Yeni Türkiye: Modernliği olmayan kapitalizm
“Hiçbir toplum kendiliğinden, zaruri biçimde değişmez. Toplumun değişmesi kuşkusuz aktörlere ihtiyaç duyar.”(Prof.Dr.İbrahim Kaya)
Selnur AYSEVER
Bugün, TC vatandaşlarının çoğu artık bir cumhuriyetten söz edemiyor. Çünkü doksanlı yıllarda liberal solun acımasızca eleştirdiği ve adına da ikinci cumhuriyet dediği rejim, yerini Yeni Türkiye denilen duruma bıraktı. Durum diyorum; çünkü sağlık, hukuk, eğitim, ekonomi, dış politika, kültür-sanat, bilim vb. her alanda cehalet ve vasatlık söz konusu.
Geçtiğimiz aylarda, tam da sözünü ettiğim durumu anlatan bir kitap yayınlandı. Prof. Dr. İbrahim Kaya, Yeni Türkiye’ye farklı alanlarda ve eleştirel gözle bakan akademisyenlerin makalelerini derleyerek, kitaplaştırdı. İmge Kitabevi’nden “Yeni Türkiye’nin Toplumsal Yapısı”* adıyla basılan kitapta eğitim, kadın, kentsel dönüşüm, aile, siyaset, hukuk, medya ve nüfusla ilgili başlıklarda Yeni Türkiye irdeleniyor. Her biri ayrı bir kitap konusu olsa da, genel bir bakış açısı elde etmek için önemli bir kaynak kitap yaratılmış.
Aykırı Akademi adına “Yeni Türkiye” üzerine Prof. Dr. İbrahim Kaya’yla, “Yeni Türkiye’de Kadın” başlığında da Doç. Dr. Şehriban Kaya’ya sorularımızı yönelttik. Söyleşiyi iki bölüm halinde yayımlıyoruz. İlk bölümde söz Prof. Dr. İbrahim Kaya’da...
Yeni Türkiye hangi tarihte doğdu ve neden?
Yeni Türkiye’nin kökleri elbette 1980 darbesine ve özellikle Özal dönemine kadar götürülebilir. Yeni Türkiye’yi “modernliği olmayan kapitalizm” olarak tanımlıyorum; yani, bir taraftan kapitalizmin sınır tanımaz biçimde genişlediği fakat diğer taraftan da politik ve kültürel modernliğin gerilediği bir ülke Yeni Türkiye. Bu sözünü ettiğim sürecin temelleri dediğim gibi 12 Eylül ve Özal tarafından atıldı. Ancak, yine de, bugün tanıklık ettiğimiz, her geçen gün daha “sert” düzeyde hissettiğimiz Yeni Türkiye, son dönemlerde, özellikle AKP iktidarı ve Gülen Cemaati ortaklığı döneminde, su yüzüne çıktı. Bireylerin, kurumların ve nihayetinde toplumun üzerinde “İslamcı” egemenliğin kuruluşu bu sözünü ettiğim dönemde gerçekleşti. Bir taraftan talancı, hiçbir kurala riayet etmeyen bir tür “feodal” ekonomik model bütün yaşam alanlarını kuşattı, diğer taraftan da bireysel özerklik, kurumsal özerklik ve kolektif özerklik çökertildi. İşte bu Yeni Türkiye esaslı anlamda “yeni” bir olgudur.
Bir binaya benzetsek Yeni Türkiye’yi, temelinin sağlam olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve bunu Eski Türkiye ile kıyaslar mısınız?
Yeni Türkiye’nin tek bir temelinden ziyade “temellerinden” söz etmek gerekir diye düşünüyorum. Bu temelleri şöyle ifade edebiliriz: Modernliği reddeden kapitalizm, çoğunlukçu demokrasi anlayışı ve İslamcı ideoloji. Şimdi bu üç temel esasında yaşama dair üç temel sorunsala Yeni Türkiye’nin aktörlerinin verdiği yanıtlardır: ekonomik sorunsal, ki temel ihtiyaçların nasıl karşılanacağı sorunsalıdır; bir tür feodal mantığa dayalı talancı kapitalizmle çözülmek istenmektedir. Hukuk kurumunun neredeyse yok sayıldığı “kuralsız” bir kapitalizmdir bu. Politik sorunsal, ki toplum halinde birlikte yaşamanın politik temellerinin nasıl sağlanacağı sorunsalıdır; çoğunlukçu bir demokrasi aracılığıyla çözülmek istenmektedir. Yani “Sünni-ortodoksluğun” birleştirici olduğu varsayımına dayanan, farklılıkları “bütüncül” millet anlayışıyla “geçiştiren” bir siyasa modeli önerilmektedir. Epistemik sorunsal, ki eylemlerimize hangi bilginin kılavuzluk edeceği sorunsalıdır; İslamcılıkla çözülmek istenmektedir. Yani bilimsel, sanatsal, felsefi bilginin dışında İslami bilginin eylemlerimize kılavuzluk ettiği, etmesi gerektiği varsayımına dayanan bir kültürel saha anlayışı söz konusudur. Teorik düzeyde konuşursak, bu üç temelin çağımızda bir toplumu inşa etmesi ve sürekliliğini sağlaması olanaksız görünür. Ancak, bugün Türkiye’nin geldiği noktayı dikkate aldığımızda bu temellerin zayıflaması, aşılması çok kolay görünmüyor. Aslında tüm dünyada yaşanılan bir “gerileme” döneminde olduğumuzu söylememiz gerekiyor; ama Yeni Türkiye, kanımca, bu gerilemenin en “saf” örneklerinden birini teşkil ediyor. Avrupa’da “yeniden Aydınlanma”, “yeni modernlik”, “tekrar ilerleme” temalarının bazı önemli sosyal bilimciler için merkezi çalışma temalarını oluşturmaya başladığını görüyoruz. Ciddi bir gerilemeden söz edildiğini biliyoruz. Bana göre çağın en temel sorunu kapitalizmin demokrasiye karşı kazandığı zafer veya demokrasinin kapitalizm karşısında yaşadığı hezimettir. Bu nedenle, demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkinin 1989’dan buyana asimetrikleşmesi temel sorunu oluşturuyor. Tekrar bir simetrinin kurulması yönünde atılacak her adım elbette Aydınlanmadan yana olacaktır. Eski Türkiye’den anladığımız Cumhuriyetin inşası ise, sözünü ettiğim üç temel açısından şunları söylemek gerekir: ekonomik sorunsalı çözmek için kamuculuğun ağırlıklı olduğu bir ekonomik model sunuyor Cumhuriyet. Politik sorunsalın çözümü için politik sahanın önemine vurgu yapan, kamusal sahanın önceliğini önemseyen, cumhuriyetçi bir siyasa temelinde toplum halinde birlikte yaşamayı öngörüyor. Kültürel-epistemeik sorunsalın çözümü için ise bilimsel-laik bilgiyi ve genel anlamda Aydınlanmayı temel olarak görüyor. Bu temeller bugün de birlikte yaşamanın önemli bir modelini ifade ediyor; halkçı, kamucu, sınırları hukuka riayet etmekle belirlenen ekonomi, sorumluluk üstlenen katılımcı yurttaşların ortak sorunları ortaklaşa çözmelerini öngören siyasa ve bilimsel bilgiyi eylemlerimizde kılavuz olarak gören kültürel model.
“Gezi Direnişi modernliğin kaybına ilişkin bir bilinçliliğin ürünüdür.”
Yeni Türkiye inşa edilirken bir Gezi Direnişi bir de darbe girişimi yaşandı. Bunların nasıl bir değişime yol açtığını düşünüyorsunuz?
Gezi Direnişi, özellikle genç kadınların ve genç erkeklerin modern-dışılaşma dediğim süreci fark ettikleri an ortaya çıktı. Yani “bütüncül” toplum, araçsal demokrasi, İslamcı kültür anlayışlarının toplumsal yaşam alanlarında ağırlıklı olarak hissedilmeye başlanması ve durumun ciddiyetinin gençler tarafından ve özellikle de genç kadınlar tarafından fark edilmesi ile birlikte direniş başladı. Bir başka ifadeyle; Gezi Direnişi modernliğin kaybına ilişkin bir bilinçliliğin ürünüdür. Bir kurtuluş yani Aydınlanma hareketi olduğu hususunda şüphe yoktur. Bu nedenle entelektüellerin Aydınlanma, laiklik, cumhuriyet gibi “yaşamsal” konulara önem atfetmeye başlamasında en önemli dinamik oldu; böyle bir sonuç verdi en azından, her ne kadar kurtuluşu başaramamış olsa da. Esasında modern-dışılaşmanın önüne geçilebileceği, Aydınlanmanın tamamlanması yönünde adımlar atılması gerekliliği bilincini oluşturması bakımından Gezi’nin kazanımları vardır. 15 Temmuz darbe girişimi ise tam da sözünü ettiğim modern-dışılaşma sürecinin verdiği sonuçtur. Yani İslamcı darbe girişimi bizzat İslamcı kültürün verdiği sonuçtur. İki anti-seküler gücün kapışması, sen mi yoksa ben mi ülkeyi yönetiyorum çatışmasının ülkeyi getirdiği yer kaos, hatta bir iç savaş riskidir. Modern-dışılaşmayı birlikte gerçekleştirenler yani Yeni Türkiye’nin aktörleri olanlar güç savaşımında ülkeyi ne yazık ki uçurumun kenarına getirdiler. İslamcı darbe girişimi başarılı olsaydı, laik cumhuriyet tümüyle rafa kaldırılacaktı. Buradan çıkan ya da çıkmak zorunda olan ders birlikte yaşamanın modelinin laik siyasa olduğu gerçeğidir.
15 Temmuz sonrası siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, iş adamları vs. herkes birlik ve beraberlik vurgusu yaptı; toplumda hiçbir ayrım kalmamış gibi “dayanışma” sahnelerine tanıklık ettik. Siz toplumbilimci olarak, bu duygunun toplumda sahici bir karşılık bulduğunu gözlemliyor musunuz?
15 Temmuz İslamcı darbe girişiminin toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından reddedilmesi esasında toplum halinde birlikte yaşama ideali açısından çok önemli ve değerli bir tutumdur. Ancak, bir toplumun kendi özüne yönelik böylesi bir tehlikeye karşı birlikte hareket etmesi, zorunlu olarak, o toplumun “bütüncül” bir şekilde yeniden bütünleşmesini gerektirmiyor. Dayanışma aslında çok özlediğimiz, muhtemelen de unuttuğumuz temel insani bir değer. Ancak, dayanışma “belirli” bir grubun onaylanması, “gücün” sağlamlaştırılması amacı için araçsallaştırılmamalı. Toplumda FETÖ’ye karşı dayanışma büyük ölçüde var ama aynı zamanda bu dayanışma adı altında gücün kendisini sınırsız biçimde yeniden yapılandırdığına ilişkin eleştirel sesler de yok değil. FETÖ ile bağlantısı olmayan insanların da açığa alındığı, ihraç edildiği dolayısıyla iktidarın kendisine muhalif güçleri mümkün olduğu ölçüde tasfiye ettiği yönündeki eleştirinin toplum halinde birlikte yaşama ideali için ciddiye alınması şart. Bu eleştirinin dikkate alınması nasıl ki bir gereklilikse, FETÖ’nün, yani hukuk-dışı yöntemlerle devleti uzun bir süre yönlendiren çetenin devletten temizlenmesinin de gereklilik olduğu unutulmamalı. Artık her yönüyle aşikarlaşmıştır ki pek çok sayıdaki Aydınlanmacı, cumhuriyetçi, laik insana FETÖ tarafından kurulan kumpaslar hafife alınacak, geçiştirilecek kumpaslar değildir. Bu nedenle, FETÖ’nün devlet kurumlarından temizlenmesini destekleyen Aydınlanmacı, cumhuriyetçi, laik insanları AKP destekçisi olarak etiketlemek de acımasızlık olur.
“Sınıf bir analitik kategori olmaktan çok bir gerçeklikse eğer, Türkiye’de öznel anlamıyla sınıftan bahsetmek oldukça zordur.”
Türkiye’de sınıfa nasıl bakıyorsunuz? Bilinci, örgütlülüğü ve sendikal faaliyetlere katılımı yönünden bir değerlendirme yapar mısınız?
Sınıf bir analitik kategori olmaktan çok bir gerçeklikse eğer, Türkiye’de öznel anlamıyla sınıftan bahsetmek oldukça zordur. Örneğin, oldukça düşük maaşla çalışan bir devlet memuru kendisini “orta sınıfa” mensup olarak görüyorsa, siz onun koşullarını hatırlatıp nesnel olarak işçi sınıfına ait olduğunu belki söyleyebilirsiniz, ama ona sınıf-bilincini ve ideolojisini içselleştiremezsiniz. Marx’tan bu yana üretim araçlarına sahip olup-olmamak ölçütü nesnel düzeyde sınıfın tanımında kullanılmaktadır, ama işte sadece kullanılmaktadır! Gerçeklik her zaman kişinin kendisine ilişkin tanımını yönlendiremez. Bunun dışında kimlik politikaları yani nasıl yaşayacağımızdan ziyade kim olarak yaşayacağımız sorusu uzun zamandır gündemi belirlemeye devam etmektedir. Sınıf, bu nedenle, önemli ölçüde, cinselleşmekte, etnikleşmekte, ırksallaşmaktadır. Yani kendi başına ayrı bir aidiyet sunamıyor insanlara. Sendikalara da baktığımızda görüyoruz ki emeğin yaşam koşullarını iyileştirmekten öte başka hedefleri var sendikaların; etnikçi, dinci vs. hedefler. Dolayısıyla, bir çıkışın, yeniden kuruluşun öznesi olarak sınıfsal özneyi tekrar devreye sokmak çözüm oluşturacak gibi görünmüyor.
Köy Enstitülerinin kapatılmasından bu yana eğitimde muhafazakârlaşmanın önü açıldı. Bugüne kadar pek çok siyasal iktidarla sınandı Türkiye. AKP iktidarını, özellikle eğitim anlamında, diğerlerinden farklı kılan ne oldu sizce?
AKP’nin iktidar olduğu tarihsel an, bazı yaklaşımlara göre “modernliğin”, “politikanın” hatta “tarihin” son bulduğu bir andı. Evrenselliğin tökezlediği, Aydınlanmanın pabucunun dama atıldığı, ilerlemenin kendisini tükettiği bir tarihsel süreç olarak “yanlışlıkla” değerlendirilen bu süreçte her şey mümkündür anlayışı neredeyse kural gibi kabullenildi. Böyle olunca; AKP ciddi eleştirel, sorgulayıcı çıkışlarla yüzleşmeden istediklerini hayata geçirdi. Eğitim meselesine de böyle bakmak lazım kanımca. Hâlbuki AKP’nin iktidara geldiği 2002’de bu sözünü ettiğimiz tezlerin hepsi önemli ölçüde Batı’da terkedilmiş tezlerdi. O nedenle önemli sosyologlar modernliğin ikinci döneminden, yeni Aydınlanmadan, tekrar ilerlemeden söz etmeye başlamıştı. Ancak Türkiye’deki liberal, “sol” entelektüeller, akademisyenler modernliğin sonunu kutsuyor ve AKP’yi demokrasinin aktörü olarak kucaklıyordu. Dolayısıyla, hiçbir dönemde tam anlamıyla İslamileştirilemeyen eğitim AKP döneminde kolayca İslamileştirilebildi.
Toplumsal hareketlerin yerini sosyal medyadaki hashtag’le tepki verme aldı diyebilir miyiz? Sosyal medyanın kitleler üzerindeki etkisini nasıl yorumlarsınız?
Sosyal medya, kuşku yok ki, çok fazla sayıda insana ulaşmada ve onları belirli bir hedef doğrultusunda, kısa sürede örgütlemede çok başarılıdır. Gezi direnişinde mesela, bilgi paylaşımı, dayanışma ve dolayısıyla örgütleme açısından çok önemli işlevler üstlendi. Yani olumlu bir yönü var sosyal medyanın. Ancak diğer taraftan, insanların sokakla olan bağını kesme riskini içeriyor. Klasik anlamdaki kamusal sahayı zayıflattığı söylenebilir ama diğer taraftan da bir tür yeni kamusal sahayı inşa ettiği de aşikâr. Zaman içinde sosyal medyanın olumlu-olumsuz sonuçlarını daha net biçimde göreceğiz. Hashtag aracılığıyla sosyal hareketlerin güç kazandığını dolayısıyla söylemek mümkün ama sosyal hareketlerin yerini sosyal medyadaki tepkinin aldığını söylemek zor.
“Hiçbir toplum kendiliğinden, zaruri biçimde değişmez. Toplumun değişmesi kuşkusuz aktörlere ihtiyaç duyar.”
“Daha ne olması gerekiyor bir şeylerin değişmesi için” diyen insanlardan oluşuyor belki de Yeni Türkiye. Toplum değişimi nasıl sağlayabilir?
Evet, toplumun bir bölümü böyle düşünüyor ama tümü değil! Böyle düşünenlerin çok ciddi bir çıkmazda olduklarına ilişkin bir öz-anlayışa sahip oldukları da aşikâr. Hiçbir toplum kendiliğinden, zaruri biçimde değişmez. Toplumun değişmesi kuşkusuz aktörlere ihtiyaç duyar. Tarihsel deneyimden, yani insanlık tarihi denilen süreçten bahsetmemizi mümkün kılan, aktörlerin eylemliliği ve dolayısıyla öncülüğüdür. Toplumun değişmesi yönünde kararlılığı olan aktörlerin elbette projelerinin de olması şarttır. Bir de tabii toplumu tanımak, bilmek bir gerekliliktir. Ekonomik ve politik güç ilişkileri de, mevcut değer ve normlar sistemi de aktörlerin bilgisi dahilinde olmak durumundadır. Yani mevcut yapıya ilişkin bilginiz yoksa onu değiştiremezsiniz. Burada sözünü ettiğim aktörler yanlışlıkla seçkinler olarak anlaşılabilir. Hayır, aktör mevcut toplumsal düzeni değiştirebilecek kapasiteye ve eylemliliğe sahip olandır; mesela işçi de olabilir, bürokrat da. Bugünkü koşullarda özgürlüğü ve dayanışmayı aynı anda talep eden bir program, mesela, yeni Türkiye’den çıkışın yolunu inşa edebilir. Bireysel özgürlüğü kolektivizme feda etmeyen ama aynı şekilde dayanışmayı bireyciliğe feda etmeyen “cumhuriyetçi” bir proje şaşırtıcı düzeyde kalabalık kitleleri yanında bulabilir. Aydınlanmayı gerçekleştirme hedefini programının her bir paragrafına işlemiş, halkçı bir çıkış toplumun desteğini alabilir.
Çocuk istismarının ve hatta bebek tecavüzünün neredeyse her gün haber olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Şaşırmaz hale geldik bir anlamda. Değerleri bu denli yozlaşmış bir toplum yeniden nasıl inşa edilebilir?
Aslında bu durumu sıradanlaşan kötülük ve toplumun temize çekilişi diye nitelemiştim. Yani kötülük sıradan, olağan, neredeyse hayatın kaidesi gibi içselleştirilmiş ve kötülüğün esas faili toplum temize çekilmiş. Çözüm ise kolay değildir. Mevcut değerlerin yenileriyle değiştirilmesi elbette zorlu bir iştir; yani, yozlaşmış bir kültürel evrende yaşıyorsanız, onu kısa bir sürede yozlaşmadan kurtaramazsınız. Bu belirli bir tarihsel zaman dilimini gerektirir. Bu zaman diliminde de başta eğitim sistemi olmak üzere yapısal düzenlemelere gitmeniz şarttır. Çözülmüş, yıkımına ramak kalmış toplumların yeniden inşası sanılanın aksine daha kolay da olabilir. Ancak, bunun gerçekleştirilmesi için koşulların çoğu olgun olsa da, eğer aktörleriniz ve projeniz hazır değilse, gerçekleştiremezsiniz. Bazen de tam aksi yönde, şaşırtıcı gelişmelere tanıklık edersiniz; mesela bütün koşullar olumsuzken, aktör olmazı olur hale getirebilir. Sanırım Mustafa Kemal en önemli örneklerden biridir.
Travma yaşayan bir toplum nasıl tedavi edilebilir?
Toplumun tedavi edilmesine yönelik bir reçetemiz yok. Erich Fromm’un ileri burjuva toplumu dediği toplum üzerine konuşurken esasında bireyler değil ama tüm toplum çıldırmış durumdadır anlayışını anımsadım. En tehlikelisi de bu elbette, yani bir toplumun tümden hastalanması; faşizmin, totaliterliğin yükselişe geçişi en çok gerçekleştirdiği toplumlar, sağlıksız toplumlar. Yine Fromm’un dediği gibi sağlıklı toplum, özgürlüğün yaşandığı, sevginin esası oluşturduğu toplum, tarihsel deneyimde oldukça önemli ölçüde görünür kılınmıştır ama bugün bizim açımızdan ufukta zar zor görünmektedir. Çabalamaktan başka şansımız yok.