Sonuçların Tanrısı: İDAM
Aytuna Tosunoğlu
Hazır, kalabalıklar “isteriz de isteriz” diye bağırmakta iken, sultan da “siz isterseniz olur” diyerek olumlarken yazarınıza bu durum karşısında yapabileceği tek şey olan yazmak ve bir tür bellek tazelemek kaldı.
Ölüm cezasını (21. yüzyılda bile) savunanlar tezlerini “idam cezasının caydırıcılığı” üzerine kuruyor. Yani idam cezası suç işlemeyi önlüyor ve suç işleyecekler üzerinde caydırıcı bir etki yapıyor. Ne var ki, bu görüşün temel iddiası tarihsel olarak kanıtlanabilmiş değil. Osmanlı tarihine baktığımız zaman cezanın amacı nedir sorusunun cevabını almak mümkün olmuyor. Faile bir bedel ödetmek midir? Suç işleyen kişiyi yeniden kazanmak mıdır? Osmanlı’da cezanın, iktidar üzerinden yönetilenlere bir mesaj vermek için uygulandığı aşikâr. Ölüm cezası insanı yok ederek, ceza olmaktan çıkıp bir öç almaya dönüşmüş. Çelişki ise ölüm kararını veren iktidarın bu “kötü işi” yani öç almayı, kendisi yapmayıp seçtiği kişi veya kişilere yaptırıyor olmasıdır.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte idam cezaları devam etti. Batı medeniyetinin yaptırımları sonucu idamın bir ceza türü olma halinden çıkartılması bu topraklarda çok yeni, üstelik. Tarihsel iktidar öğretisi “ibret-i alem” denen, yazarınıza göre bir tür şuursuzluk evresi olan bu durum devreye boyuna geçirilen urgan kayganlığında girivermiş ve çoğumuzun şimdilerde köfte ekmek yediği meydanların bazılarında darağacında sallanan “suçlu”ların cansız bedenleri halka gösterilmişti. Cumhuriyet yılları devam ettikçe bu iş kapalı kapılar ardına taşındı. Durumun görsel vahşiliği gizlendi.
Her durumda bir kişinin pozisyonu değişmedi: cellat. Aslına bakarsanız, hükmü verenin de pozisyonu değişmedi. Her ikisinin de hangi şartlarda ve nasıl geleceği bilinmiyor. Ama geldiklerinde ikisinin de ortak noktası, kararlı oluşları. Kimlikler ise değişiyor; padişah ve sadrazam ve paşa ve kaymakam ve asker ve eşkıya ve düşman ve hatta dost olabiliyorlar. Resmi tarih sayfalarında cellatların yer almadığını hepimiz biliyoruz. Resmi olmayan tarih anlayışı ise olguya farklı yaklaşabilmek, ince ayrıntıları görmeye çalışmaktan ibaret. Geçmişin ayıklanması bakış açılarına göre yapılıyor. Kültürel duyarlılıklar, etik sorgulamalar, şu anın politik beğenileri eldeki malzemenin değerlendirilmesinde birer araç.
Tarihin, özellikle de bu topraklardaki tarihin bir yaşanmışlık ilkesi güdülerek kaleme alınması gerekseydi, acaba şöyle tanıklıklar karşısında idam cezası için nasıl tutum alırdık.. Düşünelim mi?
“Yaşını büyüterek asabileceğimizi söyledim, odada bulunan herkes bu çözüm karşısında rahatlar gibi oldu. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Hoşuma giden şey, odada bulunanların dikkatlerini üstüme çekmiş olmaktı.”
“Valla, ben şahsen asılmalarından yana değildim. Engel olacak kadar yüksek sesle karşı durdum mu sorusunun cevabı ortada. Hepsi asıldı.”
“Hiç tereddüt etmedim, o zaman. Onbinlerce kişinin katiliydi. Şimdi, düşününce... Başka bir yol seçilebilirdi.”
“Vatana ihanetin bedeli ölümdür. Adam çıkmış mahkemede, “Tüm bunları ülkemin menfaatlerini düşünerek yaptım, pişman değilim” diyor. Eh, o zaman kurulumuz da pişman değil.”
Yukarıda tırnak içinde okuduğunuz cümlelerin hepsi hayal ürünüdür. Yaşayan ya da yaşamış kişilerle her türlü benzerlik ancak tesadüf olabilir. Amaç, olmuş olabilir düşüncesi üzerinde yol almak için yardımcı sahneler kurmaktan öte değil. Kendimizi bu olabilirliği tartışılmaz konuşmaların geçtiği mekanlarda sessiz ve görünmez şahitler olarak hayal ettiğimizde karşımıza çıkanın bir şiddet müstehcenliğinin izleyicisi olmak dışında ne olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yaşanmışlıkların yer aldığı tarih anlatımı önümüzde bir tür tarife ve daha önce kimbilir kaç kez yaşanmış deneyime uyarlanabilir. Toplumsal ve zihinsel evrenlerinden kopartılmayan insanlar olarak yaşamak bir gerilim alanı yaratmak isteyenler için boşa çıkan hamleler olur, o zaman.
Ölüm cezası ceza hukukunun ve toplumsal hayatın dönem dönem en çok tartışılan bir olgusudur. Bizimki gibi bir ülkede idam cezasını geri getirmeyi elinde tutan erk, siyasi nedenlerle toplumu ara ara dürter. Bu dürtmeler karşısında idamın gerçekleştiği anın neye benzediğini empati (eşduyum ya da hemhal olma) yoluyla anlamaya çalışsak ya da en hafif söylemle şiddetin müstehcenliğine ortak olsak...
Bir kere ölüm anında gelişmiyor. Ölmek için üç ila beş dakika geçmesi gerekiyor. Beden için olmazsa olmaz dolaşımın kesilmesi için boyuna en az 15 kiloluk bir bası gerekli. Erişkin bir insanın ortalama kilosunu 60 olarak kabul etsek, demek ki gerekli bası miktarı konusunu halletmiş oluyoruz. Urgan boyuna geçtikten ve ayakların yere basmasını sağlayan zemin kalktıktan sonraki bir, bir buçuk dakikada bilinç açık kalıyor. Yani, herşeyin farkındayız. Aynı anda beyinde solunum merkezi aniden uyarıldığı için solunum çabası artıyor, nefes darlığı gelişiyor, kalp hızı ve kan basıncı yükseliyor. O sırada kulak çınlaması, göz kararması, korku ve/veya efori gelişiyor. Bir buçuk dakika doldu.. Bilinç kapandı.
Buradan sonrasında nöbet geçirme başlıyor. Yani, duysal fonksiyonların bozulması, kasılmalar, titremeler... Kasların gevşemesine bağlı olarak idrar atımı ve/veya dışkılama ve/veya ejekülasyon (boşalma). Tükürük ve ter salgılama miktarlarında artış da yaşanıyor. Hala ölmedik...
Nöbet geçirmeler durdu. Ancak kalp atışı ve dolaşım ve solunum yavaş da olsa devam ediyor. Üç dakikanın mı sonuna geldik, yoksa beş mi...
Şimdi, solunum durdu. Kalp durdu.
Ortamda bulunan tıp doktoru ölüm saati tesbiti yapar.
Ölüm cezası, en ince detaylarına kadar tasarlanmış, cinayetten daha korkunç bir cinayet örneğidir. Hiç bir “cani”, kolektif bir biçimde planlayarak, inceden inceye düşünerek, kurbanına kurtuluş hakkı tanımayarak ve kurbanına önceden onu öldüreceğini haber vererek bir cinayet işleyemez.
* * *
Cellatlık Osmanlı’ya özgü bir meslek dalı olmadı. Batıdaki imparatorluklar da benzer “fetiş” ve kötülüklerle dolu. Engizisyon mahkemeleri, giyotinin icadı (üstelik onu icat eden bir doktordu) ortaçağ Avrupa’sının barbarlığına ya da her ulus için geçerli olan “siyasi delirium”una örnektir.
Burada vurgulanmak istenen, bizde kötü şartların sonucunda adeta “yaratılan” cellâtlar dönemleri boyunca iktidarlarının süresi belli olmayan “keyfini” sürer. O keyif ne ise; yine de aile kuramazlar, nesillerini sürdüremezler, yalnız oldukları için kendi gibi cellat olanlar dışında başkalarıyla herhangi bir insani ilişkiye giremezler. Öldüklerinde ise isimsiz mezarlara gömülürler. İstanbul’da, Haliç’in en uç noktasında Karyağdı Bayırı olarak bilinen yerde bir kaç isimsiz ve küfeki taşından mezar vardı. İdam cezası isteyen erk(ler)in ise mezarları bellidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hangi suçlara ölüm cezası verileceği konusu iki kaynaktan beslenir. Birincisi Kur’an’dır ve Allaha karşı işlenen suçlar için uygulanır, ikincisi ise padişahın kendi yetkisine dayanarak koyduğu kanunların uygulamasıdır. Osmanlı’da tahta geçen hiç bir padişah için otorite kısıtlayıcı bir düzenleme olmamış. Herhangi bir kimse için; “Katledilsin” diye buyurdu mu, iş bitiyor. Bu uygulamada çoğu zaman öldürme fiilinin cinayet mi, bir suçun cezasının infazı mı olduğunu ayırt etmek mümkün olmuyor. Suçun kanuniliği çoğu yerde kayboluyor, yasallık anlamında bile bir hakkaniyetten söz edilemiyor. Padişahın kanun koyma yetkisi vardır ve sınırsızdır. Padişah mutlak yetkisine dayanarak koyduğu kurallara uymayanlara ölüm cezası verirken sırf canı istediği için “suç işleme tehlikesi gördüğünü iddia ettiği kişileri” de bu cezaya çarptırmıştır. Bu cezayı uygulama yetkisi yani keyfe keder idam ettirme yetkisi padişahın yanı sıra sınırlandırılmış da olsa Sadrazam’a, Kaptan-ı Derya’ya, Kaymakam’a, sefer halindeki görevli vezirlere de verilmiştir.
1877 yılı Amerika’sında, Baltimor doğumlu cellat Fred nasıl bu mesleği seçtiğini anlatırken “Cellât deyince herkes benden kaçıyor ve herkes bana soğuk muamele ediyor. Nevyorkta yerleşmek istediğim zaman birkaç tane ev sahibi cellât olduğumu öğrenince kapılarını yüzüme kapadılar. Birçok kimseler mesleğimi öğrenince bana el vermek istemediler. Hayatımın 30 senesi ıstırap dinlemekle, facialı sahneler yaşamakla geçti. Şimdi de adeta cemiyet tarafından aforoz edilmiş bulunuyorum”, diyor.
Fred’in yaşadığı 19.yüzyıl Amerika’sı Osmanlı’ya göre daha tertiplidir. Orada devlet, gazete ilanıyla cellat alır. İlan aynen şunları söyler; “160 dolar aylıkla cellat aranıyor. İstenen vasıflar: Heyecanlı olmayacak, ağzı sıkı olacak, merhametli olmayacak, kanunun hükümlerini anlayacak kadar bilgi sahibi olacak, kötü hali olmayacak, böyle zahmetli bir mesleğin icaplarına uymasını bilecek.”
Fred kendi yazdığı anılarında kadınlardan nefret ettiğini ve hiç evlenmediğini söyler. Cellâtlık zannettiği kadar kolay çıkmaz. Amerikan Devleti, Fred’e önce bir süre ceza hukuku dersi verdirir. Ardından fizyoloji hocası koca bir cilt kitapla ölümün çeşitlerini öğretir. Sıra staja gelmiştir, 3 ay kadar çeşitli eyaletleri dolaşıp infazları izler. Döndüğünde kendine güveni tamdır ve tam 30 yıl bu mesleği icra eder. Emekli olur, kazancıyla ev alır, yalnız ölür, onun da mezarı bilinmez.
Cumhuriyet döneminin Istiklal Mahkemelerinde “vatana olan bağlılık ateşiyle” sayısı 1000’i bulan “suçlu”yu asmış Manastırlı Ali (sonrasında kendisine Kara Ali dedirtir) 1926 yılında İzmir Suikastı sanığı 13 kişiyi tek gecede İzmir, Kemeraltı semtinde halkın göreceği yerlere kurulmuş idam sehpalarında asar ve devlet tarafından kendisine verileceği vaat edilen ücretini alamaz. Sonunda Gazi Mustafa Kemal’e utana-sıkıla bir mektup yazar da parasını ancak alır.
Bu topraklarda idam cezası uygulamalarının bolluğu hakkında hiçbir dönem bir başka dönemle yarışmaya girmemelidir. Bu konuda herkesin eli kirli. Bellek daima şimdiki zamanda durur. Bir görme biçimi, aynı zamanda bir görmeme biçimidir. Bir hatırlama biçimi de aynı zamanda bir unutma biçimidir. Olayları ayıklamadan, yorumları korumadan yani politik bir tarzla çerçevelemeyeceğimiz bir bellekte kalıba girmeyen yaşanmışlıklar, deneyimler bize bir göz daha ekler. O göz, idama hayır der. Şimdi ve daima.