Sarsılalım, Yıkılmayalım
Aytuna Tosunoğlu
1999 İzmit depremi yaşanınca bu topraklarda depremden özgür kılınmış bir kilometre karelik alan bile olmadığı gerçeği yeniden ortaya çıkmıştı. Tıpkı İstanbul’a ilk kar yağdığında kış koşullarının ağırlığını, kapanan yolları, yolda kalanları fark etmemiz gibi... O günlerde Cogito hemen organize olmuş ve üç ayda bir çıkarttığı dergisinin güz sayısında kapsamlı bir deprem konusu incelemişti. Bu yazının amacı depremi hatırlatmak değil zira, bu doğa gerçeği ile birlikte yaşamayı onca kayıplardan sonra öğrenmiş olduğumuzu varsayıyorum.
Mehmet Alkan’ın yukarıda anılan derginin 1999 yılında ve 20. sayısında yayınlanan makalesi, 10 Temmuz 1894, Salı günü alaturka saatler 4:45’i, alafranga saatler ise öğle 12:27’yi gösterirken toprağın dile gelerek, tuhaf bir uğultunun ardından İstanbul’un depremle sallanmaya başlamasını anlatır.
Alkan’ın makalesinden özetle, deprem önce hafiftir ve yandan sallar. Hemen ardından aşağıdan yukarı doğru peş peşe gelen iki sert sallantı yer alır. Ahşap binalar büyük gıcırtılar çıkartarak sarsılır, minareler devrilir, kubbeler çöker, duvarlar yıkılır. Okullarda, medreselerde, tekkelerde, resmi dairelerde, camilerde, hamamlarda ve dükkanlarda bulunan nice insan sarsıntı sürerken ve sonrasında kendilerini dışarıya zor atar. Bir kısmı ise dışarı çıkmaya fırsat bulamadan enkaz altında kalır, can verir. Yıkıntılar arasından feryatlar, sokaklarda çığlıklar yükselir. Kozmopolit İstanbul’un sakinleri her dilden ve ait oldukları din uyarınca tanrıya yakarırlar. Kargaşa ve şaşkınlığın ardından, canlarını kurtarabilenler, hasar görmüş veya enkaz halindeki evlerden yakınlarını kurtarmaya çalışır. Evlerinden uzakta olanlar ise yakınlarının akıbetini bir an önce öğrenmek için yola koyulurlar. Öğrenciler hemen evlerine gönderilir. Resmi daireler tatil edilir, nöbetçiler dışında memurlara izin verilir. Şirket-i Hayriye’nin vapurları hıncahınç dolar, Boğaz kıyısında ücretsiz sefer yapmaya başlar. Çöken evlerin kaldırdığı toz dumanına, yangın dumanları da eklenince İstanbul’un üzerini bir sis tabakası kaplar. Ve İstanbul bir dakika içinde neredeyse tanınmaz bir hale gelir...
Ertesi gün yayımlanan Saadet gazetesi “harekat-ı arziyye-i müdhişe”nin bir dakika kadar sürdüğünü yazar. Tercüman-ı Hakikat gazetesi de depremin bir dakika sürdüğünü yazarken, Sabah gazetesi süreyi 12 saniye olarak belirtir. Bu arada sarsıntılar dinmez, aralıklarla yoklamaya devam eder. İkinci büyük sarsıntı, 10 Temmuz tarihinden iki gün sonra, Perşembe akşamı yaşanır. Bu sarsıntı cesaretlenip evlerine girmeye karar verenleri vazgeçirir. İstanbullu o geceden sonra uzun süre açık alanlarda, mezarlıklarda ve bahçelerde yatıp kalkacaktır. Aylarca devam eder, bu sarsıntılar... Üç gün sonra, İstanbul’da 130’un üzerinde ölü, 150’nin üzerinde yaralı olduğu açıklanır (1890 yılı verilerine göre kentin nüfusu 870.000 kadar). Ölü sayısının Adapazarı’ndan itibaren 500’e yakın olduğu tahmin ediliyordur. Ama halk ne hasar durumunu ne de ölü ve yaralı sayısını hiçbir zaman tam olarak bilememiştir! Hatırlatalım; 1894 yılının Temmuz ayından bahsediyoruz, 123 yıl öncesinden.
Bu toz duman arasında yayılan söylentilere, bakmalı... Başkasından duyanlar, görmüş gibi hararetli bir şekilde anlatırlar o zaman: “Marmara Denizi’nin ortasında bir büyük volkan varmış, o patlamış. Gazlar, buharlar çıkmış, kor lavlar fışkırmış!”, “Marmara Denizi mürekkep gibi kararmış, binlerce palamut balığı helak olmuş; su yüzüne, sahile vurmuş!”, “Hayırsız Ada batmış, kaybolmuş. Haritadan silinmiş!”, “Sarayburnu önünde bir toprak çökmesi olmuş. Boğazın suları korkunç bir gürültü ile denizin içinde açılan bu büyük oyuktan içeri akıp gidiyormuş!”
Depreme ilişkin söylentiler, “haberler” İstanbul dışına daha da abartılı yansır. Taşrada, İstanbul’da bir tek minare kalmadığı, binlerce insanın öldüğü, evlerin çoğunun yıkıldığı uzun uzun anlatılır. Bu arada birileri çıkar ve şu gün şu saatte yeniden büyük bir zelzele olacak der. Televizyonun, radyonun olmadığı bir ortamda bu “haberler” inanılmaz bir hızla mahalleden mahalleye yayılır, herkes korkulu bir bekleyiş içine girer. Artçı sarsıntılar devam ettikçe, zelzele tahmincileri günden güne çoğalır, bir kısmının da itibarı artar. Halkı yatıştırmak için gazetelerde, bu tür haberlere, tahminlere inanılmaması gerektiği yolunda uyarıcı yazılar çıkmaya başlar ama, nafile.
1894 Temmuz’unda en can alıcı soru, zelzele “Niçin oldu?” sorusudur. Onun da yanıtı ağızdan ağıza yayılır, “Zelzele insan işidir”. “Erbab-ı fesad” denilen ve II.Abdülhamid’in aleyhinde çalışan muhalifler tarafından düzenlenmiştir. Amaçları padişahı devirmektir. Alkan’ın makalesinden alıntılayarak, birçok kişi kendi gözleriyle görmüştür; zelzeleden evvel Sarayburnu açıklarında büyük bir mavna ile bir takım kimseler gelmişlerdir. Makinaya benzer büyük bir aleti kalın bir zincire bağlayarak denizin dibine indirmişler ve gitmişlerdir. Onlar gittikten bir süre sonra da o korkunç zelzele meydana gelmiştir. Bu söylenti ciddiyet kazanmakta gecikmez. Saray’a yani padişaha bu olayı yetiştirmekte geç kalmayan birileri sayesinde bizzat padişahın emriyle inceleme başlatılır. Alkan’ın makalesinde bu incelemenin akıbetine dair bir not yok. Önemi de yok, zaten. Lacan’ın Aynası’na bakmış gibi olmuyor muyuz...
1894 depremine ait haberler depremin ertesi günü, yani 11 Temmuz tarihinde zaten sınırlı sayıda çıkan birkaç gazetede yayımlanmaya başlar. Heyecan ve karmaşa içinde deprem haberleri birkaç gün de olsa yayımlanabilmiştir. Ama ardından haberler aniden azalmıştır. Ölü ve yaralı sayısı hakkında abartılı sayılar verdiği, ölmeyenleri ölmüş gibi gösterdiği, gerçeğe aykırı yayın yaptığı gerekçesiyle Sabah gazetesi bir gün süreyle kapatılır. Ayrıca asılsız ve doğrulamadan deprem haberleri verdiği için iki Rumca gazete de kapatılır. Geriye dönemin yarı-resmi gazetesi, II.Abdulhamid rejiminin sözcüsü durumunda olan Ahmet Midhat Efendi yönetimindeki Tercüman-ı Hakikat kalmıştır. Padişahın bu haberlere sıcak bakmayacağını en iyi bilen kişilerin başında da Ahmet Midhat Efendi gelmektedir. O da istenilen dışında bir şey yazmayacaktır. Gazetelerdeki hasar haberleri, bir ihtimal devleti küçük düşürdüğü; devleti, devlet görevlilerini ve padişahı zaaf içinde gösterdiği veya halkı paniğe sevk ettiği için yasaklanmıştır. Gazeteler kısa süre sonra padişahın başkanlığında kurulan ve yüklü miktarda maddi yardımı yine padişahın yaptığı İane Komisyonu’nun (Yardım Komitesi’nin) topladığı paraları listeler halinde vermekten başka “haber” vermez olur.
Komik ama gerçek; Atina Rasathanesi müdürü ve bilimadamı D.Eghinitis depremin ardından İstanbul’a getirtilir ve deprem konusunda bilimsel araştırma başlatılır ancak bu konuda bilimsel yazı dahi yayımlanmasına izin verilmez. Dönemin popüler bilim dergileri olan Mekteb, Maarif, Hazine-i Fünun, Resimli Gazete, Fevaid gibi dergiler, deprem nedeniyle haftalarca geç yayımlandıkları halde, sanki gizli bir emir almış gibi, depreme ilişkin bilimsel bir yazıya tek satır bile yer vermezler. Belki de oto-sansür devreye girmiştir... Yine hatırlatalım; 1894 yılının Temmuz ayından bahsediyoruz, 123 yıl öncesinden.
Değişen ne var? Hiç.
Tüm bunları, bugünlerde Türkiye’yi etkileyen olaylar çerçevesinde de değerlendirmek mümkün.
Öte yanda “deprem kapıda” şeklinde beyanat veren devlet büyüklerimiz kentsel dönüşümün gerekliliği konusunda söylemler verirken, gazeteler başka bir gerçeği ortaya koyuyor. İnşaat Mühendisleri Odası Genel Başkanı Cemal Gökçe’nin verdiği bilgilere göre 1999 - 2003 arası belirlenen deprem toplanma alanlarından imara açılanların bazıları şöyleydi:
- Torunlar’ın yükseldiği Ali Sami Yen Stadı
- Üzerinde Zorlu AVM’nin yer aldığı Zincirlikuyu’daki Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü’nün arazisi
- Şu an Taş Yapı’nın gökdelenlerinin yer aldığı Kadıköy Meteoroloji binası ve alanı
- Akasya AVM’nin yer aldığı Acıbadem’deki eski Otosan Fabrikası arazisi
- Bakırköy’deki Marmara ve İstanbul Forum AVM’nin bulunduğu alan
- Zeytinburnu’ndaki 16.9 kulelerinin yer aldığı arazi
Listede yer alması gereken 77 toplanma alanı da kayıp…
Sennett mealen diyor ki; baskının mantığının reddedilip edilmediği, yanıtın ne kadar uyumsuz olabileceğine bağlıdır. Bu, bir ressamın şövalesinin konumunu değiştirerek yepyeni bir manzara görmesine benzer.
Ve yeni manzaraya davet yazısıdır, bu.
Yazıda kullanılan görseller Fotoğraf Sanatçısı Murat Germen’in “Muta-Morfoz Serisi” kapsamında sergilediği çalışmalar arasından seçilmiştir.
“Mutasyon ve metamorfoz mefhumlarından türeyen “muta-morfoz” kavramı ve ona bağlı olarak üretilen işler panoramik kent tasvirlerinin yatay düzlemde sıkıştırılması ile elde edildi. Bu sıkıştırma eylemi, kentlerin tarihi yapı stoku; konut ve iş merkezlerini barındıran bölgelerinde, kentsel gelişmeye karşı durabilen ve duramayan bileşenlerin arasındaki dinamiğe dikkat çekiyor. Bu daralma sonunda elde edilen görsel kent tefsiri, daha güçlü olanın yaşamaya devam ettiği ve hayatın akışını değiştirdiği bir süreç olan evrim kavramına gönderme yapıyor.” (Murat Germen Blog)