Menu

Bu savaşı Şirin istemedi

Hacer Foggo

Şirin’in boynunda boncuklu bir kolye var, ablasının kolunda da başka bir takı. Gözlerinde sürme güneşten korunmak için... Çok yoksullar ama mırra kahvesi, bu kolyeler, sürme onları yaşama bağlayan sihirli bir değnek gibi...

 

Fırat’ın kıyısına birkaç ay önce sığınmış onlarca Dom (Suriyeli Romanlar) aile. Küçük küçük çadırlar. Kapı niyetine  asılan dört  parça kumaşla örtülmüşler. Geceleri uyurken gelip geçenlerin içeriyi görmelerini engelleyecek kadar idare ediyor bu kumaşlar. Bu çadırlar ve buna benzer sığınaklar, bitmez bir öykünün başlangıç noktaları sanki. Her seferinde başka bir yerde yine bir çadırda yeniden başlayan hayatlar.

Fırat’ın kenarında  oynayan çocuklar, çadırlarda  bebelerini sallayan kadınlar, çadırların önünde öbek öbek oturan Suriyeli erkekler var.

Bir çadırda Şirin’le tanışıyorum. Yerde yatak niyetine üst üste serilmiş iki battaniyenin üzerinde yatan hasta bir kadın var. Şirin’in annesi. Başucunda ise üç çocuğunun en büyüğü... Biz Şirin’le bir taraftan Fırat’ın suyunu bir taraftan da meraklı bakışlarla birbirimizi izliyoruz. Şirin on bir yaşında, çok az Türkçe biliyor.  Bana bir kaç sene önce Münbiç’ten nasıl geldiğini anlatıyor, sınıra yürürken annesinin kucağında ağladığını, ayaklarında yürümekten yaralar oluştuğunu, geride bıraktığı arkadaşlarını, ölümleri, amcasının mayın patlaması sonucu kaybettiği bacağını... Bir de bombaları, mayınları ve uçak seslerinden korktuğunu... Bu yaşta bu kadar çok şeye tanık olması ve hayatın zorla büyüttüğü bir çocuk Şirin.

Kilis’te, Adana da kalmışlar şimdi Urfa’dalar.

Ama her an bir kolluk kuvveti gelip “çevredekilerin rahatsızlığından” söz edip onlara başka yerlere gitmesini söyleyebilir; bazen zabıta, bazen jandarma bazen de polis. Onları her seferinde bir başka yere gitmeleri için uyarıyor. Bu yüzden sürekli hareket halindeler, bu nedenle de okula gidemiyor. Mevsimlik işlerde çalıyor ara sıra, annesine bakıyor, su getiriyor, çamaşır yıkıyor, yenilebilecek otlar topluyor, vakit bulduğunda da arkadaşlarıyla oynuyor.

Münbiç gözünde tütüyor Şirin’in, bütün ailesinin, savaş bitsin hemen gidecekler. Babası Şirin’in büyük ablasından kahve yapmasını istiyor. On dakika sonra on beş  yaşındaki abla, kulpsuz bir fincanla yanımıza geliyor. Babasına veriyor fincanı babası bir yudum alıyor ardından arkadaşıma veriyor aynı fincanı bir yudum içiyor o da sonra ben. Gelenek böyle... Savaştan kaçarken getirilecek kadar değerli bir kahve mırra kahvesi. Birlikte içtiğinde daha değerli hale geliyor ortak hisler. Mırra acı anlamına geliyor. Gerçekten tadı acı ama bu tat, bütün aileyi Münbiç’e götüren bir tat...

Şirin’in boynunda boncuklu bir kolye var, ablasının kolunda da başka bir takı. Gözlerinde sürme güneşten korunmak için... Çok yoksullar ama mırra kahvesi, bu kolyeler, sürme onları yaşama bağlayan sihirli bir değnek gibi...

Bir başka çadıra doğru yürüyorum, çadırın önünde birkaç çocuk var bir yufkanın içine yoğurt konmuş her gelen çocuk bir parça kopararak yiyor. Şirin de yiyor.

Yokluk diz boyu...

Yiyecek yok, su yok, elektrik yok...

Yaşlılar var, yeni doğan aşısız bebekler, engelliler, hastalar, inşaatlarda, tarlalarda çalışmaktan yaralanmış eller var...

En kötüsü çıplak ayaklı çocuklar, bu savaşa karar veren büyüklerin kurbanı çocuklar, açlıkla, yoksullukla imtihan edilen şehir şehir dolaşan çocuklar.

Biz Şirin’le Fırat’ın kıyısında etrafı seyrederken Münbiç henüz kurtulmamıştı. Henüz IŞİD’in elinden kurtulan bir kadın sigara tüttürmemişti. Zorla giydiği çarşafı çıkartmamıştı.

Şimdi Şirin ve ailesi Fırat’ın kıyısında mıdırlar bilmiyorum ama bildiğim tek şey mırra kahvesini yudumlarken, Şirin’in geride bıraktığı arkadaşlarını yeniden görebilme ihtimali...

“Belki de misket oynayan çocuğun dediği gibiydi hayat; gerçeğine mi oynuyoruz, şakasına mı?”

 

 

 

 


Herkes bilsin