Menu

Şiddet

Aytuna Tosunoğlu

İnsan bedeninin kıvraklığı, gücü ve bu imkanların fiziksel nesneleri tahrip edebildiğini bilmek, bir başka insana karşı en az düzeyde başarılı bir incitme eylemini gerçekleştirmek için yeterlidir.

 

Şiddet sorunu – ya da kötülük hakkındaki sorun demek gerekir – temelinde acı çekme sorunuyla ya da acı çekme hakkındaki şaşkınlıkla aynı türdendir. Belirli görgül olayların tuhaf donukluğu, yoğun acının suskun duyusuzluğu, devasa adaletsizliğin anlaşılmaz açıklanamazlığı belki de dünyanın ve dolayısıyla da insanın dünyadaki yaşamının hiçbir gerçek düzene, hiçbir görgül düzenliliğe, hiçbir duygusal biçime, hiçbir ahlaksal tutarlılığa sahip olmadığı kuşkusunu uyandırmaktadır. Ve bu kuşkuya verilen yönetim şekli demokrasinin yanıtı da her durumda aynıdır: İnsan yaşamındaki belirgin müphemlikleri, çatışkıları (antinomi) açıklayacak, hatta kabullenecek gerçek bir dünya düzeninin imgesinin kanun, kural ve göstergeler yoluyla formülleştirilmesi.

Gösterilen çaba yadsınamaz olanı – açıklanmamış olaylar olduğunu, yaşamın acı verdiğini ya da “yağmurun adaletli olanlar üzerine yağdığını”[1] inkar etmek değil, açıklanamaz olayların olduğunu, yaşamın katlanamaz olduğunu ve adaletin de serap olduğunu inkar etmeye yöneliktir.  Öte yandan, din/inanç devasa bir adalet olgusunun varlığını işaret eder ve sadece bu nedenle olsa bile dünyanın hemen hemen her yerinde şiddete maruz kalanla, onu izleyen için sorunu bir başka güce/iktidara havale eder.

Tennessee Williams’ın Kızgın Damdaki Kedi’ isimli eserinde, büyük babanın (eserde adı Big Daddy Pollitt) söylediği gibi; “İnsanlık ölümü düşünerek yaşayan tek varlıktır.” Ya da Heidegger’in söylediği gibi; “İnsan kendini sorgulayabilen tek varlık türüdür”. O zaman, ölüm sorununa gönderme yapmak, bir şeyin hiçlikten gelmesine imkan vermektir. İnkar ya da yadsıma ya da yokluk/hiçlik denizinden çıkıp gelen ölüm nedeniyle insanın insana şiddet uygulaması onu/ölümü anlamca parçalaması ile eşdeğer olabilir mi? Bilmiyorum. Ama, başka bir zaman üzerinde düşünmeye değer.

Bir kavram olarak şiddet’i ilkel (yabanıl) olanla bağdaştırmak yetersizdir. Her ne kadar tarih süreci  insanın insanla ilişkisinden önce, insanın doğa ile olan ilişkisinde şiddet olduğunu gösterse de onun bir anlatım biçimi olarak sanat eserine yansıması için uzun zaman geçtiğini biliyoruz. Ünsal Oskay hocanın dediği gibi;  başlangıçta doğa ile bir karşıtlık ilişkisi içinde olan insan, doğanın kendini yeniden üretme süreçlerini uzun ve sabırlı gözlemler sonucunda öğrenip, bu süreçlere müdahalede bulunacak yetkinliğe gelmiş. Yiyebileceğinden fazla hayvan avlamamış, nişastalı danelilerden ve köklerden ihtiyacından fazlasını toplayıp tüketmemiş olması insanın doğa ile ilişkisinde bir tür sevgi olduğunu varsaymamıza bir neden olabilir. Ya da akıl erdiremediği bir güç’ün karşısında ona yaranma, onunla dost geçinme anlayışında olduğunu da söylemek mümkün.

İnsanoğlu doğaya müdahale ile doğanın yaratmadığı şeyleri yaratma duygusunu edindi. Topladığı bitkileri taşa vurarak harman ettiği yerlerde aynı nişastalı bitkinin doğadakinden daha yoğun olarak yeşerip yetiştiğini fark etmesi ise bu duygusunu güçlendirdi. Şiddeti öteki soy topluluklarıyla çok uzun süren anlaşma çabalarının sonunda tek çare olarak kullanması da aynı dönemlerdedir. Şiddet kullanmasının nedeni doğayla etkileşiminde en önemli aracın insan olduğunu bilmesidir. İnsan, kolektif varlığı sürdürmede en belirleyici üretici güçtür, çünkü.

Tarihte Urartu kralları kayalıkların yüzünü düzleştirip sonu zaferle biten seferlerini yazdırırlar da haberimiz olur: metinlerde yakılan düşman şehirleri, kılıçtan geçirdikleri yaşlı insanlar, tutsak alınıp Urartu ülkesine getirilen binlerce genç erkek ve kadından, ganimet olarak getirilen bakır ve tunç külçelerinden övünçle söz edilir. Sıradan insanlar izlesin diye oluşturulan seyir alayları bu tutsakların aracılığıyla Urartu krallarının gücünü göstermeleri ve sıradan halkın bu güce boyun eğmesi için bir şiddet gösterimidir.

Çok daha sonraları, Roma’da, sıradan insanları yönetmeyi kolaylaştırmak için “ekmek ve sirk” formülü uygulanır. Kentte asayişi sağlamanın en kolay yolu, Roma’da yaşayan herkese, her yıl belirli bir miktar un ve zeytinyağını bedava vermektir. Bunun sonucunda zengin senatörlerin aileleri/akrabaları Mısır’da büyük tarım arazileri kurarak ektirirler. Sonra bu mısırları devlet ihaleleriyle Roma şehir yönetimine satacaklardır. Böylelikle bin tona yakın yüklükte gemiler inşa etmeye de başlarlar. Bu da daha çok arazi, daha çok işçi köle, daha çok ürün satma, daha büyük gemilerle tek seferde mal yükleme/indirme demektir. Tüm bunlara ek olarak, sirk gösterileri de vardır: baskı altında ve korkular içinde yaşayan halk sirklerde, birinin kılıç ve kalkan, diğerinin ağ ve mızrakla dövüştüğü dev yapılı gladyatörlerin birbirlerini öldürmelerini seyreder. Gösterinin başlamasına az bir zaman kala, atların çektiği yük taşıma arabalarının arkasına istiflenmiş mısır ekmekleri halka atılır.

Şiddete dayanan bir yönetimde halkın şiddetle bu –en masum söylemle- garip ilişkisi Bizans’ta başka bir ortam içinde sürdürülür.  Constantinopolis’te sirklerin düzenlendiği bir arena yoktur ama bu iş için İmparatorluk sarayının verandasından özel bir geçitle İmparatorluk locasından çıkılan Hipodromun kullanıldığı biliniyor (şimdi Sultanahmet Meydanı dediğimiz ve yanında içinde Sultan Ahmet Cami’nin de yer aldığı geniş alan Bizans İmparatorluk Sarayı idi). Meydanı kapsayan hipodromda gladyatörler yerine, sıklıkla tahttan indirilen imparatorların, tahtı ele geçiren yeni imparatorların emriyle, halkın gözleri önünde burunlarının ve dillerinin kesilmesi, gözlerinin çıkartılması ya da bedenlerinin parça parça kesilerek öldürülmesi gibi “gösterilerin” düzenlendiği anlatılıyor.

Kısaca Osmanlı dönemindeki şiddet uygulamalarına da yer vermekte fayda var: Bizans’ın yıkılmasından ve yedi yüzyıl geçtikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidarın şiddeti daha seyrek ve halkın önüne daha incelikle(!) çıkartarak yaptığını biliyoruz. Babasının ölüm haberinden sonra Manisa’dan kendi koruma birlikleri ile kalkıp Ceneviz gemileri ile Sarayburnu’na gelen ve Amasya’dan taht’a erişmeye çalışan kardeşinden önce tahta çıkan II.Selim, elinin eriştiği her yaştaki şehzadeyi (yani öz kardeşlerini) boğdurtup, ölülerini Ayasofya önünde kurulan siyah kıl çadırlarda halka sergilemiştir. Bedenlerin bir bütün olarak sergilendiği sanılmasın. İbret ve inandırıcılık için ölümden sonra baş kesme işlemi yapılabilir. Bu kesme işlemi için adına “şifre” denen gayet keskin ve kullanırken yetenek isteyen özel bir ustura kullanılır. Oskay, Naima Tarihi’nde Osmanlı halkının yönetime yakın olmak yerine taşraya sığındığını yazdığını söylüyor. Hatta yine aynı kaynaktan aktararak, “Dünyada en büyük saadet devlet yüzü görmemektir”, diyor. İktidarın halka kul/köle muamelesi yapması, baskı ve şiddetle başını eğik tutması,  bir gelenek... Devletten, devletin başındakilerden uzak durmak halkı tekkelerdeki, dergahlardaki velilere, yatırlara yönlendirmiş, böylelikle.

İnsanın bir ya da birkaç kentten oluşan ve yukarıda sadece şiddet bağlamında birleştirilen yasalarla yönetilen devlet yaşantısına geçişinden itibaren başlayan ve günümüze değin derinleşen sefalet, artan eşitsizlikler, zorunlu göç, etnik savaş ve sürekli yenilenen askeri saldırganlık hallerinin çevrelediği bir dünyada, onarılmak için parçalanmak zorunda olan bir yapıdan bahsedilmelidir. Bu parçalamanın önemli başlangıç noktalarından biri şiddettir.

Şiddet, belirli eylemleri yapanlardan çok onların tanığı ya da kurbanı olanlara ait bir kelimedir. Riches’in anlamca belirttiği gibi sosyolojik araştırmalarda gerekenin, yapmayı kavramak ve açıklamak olduğudur.  Bu bağlamda Riches ve Eagleton birbirlerinden bağımsız olarak kaleme aldıkları şiddetin kudretine dair düşüncelerinde kültürlerarası geçerliliği olduğuna inandıkları dört temel özellikten bahsederler. Özetle maddelenirse;

1. Şiddet uygulanması meşruluk sorunu üzerindeki mücadeleye bağlıdır.

2. Bir şiddet ediminin uygulanışında yer alanlar veya bir şiddet görüntüsü izleyenlerin temel düzeydeki kavrayışları arasındaki fark muhtemelen en az olacaktır: “Haklılığı tartışmalı bir fiziksel zarar verme” olarak şiddetin yanlış anlaşılması hiç olanaklı değildir.

3. Şiddet uygulaması duyular için son derece hissedilirdir.

4. Şiddetin ılımlı bir etki derecesinde kullanımı, özel aletler bakımından görece az donanım gerektirir. İnsan bedeninin kıvraklığı, gücü ve bu imkanların fiziksel nesneleri tahrip edebildiğini bilmek, bir başka insana karşı en az düzeyde başarılı bir incitme eylemini gerçekleştirmek için yeterlidir.

Şiddetin bu kudreti, yukarıda özetlenen dört önemli özelliğinin onu hem pratik (araç olarak) hem de sembolik (kendini ifade etme adına) amaçlar için uygun kılma tarzından kaynaklanmaktadır: Sosyal çevreyi dönüştürme aracı olarak ve temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı olarak şiddet son derece etkilidir. Öyle ki, geniş bir yelpazede yer alan hedefleri ve hırsları gerçekleştirmek için duyulan arzu, şiddet edimlerinin uygulanması için yeterli koşuldur.

Sosyal çevreyi dönüştürmek için şiddet çözümüne başvurulması açık bir şekilde şiddetin yukarıda sıralanan dördüncü özelliğini yansıtır. Kişinin sosyal konumunu yükseltmenin yolu olarak rakiplerine/kendisiyle aynı fikirde olmayanlara fiziksel zarar verme stratejisi gerçekten de “doğal bir sosyal deneyim” olarak alınabilir; buna bir de silahların ve başka gereçlerin bu stratejiden elde edilecek sonuçları kat kat arttırabileceği olgusu eklenmektedir.

Bunun yanı sıra, şiddetin özellikle Batı kültürü  içindeki öneminin içinde yer aldığı bağlam, kültürel değer ve normlardan oluşan devasa bir geri plandır. Dikkate değer olan nokta, bir tanık ya da kurban şiddet kavramını ortaya atarsa, bununla sadece eylemin fiziksel zarar verdiğini değil, aynı zamanda da töreye aykırı olduğunu ifade eden bir hüküm bildirir. Batı, başkalarına verilmiş fiziksel zararların sadece belirli sosyal bağlamlarda şiddet sayıldığını varsayar. Bu konuda olumsuz anlamdaki nirengi noktası devlettir; çünkü devlet tarafından uygulanan fiziksel zor, yönetimdir. Başka bir deyişle, siyasi organizasyon şiddet değildir sonucu çıkmaktadır. Ayrıca, fiziksel zorun normal olarak şiddete dönüşmediği olgusu da şiddet kavramının ayrılmaz bir şekilde karşıt sayıldığı sosyal düzenlilik hakkında fikir vermektedir. Devlet işlerinde ve uluslararası ilişkilerde böylesi bir sosyal düzenin ideal durumunu tarif etmek için barış kavramına başvurulması tipik bir özellik olmaktadır. Ancak, erkin buradaki barıştan anladığı, bir tahakküm karşısında ona boyun eğilmesine karşılık gelir.

Anlaşılan odur ki, insanoğlunun tarihi, maddi ya da nesnel  çıkarları söz konusu olduğunda birbirine vahşice davrandığı bir tarihtir. Devamının içinde yaşayıp, biriktiriyoruz, biriktiriyoruz, biriktiriyoruz... Değişen bir şey yok.

 

[1] İngiliz Yargıç Charles Bowen’a (1835-1894) atfedilen özlü sözden alıntıdır. İngilizce orijinalinden çeviren: Hakan Gür “Yağmur adaletli olanların üzerine yağar / Bir de adaletsiz olanların üstüne; / Ama daha çok da adaletli olanlara, / Çünkü adaletsiz olanlar sahiplenir adaletli olanın şemsiyesini.” Y.N.

 

 

Illustrasyonlar Cleon Peterson’ın ‘End of Days’ isimli çalışmasına aittir. Peterson  bu irkilten çalışmasında acıyı, şiddeti, barbarlığı, umudun kaybını resmetmiştir.

 

 


Herkes bilsin