Uzun sürer: Yaşlılık
Aytuna Tosunoğlu
fotoğraf: Toni Luciani
Evin düzeninde küçük değişiklikler kendiliğinden gelişir. Plan yapılmamıştır, her şey doğal olarak yeni yerlerini alır. Adımlar eskisi gibi tam, sert ve açılı atılmadığı için düşme tehlikesine karşı halılar kaldırılır. Terlikli adımlar yere sürülerek atıldığı için kaldırılır halılar pey der pey... Çünkü fren etkisi yapar, düşüverirsin. Ya da minik bir rulo haline gelir terliğinin altında ve yaşam boyu oradan oraya koşan, bıkmadan seni taşıyan bacaklarının şakası oluverirsin. Bir yaşlı için en tehlikeli durum düşmektir... Kemiklerin artık bir bebeğin ki kadar narindir, kırılgandır. Bebeğin kırığı yaşı kadar gün geçince iyileşir derler. Yaşlının yaşı kadar geçireceği gün kalmış mıdır? Üstelik bir kırıkla yatağa mahkum olmak da var, giderayak.
Zor zanaattır yaşlılık...
Peki, ne zaman bir insan yaşlı olur? Bu sorunun cevabı Amerikalılara göre gayet net; 68 yaşında. PEW Araştırma Merkezi yakın bir tarihte, 18 yaş ve üzeri kadın/erkek grubuna anket yapmış. 68 yaş kavramı üç bine yakın cevabın ortalaması olarak çıkmış. Ancak, cevaplar yanıtlayan kişinin yaşına ve cinsiyetine bağlı olarak değişkenlik göstermiş. 30 yaşın altındaki pek çok kişi tipik bir insanın 60ıncı yaş gününe ulaşmadan yaşlı olduğunu söylemiş. 65 ve üstünde olanlar yaşlılığın 74 yaşında başladığını söylemiş, ankete göre. Kadınlar ortalamada bir insanın 70 yaşında yaşlandığını söylerken, erkekler 66 yaşın yaşlı olduğunu ifade etmiş.
Fikirler muhtelif... Yaşlılık evrensel... Kimine göre bağımsız yaşayamamak ya da artık araba kullanamamak, kimine göre bildik adları sık sık unutmak ya da merdiven çıkma sorunu yaşamaya başlamak yaşlılıktır. Kimine göre idrar kontrolü sorunu yaşamak, kimine göre emekli olmak veya torun sahibi olmak demek yaşlanmak demektir. Bendenize göre, bir akşam vakti uzaktan gördüğüm evin odalarında yanan ışıkların teker teker sönmesidir, yaşlılık... Önce halılar kaldırılır, sonra ev içi rutin hareket alanları favori koltuğun etrafı ile sınırlanır. Camın önünde perde hep yarı açık kalır. Dışarıdaki hayat izlenir, artık. İçinde yer alınmaz.
Batı medeniyeti okumaları bize şöyle yorumlar yaptırıyor: 19uncu yüzyıla kadar yaşlılık konusu sanat ve edebi alanlarda ele alındı. Bizlerin de dahil olduğu 20inci yüzyılda sadece sanatın ve edebi alanların ilgilendiği bir konu olmaktan çıktı ve bilimsel bir ilgi alanı haline geldi. Konunun bilimsel bir ilgiyle ve kapsadığı tüm yönleriyle incelenmesinde teknolojik gelişmelerin önemli bir etkisi var, kuşkusuz. Bilen, bilir: Tarım dönemi yerini sanayileşme dönemine bırakınca yaşamın her alanında insan emeğinin yerini makine emeği aldı. Bu ne demekti? Yaşam standartlarının yükselmesi, kentleşme ve kentlileşme sürecinin hızlanması, beslenme, barınma, hijyen ve sağlık koşullarında insanlığın daha iyi bir düzeye ulaşması demekti. Yaşam standartlarının iyileşmesi demek insanın ortalama ömrünün uzaması demekti. Kaynaklar bu konuda çarpıcı bir çıkarımda bulunuyor: 20inci yüzyılın ikinci yarısına kadar ortalama insan ömrü 40-45 yıl iken, şimdilerde ortalama 65 yaşın üzerine çıkmış. Bu iyi haber. Diğer taraftan, teknolojik gelişmeler yaşam biçimini ve toplumsal yapıyı da dönüştürdü. Sanayileşme öncesi, aile bireylerinin kendi aralarında ve aile dışındaki sosyal çevreleriyle olan ilişkilerinde güçlü bir bağlılık ve organik dayanışma hakim iken, sanayileşme ile birlikte bu ilişki biçimi yerini duyarsızlaşma ve yoğun bir rekabete dayalı mekanik bir dayanışmaya bıraktı. Yani, “biz” duygusu hakim iken, sanayileşme sonrası “ben” duygusu öne çıktı. Buna bağlı olarak “birey”, “bireycilik” kavramlarının yaygınlaşmasıyla psikolojik ve sosyolojik açıdan yaşlılığın bir sorun olarak ele alınması durumu doğdu. Medenileştikçe yaşlı insanların sorunları da arttı, tabiki...
Homeros, “Gençlerin, yaşlıların yetenek ve tecrübelerinden yararlanmaya hazır olduklarını” söylemişti. Yaşlı insanların tecrübe ve bilgeliğine vurgu yapıyordu. Eflatun da yaşlılık dönemindeki bireylerin etkinliğini ve durumunu, gençlik ve yetişkinlik dönemlerindeki yaşam tarzının belirlediğini ifade etmişti. Yaşlıların hırçın ve kavgacı bir kişilik yapısına büründükleri görüşünde olan Aristoteles, “Hastalığı, zamansız gelen bir yaşlılık; yaşlılığı da doğal bir hastalık” olarak tanımlıyor. Kendisiyle bu konuda tamamen zıt fikirlere sahip olan Pergamon’lu Galen ise yaşlılıkta çeşitli yakınmaların olduğunu kabul etmekle birlikte yaşlılığın bir hastalık olmadığı görüşünü benimsemişti. Zira hastalıklar “doğaya karşıt süreçler” iken; yaşlılık “doğal bir süreç”tir, ona göre. Shakespeare bizi rahatsız etmek istercesine, insanın yaşam sürecinin yedi dönemden ibaret olduğunu söylemişti. Mealen, çocukluğu yüzü pırıl pırıl, mahmur ve çaresizlik olarak anar. Sonra sevgilisinin kaşları için acıklı türküler yakan bir genç oluverir. Hayatın ün peşinde koşma, atak olma ve kavgacı dönemi gelir, ardından. Derken, koca göbekli, semiz horozlarla beslenen, sert bakışlı biri olur. Ve “gençliğinin daracık pantolonu, dünyalar kadar boldur artık kuru bacaklarına...” diyerek son dönemi anlatır. Bu dönemde başa dönülür ve ikinci çocukluk dönemidir, yaşlılık.
Beyaz saçlar ve yüz buruşukluğu artık oyunun bitmek üzere olduğunu ve sahneyi başkalarına bırakma zamanı geldiğini hissettirir. Sanıyorum, yaşlılığın en büyük derdi bedenin kuvvetten düşmesinden ziyade ruhun ilgisizliğe kapılması... Aktif yıllarında hedeflerinin yarısını bile gerçekleştirememiş olmak duygusu yaşlılığın kötü geçmesine bir neden olabilir mi... Alman filozof Schopenhauer bu dönemin yaşamın mutsuz dönemi olarak adlandırılmasına karşı çıkmıştı ve tam tersine, bu dönemi gerçeği görmeyi sağlayan deneyimlerin daha yoğun olduğu ve huzurun hakim olduğu, sakin bir dönem olarak nitelendirmişti.
Film yönetmeni Ingmar Bergman demiş ki, “Yaşlanmak, bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır. Ama görüş açınız genişler...”
Ne güzel demiş.
89 yaşında her akşam gibi bir akşam evinde yatağına yatmış, sabah kalkmamış, Bergman. Uykusunda gitmiş.
Bu da ne güzel olmuş...