Menu

Sıradanlığın Güvenli Yolu

Aytuna Tosunoğlu

Atina’yı benimle gezmenizi isterdim. Son model laptop çantasını boynuna çapraz asmış, uzun etekli Hıristiyan Ortadoks rahiplerin meyhaneler sokağında şarap içip, gelen “mail”lerine bakması bizi gülümsetirken, hayatın sıradanlığının antik Yunan kenti olan Atina’nın tarihi kalıntıları arasında dolaşırken iliklerimize işlemesi, tüm insanların (geçmişten, geleceğe) uzun hayat yolunda güvende hissetmesine de vesile oluyor.

 

Aykırı Akademi’nin kurucuları bu yazarınıza “Gel, burada bir köşen olsun, orada yaz” deyince olan biten herşeyden (geçmişinden, şu ana, oradan belki geleceğe) nem kapan, kendine pay çıkartan (yolda bulduğu seneti gidip ödeyen yurdum insanı gibi), “ben de sorumluyum herhalde” diyen bir insan olarak şahsıma sunulan bu güzel fırsatı Nemölçer isimli bu köşede değerlendirmenin keyfi içindeyim. Üstelik özgürce nefes alabileceğimiz sarih alanların sayısı az iken, okuyucu sayısı gözle görülür biçimde artan bu bereketli ve gelecek vaadeden  özgürlük rüzgarını yaratan ve sürekli kılan platformda saçlarım uçuşarak, temiz nefesler alarak, ama mutlaka nem kaparak yazacağım.

Vesileyle dostum Enver Aysever’e ve arkasındaki orduya(!) teşekkür ederim.

Bugün nem kapıp ölçmek istediğim noktaya gelince: Sandıktan çıkan oyun çoğunlukla kahverengi ya da beyaz renk olması konu değil. Konu, başka bir şey. Oy kullanmak için insana ihtiyaç var. İnsanı bulduk. İnsanın kullandığı oyun korunması için sisteme ihtiyaç var. Sistem de var, işte şurada duruyor. Şimdi sistemin uygulanması için insana ihtiyaç var. O yok, galiba...

Maymunun insanlaşmasında nüktenin rolü nasılsa, maymunun kanun ve kural koyucu evreye gelişiyle insanlaşmasının rolü de ortada. Ama yok, insan yok. Maymun da değiliz ki, artık...

Dünyanın, komşu ülkelerin ve bu ülkenin daha İYİ yaşanacak bir yer haline gelmesi için çabalayan, eşeleyen, gecesini, gündüzünü, kurulu düzenini, sağlığını, hayatını feda eden nicelerini ve başta Mustafa Kemal Atatürk’ü unuttuk diyelim (unutmakla en insaflısını yapmış oluruz zira bazıları ona ve sülalesine bu günlerde medya aracılığıyla giydiriyor çünkü!) örnek aldığımız bir sistemi geliştirmek, aksayan yerlerini tedavi etmek, özgürlükçü ve adil bir anlayışı oturtmak yerine ne yaptık... Yapamadık, birşey.

Geçmiş ile günümüz arasında derin bir ayrılık olduğunu savunmak, ta başından beri yaşadığımız dünyayı anlam farklılığı içinde ele almaya ve onlar içinden yeni kuramlar üretmeye yaradı. Oysa anlamak için yeniye ihtiyaç var mı?  Malzememiz insan. Bir kez daha: malzememiz, İNSAN.

Atina’yı benimle gezmenizi isterdim. Son model laptop çantasını boynuna çapraz asmış, uzun etekli Hıristiyan Ortadoks rahiplerin meyhaneler sokağında şarap içip, gelen “mail”lerine bakması bizi gülümsetirken, hayatın sıradanlığının antik Yunan kenti olan Atina’nın tarihi kalıntıları arasında dolaşırken iliklerimize işlemesi, tüm insanların (geçmişten, geleceğe) uzun hayat yolunda güvende hissetmesine de vesile oluyor. Bu duyguyu devamlı kılmak önemli. Değişen hiçbir şey yok, insanda. Hayatın sıradanlığı sadece tek bir insan ömrünün sınırladığı linear (doğrusal) zamanda değil, tüm insanlıkta. Ve bu sıradanlık herhangi bir kalıba sokulmayacak kadar değerli. Sıradanlığın içinde hepimiz, atalarımız, bizden öncekiler, bizden sonrakiler, herkes var.

Bakın nasıl...

Milattan önce beşinci yüzyıl Atina’sında hayal ettiğimiz bir insan, bir Atinalı olalım. Yarı yarıya örttüğümüz bedenimiz ile dik, direkt karşıya bakarak ve geniş adımlar atarak yürüyelim, arada duralım, etrafımıza bakalım, birileriyle anlık gözgöze gelelim, o zaman selamlayalım onları... Adımlarımız bizi şehrin agorasına (yani alım/satım işlemlerinin de gerçekleştiği çarşı meydanına) getirmiş olsun.  Bizim gibilerin meydana getirdiği dinamik bir kalabalıktayız, an itibariyle. Atina şehrinin ortasında yer alan bu agora, merkezi işaret etmektedir. Agora etrafındaki binalar belli bir master plan çerçevesinde inşa edilmemiştir. Meydanın etrafında evler, evlerin bir odasında dükkanlar yer alır.  Ortada orkestra olarak anılan bölümde dini danslar sergilenir (şimdiki anlamını veren bu isim, bizim şimdi hayali olarak dolaştığımız Atina’nın milattan önceki beşinci yüzyılında dini danslar ve ona eşlik eden koronun yarım daire şeklindeki yerine verilen isimdir).

İnsanları eğlendiren gösteriler yani dini olmayan gösteriler için Acropolis’in kuzey yönüne denk gelen Odeon’a ve hemen yanındaki antik tiyatroya gitmek gereklidir. Tüm bunlar, insanın kendisini ifade etmesini sağlayan enerji mekanlarıdır. Bu yolla ruhsal yapısı dışarıdan sürekli uyarılan ve duygularını hissedip ifade edebilen bir Atinalı olduğumuzu hayal etmeye devam edelim (aynı zamana denk gelen Anadolu’da da bir kısmını günümüze kadar koruyabildiğimiz agoralar, orkestralar, odeonlar var – “Ben Antik Atinalı olmak istemiyorum” diyenimiz olursa diye yazdım. Oysa o dönemde de, şimdi de aynı insanız; doğaya aitiz ve karşımızdaki insanda yansıyanız).

Bu hayali yolculukta benim sizi götürmek istediğim yer başka... Agora’dan yani çarşıdan çıkalım ve orkestrada bahara hoşgeldin ayini yapan, başı çiçeklerden taçlı, vücut gelişimini taze tamamlamış kızları geçelim (milattan önce Adadolu’da Hıdırellez kutlaması yapan kızlar da olabilir, yanından geçtiklerimiz. Başa taç olmuş gelincikler, papatyalar, yaseminler hala aynı değil midir?) Adına Strategeion denen, kentin idaresinde söz sahibi olmayıp, güvenliğinden sorumlu donanma komutanlarının binasının önünden yürüyerek, yormayan bir açıyla yukarıya, tepeye doğru çıkalım.  (Bizans’ta, İstanbul’da, beşinci yüzyılda Fatih ile Unkapanı arasında kalan bölgede de Strategeion vardı – arkeologlar bilir. Osmanlı Donanması da orada konuşlandı.)

Yürümekte olduğumuz tepenin adı Pnyks’dür (Pnüks diye okunuyor) ve halk meclisi orada toplanır. Konum olarak doğal bir çanağı andırır. Dinleyicilerin sırtı kuzey rüzgarlarına karşı korumalı tepenin oyuğundadır. Konuşmacı aşağıda, çanağın orta yerine karşılık gelen hitabet kürsüsünden karşısında tepenin doğal oyuğunda yer alan yaklaşık 1000-2000 kişilik kalabalığa buradan sesleniyor. Az önce agoranın yine açık havadaki yaşamı, bizim az önce yukarıda yaptığımız gibi çoğunlukla yürüyen ve/veya ayakta duran insanlar arasında gerçekleşen yaşamı, bu tepeye geldiğimizde tıpkı antik tiyatroda olduğu gibi, oturma pozisyonuna geçmemizi gerektiriyor. Artık seyirciyiz. Aşağıda hitabet kürsüsünden çıplak sesle bize seslenen konuşmacıyı dinlemekteyiz. Konuşmacının arkasında hiçbir fon yok. Onun sesi bize tepeler ve gökyüzü panoramasının arasındaki aracı konumunda duran alandan gelmekte... Bu hayali halk meclisinin bir üyesi olabilmemiz, içeriye girebilmemiz için mutlaka bir Atinalı anne/babadan doğmuş ve onsekiz yaşını doldurmuş olmamız gerekiyor. Milattan önce beşinci yüzyıldan da öncesinde yine bu alanda, daha küçük bir dinleyici topluluğu bu defa ayakta dinlemekte ve tartışmalara katılmakta idi. Oturma pozisyonuna geçişimiz bir tür edilgenliği, yönetilme ruhunun yerleşimini sağlamış olabilir mi...  İnsanız sonuçta. Kollarımızı iki yana yerleştireceğimiz koltuklar yapmayı ilk defa milattan sonra 1700’lerin başında keşfettik.

Hayali gezimizde, Pnyks tepesindeki Ekklesia’da; yani bütün yurttaşların katıldığı toplantı anlamına geliyor, yılda tam kırk defa toplandığımız yerdeyiz ve oturuyoruz. Bunun anlamı, her 9-10 günde bir toplanmak demek. Meclise girişte kentin zengin sınıfının ağır varlığını dengelemek amacıyla bütün yurttaşlara bir katılım ücreti ödeniyor. Zengin olan geliri az olana para dağıtıyor ve dikkatinizi çekerim, Marx’ın Das Kapital’i yazmasına 2.340 küsur yıl var.

Pnyks tepesindeki Ekklesia toplantıları sabahın erken saatlerinde başlayıp, güneş daha tepemizdeyken biterdi. Buradaki amaç çalışmak ve geçim sağlamak zorunda olan yurttaşların günün geri kalan kısmından faydalanabilmesi içindir.

Biz şimdi hayalimize geri dönelim ve bin kişiyi aşmayan halk meclisi kalabalığında insanların gruplar halinde oturuşuna bakalım. Şu tarafımızda çiftçiler grubu, önlerde balıkçılar grubu, beri tarafta zanaatkarlar ki çanak, çömlek, sandalet, zırh, kapı menteşesi vs yapanlar oturmakta. Genel olarak yüzlerde gülümseyen ifadeler... Gözler bir kedi gibi keskin, ayakta olana, yeni gelen gruplara bakıyor. Çarşıda yani agorada kalan laflama, dedikodu faslı Ekklesia bitiminde kaldığı yerden devam edecek. Düzeni sağlamakla görevli “şehir okçuları” (sniper’lar mı desek) görev yerlerinde.

Belagat kürsüsünün önünde bir hareketlenme başlayınca kalabalık kendiliğinden ve gittikçe büyüyen bir sessizliğe doğru yol almakta... Bu çok tanrılı dinin görevlileri canlı olarak getirdikleri bir besili domuzu dualar eşliğinde kurban ediyor. Kurbanın kanı damlarken yarım ay şeklinde uzanan sahnenin kenarlarından başlayarak kanla bir çizgi oluşturuluyor. İşte bu sembolik arınma sırasında din görevlileri sesleniyor, “Yaklaşın! Arındırılmış, kutsanmış alana doğru yaklaşın, Atinalılar!” Daha sonra din görevlisi sesini en arkada oturan kalabalığın da duyacağı şekliyle çıkartarak, Atinalılara, Atina’nın müttefiklerine, topraklarına tanrıların hep leyhte davranmasını talep eden duasını ediyor. En sonunda mealen, halkı kandıran acımasız kişi ya da kişiler tanrıların en kötü lanetine uğrasın, diyor. (Şu hayvan kurban etme dini ritüeli üzerine iki kelam edecek olsam, tarihin yine milattan önce ondördüncü yüzyılında, Hz.Musa’nın tamamladığı düşünülen Yaradılış kitabında İbrahim’in oğlu İshak’ı tanrıya kurban etmek istemesi ama tanrının yukarıdan bir hayvan indirmesi ve bunu kes, demesi üzerine yazılar var, derdim. Bu yazılar mantığını, işleyişini bozmadan daha doğmasına 1300 yıl olan Hz.İsa öğretilerinde ve yine aynı şekilde doğması için 1900 yıl geçmesi gereken Hz.Muhammed’in Allah kelamı Kur’an’da yer alacak, diye de eklerdim. Şimdi siz de sevmeye başladınız mı sıradanlığın güvenini? Geçip gittiğimiz insanın yolu. Neyse, biz konumuza dönelim).

Artık hazırız. Halk meclisi laik işlerini görmeye başlayabilir. Belirtmek gerek ki, Küçük Konsey tarafından kabul edilmemiş, belirlenmemiş, olgunlaşmamış hiçbir öneri ya da soru Ecclesia’ya yani halk meclisine gönderilemez. Küçük Konsey’in bir soruna “çözüm” (yani probouleuma) olarak gönderdiği, mecliste yüksek sesle ve görevli tarafından okunan bu metinler halk meclisinde oy fazlasıyla kabul edilirse hayata geçiyor. Oy pusulası yerine taş kullanılıyor, sonraları pul ve el kaldırma yöntemiyle oylama yapılıyor.

Hayali yolculuğumuzu biraz üç boyutlu(!) olarak yaşamak için (açık renkte ve kök boya ile boyanmış keten kumaş kıyafetimi – ki keteni evde dokumuşum- çengelli iğne ile tutturduğumu, sabah güneşi altında henüz sıcaktan rahatsız olmaya başlamadığımı, keçe torbada taşıdığım suyu henüz tüketmediğimi görüyorum. Az önce de Sokrates’i çaprazımda otururken gördüm. Ya siz?) Daha gerçekçi yaşamak için diyordum: Gelin, milattan önce 406 yılında, yani 2.423 yıl önce bir gün Peloponnesos Savaşı henüz sürerken, şehirdeki siyasi çekişmenin iyice hararetlendiği bir sırada halk meclisi toplantısına katılalım. 

Konu şu; Arginussai dedikleri, şimdinin İzmir’inin Dikili ilçesinde ve ana karaya 450 metre mesafede bulunan Kalem ve Garip adaları yöresinde bir büyük deniz savaşı sırasında Atinalı denizciler komutanları tarafından boğulmaya terk edilmiş. Keten elbiselerimizle oturduğumuz Pnyks Ekklesia’sında bize aksettirilen bu. Mecliste protokol görevlisi teamüller gereği, “Kim konuşmak istiyor?” diye soruyor. Hatırlayalım; 9 gün önce yaptığımız son toplantıda Atinalı bir yurttaş, meclisin komutanları mahkum etmesini önermişti.  Rütbeli donanma komutanlarından biri, o sırada denizde şiddetli bir fırtına olduğunu, geri dönüp denizdekileri almanın imkansız olduğunu inandırıcı bir dille anlatmıştı. Olaya şahitlik eden diğerleri de benzer savlar sunarak neredeyse meclisi suçsuz olduklarına ikna etmek üzereydiler. Meclisi oluşturan halktan bazıları ayağa kalkıp ölen denizcilerin kefaretini ödemeyi bile teklif etmişti. Ancak gelin görün ki, tartışmaya ayrılan zaman bitmişti. Dolayısıyla bir kısmı ikna edilmiş bir meclisle o günkü toplantı sonlanmıştı. Bugün, yani 2.423 yıl önce bir gün, meclis yeniden toplandığında bu defa başka bir Atinalı yurttaş mahkumiyet önerisini gündeme getiriyor.

Bu yurttaş, karar alınması gereken ciddi durumlarda, ki bu durum öyle – donanma komutanlarının ölümle cezalandırılması ya da beraati sözkonusu – kimlerin oy kullanacağını belirleyen prosedüre başvurup, “Şehirdeki bütün Atinalılar’ın yüzer kişilik gruplar halinde oy kullanmasını ve her gruba iki oy vazosu verilmesini” istiyor. Bunlardan birine komutanların affedilmesinden, öbürüne ise cezalandırılmasından yana olan oy taşları atılacak. Böylece şehirdeki her ortalama 100 kişilik grup tartışmalar sonunda ulaştığı karardan sorumlu tutulabilecek.

Bunun üzerine komutanlar ve onların destekçileri spekülasyon başlatıyorlar: Bu prosedür anayasaya aykırı çünkü bu mahkemenin halledeceği bir mesele, diyorlar. Buna cevap olarak hepimiz bağırıyoruz; “Meclisin, bu isteğini yapmasına izin vermemek bir canavarlıktır!” Komutanları savunan destekçiler halkın tepkisinin şiddetinden ürküyor ve “yasaya aykırı hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sokrates hariç” hepsi susup oturuyor.

Sırada komutanların savunması var. Savunmada bir önceki oturumun başarılı savlarını tekrar dile getiriliyor. Sonra da Küçük Konsey’den çıkan tavsiye niteliğindeki karara karşı çıkarak, komutanların hep bir arada yargılanması yerine ayrı ayrı yargılanmaları konusunu oya sunmayı öneriyorlar. Halk meclisinin bir bölümü önce el kaldırarak önerinin lehine oy kullanıyorlar. Vazodan çıkan sonuç, komutanların ayrı ayrı yargılanmasıdır.

Ancak daha sıcağı sıcağına oy sayımı yapılmışken, bir başka Atinalı yurttaş sonuca itirazını dile getiriyor ve kalabalığı kendi yanına çekmeyi güçlü belagatiyle sağlayınca ikinci oylama yapılıyor ve oyların yönü değişiyor. Şimdi sonuç, komutanların bir arada yargılanmasıdır. Oradan oraya savrulmanın hararetiyle su kesesindeki suyumu tüketmişim. Kürsüdeki konuşmacıların tartışmaları yoğunlaşıyor ve biz yurttaşlar bir önceki toplantıda halkı kendi yanlarına çekmiş olan komutanları mahkum etmeye karar veriyoruz. Aynı gün süratle komutanlar idam ediliyorlar. Ancak hikaye henüz bitmiş değil.

Çok geçmeden Atinalılar kararlarından pişman oldular ve suçlamalarını bu defa Halk’ı aldatmış olanlara yönelttiler. Önce idamla, ardından da karşılıklı suçlamayla sonuçlanan bu çelişkili olay akışında neler oldu? Bir kere olayın kendisi Atina’ya 1190 kilometre uzakta gerçekleşmiştir. Komutanlar adına konuşan ve tarihe yazarak not düştüğü için haberdar olduğumuz tarihçi Ksenofon, komutanlara yasal haklarından daha az zaman verilmiş olduğunu ama kendilerini gayet iyi savunduklarını söyler. Başlangıçta fırtınanın rolünü dramatikleştirerek, donanmanın içinde bulunduğu müşkül vaziyetle kafalarda empati (eşduyum) kurulmasını sağlayarak halkı kendi yanlarına çekmeyi başarmışlardı. Ama halk meclisinin konuyla ilgili ikinci toplantısında komutanları savunanlar stratejik bir hata yaparlar: Halkın karar verme hakkına karşı çıktılar. İşte o zaman büyü bozuldu.

Daha da sonrasında diğer konuşmacılar olayı başka bir kalıba sokmayı da başardılar. Öyle ki artık halkın önemli bir bölümü olayda doğal bir felaket değil, komutanların korkaklığını görmeye başladı. Komutanlar zaten öldürülmüştü, dolayısıyla bunu hakettiklerini düşündüler. Ancak, böylesi bir geri dönülmez eylemde bulunmuş halk bir süre sonra bu kararı geri almaya çalıştı ve kendilerini ikna etmiş olanların aleyhine döndü.

O gün, halkı bir o yana, bir bu yana savuran aslında belagatin gücüydü. Belagatin gücü başkalarının rızasını silah zoruyla değil, söz zoruyla kazanmak demekti. Hayat yolunda sıradan olanın ışığını siz de kuvvetle hissediyor musunuz? İnsanların hayatlarını mahveden yalanlar, aldatıcı sözler ve kurnazlıklar...

Sizi hayali bir geziye çıkarttım, 2.423 yıl öncesinin Atinasında, çarşı yolu üzerinden Pnyks tepesinde halk meclisine soktum. Çıktığımız yoldan geri dönmemizi anlatsaydım, çarşıya birkaç yüz metre mesafede donanma komutanlığına yakın hapishane avlusuna da uğramak zorunda kalacaktık. İnfazlar orada gerçekleşmişti.

Tarih bize aynı hataları yapmamız için ince ince taşlarını döşemiyor. Sıradanlığın güvenli yolu daha iyi, daha özgür, daha eşitlikçi olabileceğimizin bir aracı olmaya can atıyor.

İnsan’a hiçbir şey için geç değil.


Herkes bilsin