Menu

“ Tarih Beni Beraat Ettirecektir!”

 

26 Temmuz Küba'yı devrime taşıyan en önemli olaylardan biri olan Moncada Kışlası Baskını'nın yıl dönümüdür. Baskın sonrası tutuklanan Fidel Castro davada yaptığı savunma ile tarihe geçmiştir.

 

Fidel Castro ve arkadaşları diktatör Batista'yı devirmek için 26 Temmuz 1953 günü Moncada Kışlası'na 165 arkadaşıyla bir baskın düzenledi. Ancak girişim başarısız oldu ve tutuklandılar. 16 Ekim günü mahkemeye çıkarılan Castro, mahkemede ‘Sayın yargıç siz beni mahkûm edin! Tarih beni beraat ettirecektir!’ (La Historia Me Absolvera) cümlesiyle biten ve tarihe geçecek olan savunmasını yaptı.

Fidel’i sanıktan itham edene dönüştüren savunması, Küba Tarihi’nin en önemli belgelerinden birisi oldu.  Savunma elden ele çoğaltılarak paylaşıldı ve hareketin en güçlü propaganda araçlarından birisi haline geldi.

“İki saatten fazla süreyle, üzerinde savunması sırasında giymek üzere ona verilen eski ve soluk bir harmani bulunduğu halde, bazılarını şaşkınlığa düşüren, diğerlerini yalnızca titreten, 10 Mart 1952 darbesinin yasadışı, ahlakdışı ve gerici karakterini vurgulayan, onunla mücadele etmek için devrimci şiddete başvurulmasının yasal ve ahlaki meşruiyetine ilişkin reddi mümkün olmayan argümanlarla dolu ifadesini verdi. Tiranlığın, tüyler ürpertici suçlarını ve keyfi eylemlerini en etkili, en doğru, en cesur ve en reddedilmez biçimde teşhir etti. “Moncada” baskınının ve onunla başlayan halk isyanının ulusun tam bağımsızlığı ve özgürlüğü için verilen tarihi mücadelelerin bir devamı olduğunu ve “Moncada” baskınının entelektüel mimarı olarak nitelendirdiği Jose Marti’nin asil ve radikal fikirlerinin bu eylemlere ilham verdiğini anlattı. Fidel, “halk” terimini devrimci bir kavram olarak açıkladı ve ona tarihin öznesi olarak can alıcı bir rol atfetti. Fidel, Küba halkına ve onun da üstünde, onun en mütevazı sınıf ve kesimlerine mutlak güveni olduğunu ifade etti. Genç önderin ortaya koyduğu iyimser ve mücadeleci ruh, kitlelere “Moncada”daki yenilginin Devrim’in zaferini engellemeyeceğine ilişkin kesin bir güven aşıladı.” (1)
 

“Sayın Yargıçlar, neden beni susturmak bu kadar önemli hale geldi? Savcı, talebine açıklık getirecek tek bir kelime dahi etmedi. Gerçeklerden mi korkuluyor? Bakın, bahsettiğim madde “Devletin Anayasal güçlerine karşı silahlı bir kalkışmadan” söz ediyor. Sayın Yargıç hangi ülkede yaşıyor? Millete baskı uygulayan bu diktatörlük anayasal değil, tam tersine anayasal olmayan bir güç! Cumhuriyet’in anayasasına karşı bir rejim oluşturmuştu. Yasal bir anayasa gücünü halkın egemenliğinden alır. Ayrıca söz konusu metin “anayasal güçler”den söz ediyor. Anayasal güçler, yasama, yürütme ve yargının güçlerinden, güçler ayrılığından söz eder. Yani hiçbir şekilde bu madde 26 Temmuz olayları üzerinden bize karşı uygulanamaz. Yüreğinizde vatan toprağı, insanlık ve adalet için bir dehliz bulabilirseniz, beni lütfen dikkatle dinleyin. Sesim hiç dinmeyecek. Ne kadar yalnız kalırsam, o kadar güçlenecek. Bizim arkadaşlarımız iddia edildiği gibi askeri uzmanlardan oluşmuyordu. Şimdi yarısı öldürülmüş olan bu gençler (Abel Santamaria, Jose Luis Tasende, Renato Guitart Rosell, Pedro Miret, Jesus Montane) yalnız cesur birer yurtseverdiler...

İki şeyi yapabilirdik, yapmadık: Birincisi, generallerin evlerini basıp onları toplayabilirdik. Bunu yapmadık, çünkü evlat ve eşlerinin önünde trajediler ve ağır çarpışmalar yaşansın istemedik. İkincisi, gayet rahatlıkla bir radyoyu ele geçirip halktan mücadeleye katılmalarını isteyebilirdik. Bunu da yapmadık, çünkü çok kişi katılırdı ama sayısız kayıplar olurdu! Moncada Garnizonu’nu ele geçirmiş olsaydık, iddiaların aksine bizimle olan halk sokaklara dökülürdü. Deniz kuvvetleri zaten bizimle hareket edecek, diktaya karşı aydın insanlardan müteşekkildi.

Şayet Batista, Kübalılar’ın çoğunluğuna karşı iktidarda kalmaya çalışırsa, sonu Gerardo Machado’dan  daha trajik olur....

Moncada Garnizonu’nu aldıktan sonra derhal ilan edilecek olan beş yasayı burada tekrar hatırlatıyorum: İlk olarak egemenliği tekrar halka ve 1940 Anayasası’na verecektik. İkinci yasa, toprağı çalışanlarına vermek olacaktı. Toprak sahiplerine de 10 yıl üstünden kiralamışlar gibi ellerine geçecek parayı devlet verecekti. Üçüncü yasa ile işçi ve çalışanlar, şirket ve endüstrilerin karının %30’una hak kazanacaklardı. Dördüncü yasa, şeker kamışında çalışan işçilere özel haklar kazandıracaktı. Beşinci yasa ile, belirsiz şekilde servet biriktirmiş şirketlerin ve insanların mal ve paralarına el konulması olacaktı ve yurt dışına kaçırdıkları mallar geri talep edilecekti. Bu paralar, halka, işçilere ve emeklilik fonlarına aktarılacaktı. Bu yasaların hemen ardından ise sıra toprak reformuna, eğitim reformuna, elektrik ve telefon tröstlerinin millileştirilmesine gelecekti.

Halkı bu kadar sefaletten ancak ölüm kurtarabilir ve hükümet de zaten bu ölüm için elinden geleni yapıyor! Yılda yüzbinlerce çocuk ayak tırnaklarından giren parazitlerle ölüyorlar ve insanlar buna duyarsız kalıyorlar. Bakımsız dişleri ve umutsuz gelecekleri ile dinledikleri binlerce nutuğa rağmen sefalet içinde yüzen bu insanların çoğu, Mayıs’tan Aralık’a kadar işsiz geziyorlar. Biri hırsızlık yaptığında kendisine işi olup olmadığını sormuyorsunuz ve cezasını çekiyor. Ama depolarını yakarak sigorta şirketlerinden milyonlar kazanan büyük işadamlarının avukatları olduğu için onlara bir şey olmuyor. Sonra bir bürokrat milyonerliğe terfi ettiğinde, zengin kulüplerine ve kardeşlik masalarına katılıp yılbaşını bu kesimle kutlama şansına erişiyor. Milletin geleceği, karşılaştıkları problemlerin çözümü, küçük bir kesimin egoist çıkarlarının soğuk çıkar hesaplarını bekleyemez. Aynen Jose Marti’nin dediği gibi, benim rüya gördüğümü iddia edenlere vereceğim yanıt şudur: Gerçek bir insan, hangi tarafta yaşamın daha iyi olduğuna bakmaz, ödevlerin ve sorumlulukların hangi tarafta yattığına bakar.

Ben bu olayın ilk gününden beri yargıç önüne çıkmak için uğraştım. Onlarla karşı karşıya gelmek istedim, ama gerçeklerden kaçtıkları için buna cesaret edemediler. 27 Temmuz günü diktatör Batista 32 saldırganın öldürüldüğünü söyledi. Aynı hafta sonu bu rakam 80’e çıkmıştı. Arada hangi meydan savaşı oldu ki? Gerçek şu: Konuşmasından önce 25 tutuklu öldürülmüştü, konuşmasından sonra da 50 tutuklu daha yok edildi. 27 Temmuz’da burada yaptığı konuşmayı, cesareti varsa gitsin Küba halkının önünde yapsın. Maalesef bu insanlar Moncada Garnizonu’nu bir işkence ve ölüm atölyesine dönüştürdüler, tutukluları kasapların eline verdiler. Cezaevinin kapısında “tüm umutlarınızı terk edin” yazıyordu aynen cehennem kapılarında olduğu gibi. Aramızdaki çarpışma bittikten sonra sokakları dalıp evinin önünde oynayan küçük çocukları vurdular. Ardından onların başına gelip ağlayan babalarını infaz ettiler. İlk öldürdükleri tutuklu, doktorumuz Mario Munoz’du. Ardından ölen her asker için en az on tutuklunun öldürülmesi gerektiğini söylediler. Bu arada işkencenin ortasında eski başkan bize para verdiğini itiraf ederlerse, onları kurtaracaklarını söylediler. İşkence ve tehditlerle ablukaya aldıkları Haydee Santamaria’ya “Artık bir erkek arkadaşın yok, çünkü onu öldürdük” dediler ama onun yanıtı da şu oldu: “O ölmedi, çünkü insanın vatanı için ölmesi sonsuza dek yaşaması anlamına gelir”. Hastaneleri basıp kan verilen genç adamlarımızı öldürdüler. Başka arkadaşlarımızı kentin değişik yerlerine götürüp işkenceden sonra oralarda öldürdüler. Öldürdükleri her insanın ceplerini boşalttılar, saatlerini ve özel eşyalarını çaldılar...

Öldürülen yoldaşlarımız için intikam alınmasını istemiyorum. Çünkü onların yaşamlarına paha biçilemez. Onları öldürenlerin hepsini toplasanız, tek birinin yaşamı etmez. Aslında benim yoldaşlarım ne öldüler ne de unutuldular. Onlar bugün yaşıyorlar, hatta her zamankinden daha çok yaşıyorlar ve onların katilleri dehşet içinde ölü vücutlarından fışkıran zafer ruhunu ve fikirlerini seyrediyorlar.

Sonra bu vatanın bir evladı, var olan yasalara ve sosyal müdafaa kanunlarına bakarak bütün maddeleri sıraladı ve Batista’nın ile 17 suç ortağının 108 yıl cezaya çarptırılmayı bu yasalara göre açıkça hak ettiğini vurgulayarak cezalandırılmalarını talep etti. Aylar ve günler geçti, hiçbir şey olmadı! Suçlanan general, Cumhuriyet’in bir yerinden öbürüne bir lord veya saygıdeğer generaller gibi yürüdü ve istediği gibi yargıçları görevlerinden aldı veya yerlerine başkalarını görevlendirdi.  Burada benim esas suçlandığım konu şu oluyor: İllegal bir rejimi düşürüp, yerine anayasal gerçek cumhuriyeti tesis etmekle suçlanıyorum! Onlar tanklar ve askerleri kullanıp Başkanlık Sarayı’nı, Hazine Binası’nı ve diğer resmi binaları, silahlarını halka doğrultarak ele geçirdiler ve iktidar oldular. Nazilerden hiçbir farkları yoktu.

Kabul ediyorum ki, bir devrim yasal bir hak getirebilir ama 10 Mart gecesi yaşananlar hiçbir şekilde bir devrim sayılamaz. Bir önceki rejim kirli politikalardan, hırsızlıktan, insan yaşamına saygısızlıktan suçlu ise, bugünkü rejim bu suçları beş kere, on kere, insana saygısızlıkta yüz kere çoğaltmayı başardı!

Anayasayı en önemli ve en yüksek kanun olarak kabul edersek şu durumla karşılaşıyoruz: Birinci madde “Küba egemen ve bağımsız bir devlettir, demokratik bir cumhuriyet olarak organize olmuştur”. İkinci madde şöyle diyor: “Egemenlik halkın arzusunda ve bu kaynaktan gelen güçlerin kullanımında yatar”. Fakat sonra 118. madde geliyor: “Cumhurbaşkanı Bakanlar Kurulu tarafından görevlendirilir”. Yani artık halk değil Bakanlar Kurulu atanmayı yapıyor! Peki, Bakanlar Kurulu’nu kim atıyor? 120. maddeye göre “Başkan özgürce bakanları atamaya ve istediği zaman değiştirmeye  yetkilidir”. Bu da bizi tavuk ve yumurta problemine taşımış oluyor, değil mi? Yani “Sen beni başbakan yap, ben de sizi general yapayım. Sonra da 20 tane ‘evet efendimci’ adam bul, ben sizi bakan yapayım, siz de beni başkan seçin”. Böylece hepsi birbirini general, bakan ve başkan olarak seçtiler, hazineye ve Cumhuriyet’e el koydular. İşte ben de diyorum ki, Sosyal  Anayasal Haklar Mahkemesi tüm bu olup bitenleri seyretmekle yetindi ve bu mide bulandırıcı yetki dolandırıcılığına korkakça aracı oldu.

Bu arada bir hak var ki, onu kimsenin “iyi miydi, değil miydi” diye sorgulama veya yok etme hakkı yok:  O da baskı döneminde bir haksızlığa direnme hakkı! Bundan şüphesi olanlar varsa, işte Sosyal Müdafaa Kanunu’ndan savcının unutmaması gereken bir cümleyi size aktarayım: “Seçilen veya atanan hükümet yetkilileri şayet bir başkaldırıya direnç göstermezlerse ve onu durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapmazlarsa, altı ila on yıl arası görevden men edilirler”. Yani Cumhuriyet’in hakimlerinin Batista’nın 10 Mart darbesine direnmeye mecburiyetleri vardı! Şimdi gayet anlaşılır bir durum var ortada: Hiç kimse bu kanuna riayet etmediyse, o kanuna saygı gösterenler ve üzerlerine düşeni yapanlar tabii ki hapse girerler! Yaşanan budur!”

Fidel bu yargılanma sonrasında 15 yıl hapse mahkûm oldu ancak 3 yıl hapis yattıktan sonra Batista’nın halkın tepkisini yumuşatmak amacıyla cezayı sürgüne dönüştürmesi sonucu 5 Mayıs 1955'te tahliye oldu.

Fidel Castro, Moncada Davası Mahkumiyeti sonrası,

Duruşmada bulunan hakimlerden birinin fikrine göre, bu, tüm cumhuriyet tarihinin en önemli duruşmasıydı.

Fidel, tahliye olduktan sonra baskını gerçekleştiren grubun “26 Temmuz Hareketi” adını alması kararlaştırıldı. 26 Temmuz Hareketi bütün ülkede devrime kadar sürecek olan toplumsal hareketin ve mücadelenin örgütleyicisi oldu,

1956 yılında Fidel ve beraberindekiler Meksika'ya geçerek Che Guevara ile birlikte Granma teknesiyle Oreinte Bölgesinde Las Coloradas'a çıktılar. Küba devrimi Ocak 1959'da gerçekleşti.

 

 

(1) Küba Tarihi: Bir Halkın Biyografisi, Jose Canton Navarro, Yazılama Yayınevi, s. 228-229

(2) Fidel Castro’nun savunmasına dair özet sunum, odatv.com, Bedri Baykam, 1.12.2016 – not: Savunmanın tam metni  “Tarih Beni Beraat Ettirecektir” adı altında yayınlanmıştır (Yayınevi: NadirKitap)

 

 


Herkes bilsin