Menu

Cunta, Necip Fazıl ve Ruhi Su

Orhan Gökdemir

Şair Necip Fazıl ölmüş, Eyüp Mezarlığında son yolculuğuna uğurlanıyor. Adını duymuşluğumuz var uzaktan ama doğrusu bu kadar cemaati olması yine de şaşırtıcı geliyor. Asıl şaşırtıcı olanı ise yürüdükçe fark ediyoruz. Ortalıkta ne asker var ne de polis. Sanki askeri cunta bir günlüğüne sokaklardan çekilmeye karar vermiş gibi. Oysa darbeyi yapanlar laik görünmeye pek özen gösteriyor. O gün, görünenle gerçeğin aynı olmadığı yönünde bir kuşku düşüyor içime.

 

1983 yılının Mayıs ayı. Okuldan Piyerloti eteklerindeki Eyüp Mezarlığı ile neredeyse bitişik fakirhaneme dönüyorum. Hava sıcak. Otobüs biletinden yapılacak günlük tasarruf için yürünecek yol epey uzun.  O gün çevrede olağanüstü olan tek şey yoldaki kalabalık. O günler için tuhaf bir kalabalık ama. Cübbeli, takkeli, uzun sakallı erkeklerden müteşekkil bir kitle önlerindeki tabutun ardından Eyüp Mezarlığına doğru yürüyor. Arada öbek öbek çoğu çarşaflı kadınlar var. Henüz türban meselesi ile tanışmamış ülke için yürüyenlerden yansıyan her kare olağanüstü.

Biraz sonra anlıyoruz kalabalığın sebebi hikmetini. Şair Necip Fazıl ölmüş, Eyüp Mezarlığında son yolculuğuna uğurlanıyor. Adını duymuşluğumuz var uzaktan ama doğrusu bu kadar cemaati olması yine de şaşırtıcı geliyor bana. Asıl şaşırtıcı olanı ise yürüdükçe fark ediyoruz. Ortalıkta ne asker var ne de polis. Sanki askeri cunta bir günlüğüne sokaklardan çekilmeye karar vermiş gibi. Oysa darbeyi yapanlar laik görünmeye pek özen gösteriyor. O gün, görünenle gerçeğin aynı olmadığı yönünde bir kuşku düşüyor içime.

Nitekim Necip Fazıl’dan iki yıl sonra ölen Ruhi Su’nun cenazesi aynı cunta tarafından küçük çaplı bir savaşa dönüştürülüyor. Mehmet Ağar öncülüğündeki polis güçlerini yararak ancak mezarlığa ulaşabiliyor kitle. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün boyunca gözaltında tutuluyor, işkence yapılıyor.

Yani artık Cuntanın düşmanı Şeriatçı Necip Fazıl değil, Cumhuriyetin yetiştirdiği laik Ruhi Su… Cunta Necip Fazıl’ın arkasında yürüyenlere yol verirken Ruhi Su’nun arkasında yürüyenlere barikat kuruyor. Barikat Cumhuriyete ve laikliğedir.

Kenan Evren’in “Kuran referanslı” konuşmalarını saymazsak 12 Eylül cuntası ile siyasal İslamcı hareket arasındaki görünür ilk ilişkidir Necip Fazıl’ın defni. Komünizmle Mücadele Derneği içinden gelen ve büyük olasılıkla askerlere oralardan aşina imam Fethullah Gülen de cuntayla iyi ilişkiler geliştirecektir daha sonra. Cunta için bunlar komünizme karşı kuvvetli panzehirlerdir. Üstelik İslamcıların “sevk ve idaresi” de kolaydır. Türkiye’nin İslamcı hareketi devletin kucağında büyümüş ve hep bu şefkate muhtaç olmuştur.

Necip Fazıl 27 Mayıs’a en çok sevinenlerden biriydi. Demokrat Parti ve Menderes ile gelgitli ilişkiler kurmuştu. Belli ki hükumet ile akçalı ilişkilere de girmişti. Buna rağmen Mustafa Kemal düşmanlığı ve Cumhuriyet’e duyduğu nefreti saklayamaması başına zaman zaman içler açıyordu. 27 Mayıs’a sevinmişti çünkü şair, darbeyi Menderes yaptı sanmıştı. Öyle olmadığını anlayınca 27 Mayıs’ı kıyasıya eleştirtirdi. Fakat 12 Eylül’de daha tereddütsüz bir pozisyon aldı. Darbeyi içtenlikle övdü, ona göre 12 Eylül, “iç darbe değil, iç şahlanış”tı.

Şöyle diyordu:

"Hareketin mahiyeti... Malum klasik darbelerden biri değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye'nin çöküşü gerçekleşebilirdi... 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi 'millete rağmen' diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak 'millet için' formülüyle ifade edilebilir… Hükümetten ziyade onu mefluç kılan partilere ve fesad ocağına döndürdükleri Meclis'e yönelik bir davranış... Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısıyla gayet tabii olarak 'devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama' atılışı... Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah..."

Şaire göre “ordu mecburdu”, Darbenin Başbakanı Bülent Ulusu, “bahriyelilere mahsus bir nezaket, yumuşaklık ve uysallık içinde”ydi... Ayrıca Başbakanın ve darbenin başının “Allah”a ve “şeriat”a yaptığı göndermelere dikkat çekiyor ve buradan şu sonuca varıyordu:  "Diyarbakır'da 'şeriatın kestiği parmak acımaz' diyen Devlet Başkanı şeriatı hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca 'anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine göre gerçek Müslüman'a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!.."

Büyük olasılık, o gün şairin tabutunun arkasından yürüyenler arasında bugünün muktedirleri de vardı. 12 Eylül cuntası hakkında da ondan ayrı düşündüklerini sanmıyorum. Ama sonradan cuntaya karşı tuhaf bir muhalefet geliştirdiler. Örneğin cuntanın şefi Kenan Evren’le yan yana görünmekten kaçınmadılar ama yeri geldikçe 12 Eylül uygulamalarını da eleştirir göründüler. Ergenekon ve Balyoz davaları ile eski rejimin laik ve cumhuriyetçi unsurları ile derin bir hesaplaşmaya girişince büsbütün 12 Eylül karşıtı oldular.

27 Mayıs’a duydukları nefret ise kısa şaşkınlığı dışında İslamcı hareketin ve cuntanın ortak yanıdır. Bununla birlikte 27 Mayıs’ı toplumun belleğinden silme girişimi sanıldığı gibi AKP iktidarının değil 12 Eylül cuntasının hanesinde kayıtlıdır. 20 yıl boyunca bir bayram olarak kutlanan 27 Mayıs, 12 Eylül cuntası marifetiyle ortadan kaldırılmıştır.

Aslında 12 Eylül Cuntasının fiilen yaptığı şey de 27 Mayıs ile açılan pencerenin kapatılmasından ibarettir. 12 Eylül Kemalizm’in Cumhuriyetçi yorumunu gömmüştür ve yerine anti Kemalist yeni bir “Atatürkçülük” geliştirmiştir. Kemalizm’in bu yeni versiyonu dinin kamu yaşamındaki varlığını ve meşruiyetini kabul etmiş görünmektedir. Buna sistemin verdiği ad “Türk-İslam Sentezi”dir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi veya bir toplumsal kurum olmaktan çok, devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir. Bugünkü TRT ve Diyanet’in kökleri işte “Kemalist Devlet”in 12 Eylül Cuntası elindeki bu dönüşümünde yatmaktadır.

Fakat yine de Türk İslam Sentezi’nde belirleyici olan “Türk”lüktür ve bu dinci bir milliyetçiliği haber vermektedir. Bunlar 27 Mayıs’ın siyasi programının antitezleridir. 12 Eylül ile birlikte 27 Mayıs’ın Kemalizm’i yeniden ayakları üzerine dikme girişimi engellenmiştir.

Necip Fazıl’ı ve onunla birlikte siyasal İslamcıları motive eden şey işte devletin dinle girdiği bu yeni sözleşmedir. Siyasal İslamcı hareket bu sözleşmenin kendisine devlette yeni kapılar açtığını ve yeni olanaklar yarattığını görmüştür ve 12 Eylül’ün gerçekleştirdiği dönüşüme açık bir rıza göstermiştir.

Cuntanın, 1983 Mayıs’ında son yolculuğuna çıkmış şairin arkasında yürüyen “gerici” kalabalığa gösterdiği hoşgörünün nedeni işte budur. Ve o hoşgörü nedeniyle dinci şair bugün devletin resmi ideoloğu haline gelmiştir.

Fakat arada her şeyle birlikte ideoloji de bir parça dönüştü; Türk İslam Sentezi ile geliştirilen dinci milliyetçiliğin yerini bir tür milliyetçi dincilik aldı. Vurgu milliyetçilikten dinciliğe geçti.

Bugün sisteme sadece Necip Fazıl ideolojisi değil, aynı zamanda Necip Fazıl ahlakı da egemen olmuştur. İçinde debelendiğimiz kültürel şizofreninin büyüklükle malul (Büyük Doğu dolayısıyla Büyük Ortadoğu-Yeni Osmanlı) olması bundandır. Öte yandan din, sistem marifetiyle giderek daha fazla bir ahlak sistemi olmaktan uzaklaşmaktadır. Dindarlık kumara, faize, hırsızlığa, cinayete, haksızlığa, adaletsizliğe engel görülmemektedir. Egemen anlayış manidar bir şekilde bir Necip Fazıl dindarlığı ve Necip Fazıl ahlakı olarak şekillenmektedir.

Gerçeklerden kopmuş ve hayal dünyasının peşinde bir ülke yarattık kısa zamanda. Bu kültürel şizofreninin büyük yıkımlarla sonuçlandığını ise tarihten gözlemlemekteyiz. Cumhuriyetin ricatının modern halleridir bunlar. Yıkım ve kıyım kaçınılmaz görünmektedir. Cumhuriyetçi bir yeni atılımı da ancak bu şartlar imkân haline getirebilir. Ne yazık!


Herkes bilsin