlendirecek başlıca araçlardan biri olarak görülüyordu. Sanat eseri üretecek kişiler, Reich Ticaret Odası'na kayıt yaptırmaları zorunlu hale getirilerek denetim altına alınıyor, yönetim aleyhine yapılabilecek çalışmalar bu yolla en baştan engellenmiş oluyordu. Sanatçıların isimleri listeleniyor, bunlar arasından Hitler’in hoşlanmadıkları işlerinden kovuluyordu.

Ülkelerin kültürel mirasının yağmalandığı, yakılıp yıkıldığı örneklere de yine dünya tarihinin tozlu sayfalarında rastlamak mümkün. Radikal İslamcılığın özellikle ideoloji ve inançlar yönünden farklı olan medeniyetlere uyguladığı vandalizme son olarak Suriye’de şahit olduk. IŞİD’in antik kent Palmira’daki tarihi eserleri yıktığı anların görüntülerini kanımız donarak izledik. Yeni medyayı ne kadar etkin kullandığı bilinen terör örgütünün bu eylemini videoya çekip paylaşması, kültür varlıklarına zarar vermenin ideolojik bir propaganda yöntemi olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

Palmira’da yaşanan barbarlığın ardından, plastik sanatların dünyaca ünlü ismi Jean-Pierre Raynaud, “Bir sanat eserinin yıkılmasının etkisi, atom bombasının verdiği zararla eş değerde” demişti. Biraz abartılı bir benzetme gibi dursa da, bir medeniyete ait kültür ve sanat mirasını tahrip etmenin sembolik anlamı üzerine derinlemesine düşününce, kurulan bu benzerliğe hak vermemek elde değil.

Bir toplumu yok etmenin yegâne yolu, onu oluşturan kişileri fiilen öldürmek değildir, çünkü insanoğlunun yaşama atfettiği değer; doğum, ölüm ve hayatta kalmak için verilen mücadelenin çok ötesindedir. İnsan, varoluşsal problemlerin üstesinden gelebilmek için Tanrı’ya öykünmek ister, ebedi olmayı arzular, varoluşunu anlamlandırmaya ve gelecek nesillere intikal ettirmeye çalışır. Medeniyetlerin bu yöndeki çabalarının meyvesi ise kültürel kalıtları ve sanat eserleridir. Pekâlâ, bu miras yok edilerek de, toplumların nefesi kesilebilir. İşte bugün Türkiye’de -henüz tam anlamıyla farkına varamamış olsak da- yapılan şey, tam olarak budur!

 

Fotoğraflar: Pierre Jahan


Herkes bilsin