Menu

Karı(n) ağrısı

Aytuna Tosunoğlu
“Pek yakında, evet pek yakında/ Mezar inimin yediği etim/ Gene üstümde olacak eve gittiğimde...Bir kadın olacağım yine, yüzümde gülümseme. Otuzundayım daha. Kedi gibi dokuz canım var hem de…”


1980’lerin başında sevgili Duygu Asena’nın başını çektiği Kadınca dergisindeki makaleleri, o zaman henüz yirmilerinde olan biz kadınlar sular seller gibi okur, Simone de Beauvoir (Simon dö Bovuar okunuyor) isimli kadının Jean Paul Sartre’la olan fırtınalı ve nikahsız ilişkisini bir tarafa koyup, onun ötekileştirilmiş bizler yani kadınlar için kaleme aldığı yazılarını, felsefesini anlama yolunda birbirimizi sınardık. Hepimiz ilk savaşlarımızı annelerimize ve babalarımıza verdik. Sonra aynı ama bilinçlenmiş mücadelelerimiz hayatın biz kadınları çevreleyen her alanında devam etti. Büyüdükçe(!) Duygu Asena’nın yapmaya çalıştığı şeyi sığ, Beauvoir’ınkini hırçın bulduk. Bizim topraklarımıza uygun olan felsefe arayışı bugün de devam ediyor. Çünkü yanımıza muhafazakar kadınlar da kendi fikirleriyle geldi. Değişim/dönüşüm saatlerle, günlerle ifade edebileceğimiz bir zaman aralığında olmuyor.

Olmadığının bir örneği olarak iki kadını onlar için yapılmış iki biyografik sinema filmi çerçevesinde anmak isterim: Onların hayat öyküleri kırık dökük, parçalı, acılı... Ancak geride sızdırmayan eserler bırakmışlar. Dünya hallerini sanat eserleri doğurarak anlamaya çalışmışlar. Bizler için de bir yol gösterici olma niteliğinde: Erkeklerin kadınlar için koyduğu kurallar kadınları çürütür.

Yazar Anne Delbee’nin 1982 yılında kaleme aldığı “Bir Kadın: Camille Claudel” (Kami Klodel okunuyor) isimli biyografik kitabı sayesinde tanıştım Camille’le. Yaşarken üne kavuşmuş heykeltraş Rodin’in hayatına girmiş en önemli kadın olma özelliğinin ötesinde, Camille Claudel’in kendisi de bir heykeltraştır ve Rodin’in gölgesinde kalmaya mahkum edilir; adeta bir oyuna getirilir. Bu oyunun sonunda edindiği takıntılarının onu akıl hastanesinde son bulacak bir yaşama sürüklediğini nereden bilecektir ki? Anne Delbee kitabında (ki dilimize 2002’de çevrilir), Camille Claudel’in bu “delilik” haline “acır”. Oysa, Camille Claudel’in zorla akıl hastanesine kapatıldığı bir gerçektir. Kapatılmanın arkasında kapı gibi Rodin durur.

Camille Claudel’in ağabeyi Paul’e yazdığı çaresiz mektuplar var. Şöyle der, bir tanesinde; “Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi... Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar... Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar...”

Yazar Anne Delbee başkasına ait bir gerçeğe kendine göre bir yaklaşımla bakmış. Rodin’e rakip olabilecek bir heykeltraş kadının; koyu katolik ailesinin hiçbir hayat bilgisi koduna uymayan Camille’nin egemen erkekler tarafından bertaraf edilmesi planın kendisidir. Acıma, böyle bir kadının hayatından çıkartacağımız en son duygu olmalı, değil mi? Gerçekliğin kendisinden çok gerçekliğe ilişkin bilgi ve bulgulardan çıkarak yeni bir gerçekliği yaratmak neden?

Yazılan bu kitaptan sonra Camille Claudel’in yıllara sindirilmiş unutulmuşluğu keşfedilmiş oldu. 1987 yılında Fransız yazar Reine-Marie Paris onun biyografisini yeni bir gerçeklik anlayışı ile kaleme aldı. Kitap daha raflarda iken bu kez film yönetmeni Bruno Nuytten, Camille Claudel’in biyografik filmini çekecektir (ki film 1988 yapımıdır). Bu film 1883 yılı Paris’inde geçer. Film, geneline dağılmasına özen gösterilmiş sarı ve siyah renk ve aralarında yer alan binlerce tonlamadan oluşur. Sarı rengin edebiyatta hüzünü ifade ettiği varsayımıyla; bu filmin genel ruh hali de hüzündür. Filmin tamamında bir “leitmotif” aramaları boş olacaktır. Çünkü bir duyguyu çağrıştırmak yerine tamamında aşk ve yaratıcılık kapsamına giren tüm motifler olanca ağırlığı ile kullanılmıştır. Seçilen mekanlar 1800’lü yılların son çeyreğini tamamen yansıtan özelliklere sahiptir. Filmin kahramanı vaktinden önce doğmuş bir kadın heykeltraş olduğu için çalıştığı figürler ve kullandığı malzeme (çamur, kil, kaya, alçı, mermer) karakterin tanımlanmasında ve anların birbirine bağlanmasında ustalıkla kullanılmıştır.

Filmin hemen başında bir adamın, kendisini göstermediği zamanlarda nefes alıp verişini duyurması, gerilimi arttıran ve izleyiciye ister istemez, “ne geliyor?” sorusunu sorduran bir ilgiyi uyandırır. Müziğin beklenmedik bir anda girmesi ve çıkması sahneleri birbirine bağlama konusunda da yardımcı bir unsur olarak kullanılır, hem gerilimi arttırır hem de zihinde devamlılık duygusunu uyandırır. Yönetmen, filmin kadın kahramanını ilk 3 dakika içinde, ne yaptığını anlatmadan, sadece gece yarısı çamur toplarken göstererek ve dinleterek ürkütüyor, meraklandırıyor ve biraz da “o kadın” –Camille Claudel- için endişelenilmesinin ilk tohumlarını atıyor: Toplumun hiçbir koduna uymuyor, çünkü. Toplum kodlarına uymayanlara neler yapılıyor, hepimiz bilmiyor muyuz...

Yönetmen Bruno Nuytten bu filmde, gerçekte yaşamış bir karakter olan Camille Claudel’in sıkıntılı/uyumsuz yaşantısına onu çevreleyen her şeye eşit mesafeden bakmaya çalışarak yorum getirmiştir. Camille’nin içindeki “yaratma” dürtüsünün görselleştirilmesi ve işitselleştirilmesi özenle hazırlanmış sekanslarla birbirine bağlanmıştır. Bir taşı yontarken ortaya çıkan ses, dışarda sanatçıdan habersiz devam eden seslerle karıştırılmış ve bize böylelikle iki dünya arasında seyahat etme imkanı sağlamıştır. Dışarda duyulan, alışılmış, tutarlı, “normal” seslere uyum sağlayamamış bir kadın ve sesi... Burada belirginleştirici kılınan, hayatın tamamına (kahramanının gözüyle) hakim olacak bir “delirium”un hazırlayıcısı olması... Otuz sene sürecek bir yalnızlık/delirium. Film, Rodin’e hep belli bir mesafede durarak bakar. En yaratıcı odur, en muazzam fikirler ondadır, en onaylanan odur vesaire... Aslında gerçek pek öyle değil. Camille, Rodin’den ayrıldıktan sonra sanat çevresi hep aynı adamlardan kurulu bir klan olduğu için de, eserlerini sergiletemez. Rodin onun sanatını kıskanır mı? Ya da kendisinin heykellerine yeni bir soluk getiren Camille’nin gidişiyle o soluk erimiştir de, bundan dolayı düşman mı kesilmiştir? O vakit elinde tuttuğu iktidarı kullanarak Camille’in hareket alanını daraltmış olma ihtimali? Sonuçta, Camille’nin akıl hastanesine kapatılmasında Rodin’in rol oynadığı bir gerçek. Paul’e mektuplar yazarak daha uzun sürelerle “içeride” tutulmasını istemiş, çünkü. Camille’nin yazdığı mektuplardan birkaç satır daha; “Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten, kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım... Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu esaretten çok sıkılıyorum... Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”

Dönemedi. Eserlerini akıl hastanesinde yaratmaya devam etti. Orada öldü.

 

1963 yılında henüz 30 yaşındayken intihar eden şair Sylvia Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwynet Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” isimli biyografik sinema filmine aktarılır (yapımı 2003). Film 20. yüzyılın en büyük şairleri kabul edilen Sylvia Plath ile Ted Hughes arasındaki tutkulu ama bir o kadar da trajedi yüklü ilişkiye yoğunlaşır. Cambridge’de öğrenciyken başlayan ilişkilerini evliliklerinde de izleriz ve ilişkinin içindeki sıkıntı, sadakatsizlik ve hatta şiddet unsurlarını da görürüz. Birkaç ay gibi kısa bir sürede gerçekleşen olaylar hem Sylvia Plath’ın yazdığı şiirlerle meşhur olmasına hem de akıl sağlığının zedelenmesine yol açıyor gibi okunur. Bunun sonucunda da otuz yaşındaki şair, yaşamına kendi elleriyle son verir.

Batı kaynaklı biyografik eserleri yazanlar sonra bu yazılanları senaryolaştırıp çekenler, anlattıkları kişiye karşı yansız bir tutum izliyorlarmış gibi görünseler de bu yazar ve yönetmenlerin yansızlıkları olaylar, kavramlar söz konusu olduğunda net bir taraf tutma hali sergileyebiliyor. Filmde de Plath için intihar etmesi ahlaki açıdan eleştirilecek bir unsur olarak gösterilir. Oysa onun baş edemediği hayattan kendi kararıyla vazgeçmiş olması, üstelik bunu kısa sürede gelişen bir delilik hali olarak değil, sekiz yaşından beri onunla beraber büyüyen varlık olarak görmek, Plath’ın bir gün -ama günü geldiğinde mutlaka- kendi canına kıyma kararını onaylatır, bize.

Demiş ki; “Pek yakında, evet pek yakında/ Mezar inimin yediği etim/ Gene üstümde olacak eve gittiğimde...Bir kadın olacağım yine, yüzümde gülümseme. Otuzundayım daha. Kedi gibi dokuz canım var hem de…”

Vaktiyle yayınlanan güncelerinden (de) anlaşılan, karanlık, kabul etmekten hep korktuysa da son derece “kadın”, şiirleri ve düz yazılarında derinliği olan atmosferler yaratabilen, “biraz daha yaşasaydı da daha çok yazsaydı” dedirten Sylvia Plath’dır. Yine kendi gibi şair olan Ted Hughes ile evlendikten sonra Sylvia Plath yaratıcılık açısından oldukça gerilemiş, kısıtlanmış hisseder kendisini. Kocası için sarfettiği bütün emek ve özverinin karşılığında Ted Hughes, “Sylvia Plath’ın Günceleri”nin önsözünde şöyle der:

“Sylvia Plath, gerek kişisel yaşamında gerekse yazdıklarında çok maskeli bir kişiydi. Altı yıl her günü onunla birlikte geçirmeme karşın, onun gerçek kendisini hiçbir zaman kimseye gösterdiğini görmedim - belki de, yaşamının son üç ayı dışında...”

Bu hükmün doğruluğu her zaman tartışılabilir olsa da Ted Hughes’un bu tavrı (da) anlaşılabilirdir. Sinema filmi “Sylvia” bu alana hiç değinmemekle onu yok saymıştır. Ted Hughes’un derlemesiyle yayına hazırlanan “günlükler”in önsözünün sonlarına doğru sarfettiği “...Güncelerin bir kısmını ben imha ettim, çünkü çocuklarının okumasını istemedim.” cümlesi, bir bakış açısına göre Sylvia’nın ne kadar yanlış bir insan için çabaladığının özeti gibi de okunabilir; sanki “çocuklar” sadece Sylvia’nındır ve Ted onların babası değildir. Yine de Sylvia’nın - bütün yaptıklarına ve yapmadıklarına rağmen - intiharının tek sorumlusu olarak Ted Hughes gösterilemez; Sylvia küçüklüğünden itibaren son derece sancılı dönemlerden geçmiş, birçok kez psikolojik tedavi görmüştür. İntihar denemeleri de bunlara neden olarak gösterilebilir. Yazıları ve şiirlerindeki karanlığın sebebi kendi içindeki, çocukluğundan başlayarak ilerleyen “mükemmelliğe ulaşma”

Ted Hughes da tıpkı Rodin gibi, kadınının “normal olmayış”ından faydalanmış, günü geldiğinde ise tüm bu “olmayışları” kendi lehine çevirmeyi becermiştir. Sylvia’nın öldükten sonra Günlükler’inin basılması Ted Hughes’un sönmeye yüztutmuş şöhretini canlandırmıştır. Günlüklerin basılması fikri de kendisinindir zaten.

Bizim topraklarımızda da benzer yaşanmışlıklar var. Batısı, doğusu, kuzeyi, güneyi aynı güneşe ve aya bakıp aynı egemen dünyanın karın ağrısını çekiyor. Ama bir türlü dünyanın bütün kadınları birleşemiyor...

 

 

 


Herkes bilsin