Neden hayvan müptelası olduk?
Sebla Kutsal
Öne sürülen tezler günümüzde insanların hayvanları neden insandan daha üstün bir yerde konumlandırdığına ve “yegâne dostları” olarak gördüğüne dair yeterli cevabı sunabiliyor mu?
“Yaşamın boyunca sevgiye ve güvene dair en sık işittiğin cümlelerden birini söyle” deseler, herhalde aklıma ilk gelen; “Hayvanları insanlardan daha çok seviyorum” olur. Her yaştan, her cinsten, değişik sosyo-kültürel kesimlerden farklı farklı yüzler anımsayabilirim, dudaklarından bu ve benzeri cümleler dökülen…
Türkiye’de evcil hayvan sahiplerinin sayısı, Avrupa ve ABD’ye kıyasla çok daha az olsa da, sokak hayvanlarıyla beraber yaşama alışkanlığımızı göz önünde bulundurarak, “hayatımızın her anında, her yerinde hayvanlar var” diyebiliriz.
Hayvanları evcilleştirme ve onlarla birlikte yaşama geçmişimiz ise bin yıllar öncesine dayanıyor. İsveç’teki dört bilim insanının 35 bin yıllık kurt genomu üzerine yapılan araştırma sonucunda kaleme aldığı makale (2015) köpeklerin atalarının kurtlardan genetik açıdan ayrılmaya en az 27 bin yıl önce başladığını gösteriyor.
Evcil hayvanlarla yaşamamızın nedenlerine ve onlarla kurduğumuz bağa ilişkin görüşler ise ağırlıklı olarak, “genetik mi yoksa memetik mi?” sorusuna verilen yanıta göre şekilleniyor. Örneğin, Pennsylvania Üniversitesi profesörlerinden hayvan etiği uzmanı James Serpell, evcil hayvan edinmenin evrime katkısının hala sürdüğünü düşünüyor. Serpell’a göre, insan sosyal bir tür olduğu için sürekli olarak diğerleriyle ilişki arayışında, buna evcil hayvanlar da dâhil. Sosyalleşme açısından sorunlar yaşayan kişilerin bünyelerinin hastalıklara ve enfeksiyonlara daha açık olduğunu öne süren bilim adamı, sosyalleşmenin hayati (evrimsel) boyutunu da buna bağlıyor.
Serpell’ın bu “genetik” temelli varsayımıyla uyuşmayan savlardan biri, Western Carolina Üniversitesi’nden Harold Herzog’a ait. Evcil hayvan sahiplenmeye memetik açıdan yaklaşan Herzog’a göre, bu davranışımız “bulaşıcı”. Bilim adamının Psikoloji Bilimi Derneği’nin New York’ta düzenlenen yıllık toplantısında ifade ettiği üzere; hayvan sahipleniyoruz çünkü diğer insanlar da böyle yapıyor, yani hâlihazırdaki durum bir “sosyal salgın”. Başka bir deyişle, evcil hayvan sahiplenmek bir mem; toplum tarafından desteklenen ve beslenen, kültüre özgü bir trend. Serpell’ın iddiası ise, avcı-toplayıcı topluluklardan beri var olan bu davranışın “moda” ile açıklanamayacak bir eğilim olduğu yönünde.
İşin gerçeği, insanların neden hayvanlarla yaşadığına dair nokta atışı yapan bir açıklama bulmak çok zor. Durumu belki çeşitli etkenlerin kokteyli olarak anlamaya çalışmak daha akılcı olur. Öte yandan, bu tezlerden hiçbiri günümüzde insanların hayvanları neden insandan daha üstün bir yerde konumlandırdığına ve “yegâne dostları” olarak gördüğüne ilişkin ipucu vermiyor. Hâlbuki Türkiye de dâhil olmak üzere, dünyanın birçok “gelişmiş” ülkesinde, söz konusu hissiyat kendini iyiden iyiye belli eder vaziyette.
Geçen Mayıs ayında ABD’de küçük bir çocuğun dev gorilin kafesine düşüşünü anımsayın. Ohio eyaletindeki Cincinnati Hayvanat Bahçesi'nde yaşanan olayda goril güvenlik amacıyla vurularak öldürülmüştü. Bunun akabinde insanlar gorilin öldürülmesine tepki göstermiş, olay dünya basınında da günlerce yer bulmuştu. Kamuoyundan “ebeveyn çocuğuna dikkat etse, goril boşuna canından olmazdı” şeklinde sesler yükselmişti. Çocuğun atlattığı ölüm riski, gorilin öldürülmesi nedeniyle, haberdeki sıradan bir detaya dönüşüyordu adeta.
Yakın geçmişte farklı ülkelerdeki önemli üniversitelerde yürütülen araştırmalar, goril haberine verilen tepkiye benzer nitelikte. Evcil hayvanını kurtarmak için tanımadığı bir insanın canından vazgeçebileceğini, köpeğiyle insanlarla kurduğundan daha fazla empati kurduğunu, evdeki hayvanın üzücü durumlarda eşinden daha fazla duygusal destek sağladığını söyleyen çoğunluklarla dolu araştırma sonuçları.
Peki, biz kendi türümüzden ne zaman vazgeçtik?
Açıkçası, insanı yererken hayvanı öven Arthur Schopenhauer gibi dâhilere tarihte rastlamak mümkün. Ancak bu düşünce şeklinin, halka ulaşıp benimsenişinde yukarıdan aşağıya bir bilinç aktarımı olduğu konusunda şüpheliyim. Zira evrimsel açıdan bugün hayatta olan tüm canlılar eşit sayılsa da, insanı yüzyıllar boyu “en üstün” olarak gören filozof, bilim insanı, yazar-çizer sayısı Schopenhauer gibi düşünenlerden sayıca hep daha fazlaydı.
Madem bu yönde bir öğreti de yok, biz kendi türümüzden neden vazgeçtik?
Bu soruya her bilim dalı ve bu dallar içindeki çeşitli ekoller kendilerine göre yanıt bulabilir. Hepsi de değerlidir. Zaten insanı anlamak, yaptıklarını anlamlandırmak ancak multidisipliner yaklaşımlarla mümkün olabilir. Ancak, bu sorunun yanıtına müdahil olabilecek öyle kritik tarihi dönüm noktaları var ki, göz ardı edilirlerse, insanın “kedisine-köpeğine sarılıp insanoğluna sırtını dönmesine” neden olan haletiruhiyesinin tasviri eksik kalır.
Dönüm noktası derken, insanlık tarihinin “devrim” olarak nitelendirdiği ve büyük önem atfettiği gelişmelerden söz ediyorum. Bunlardan belki de en önemlisi; Romantizm akımını tetikleyen, bugün 4’üncüsüne doğru yol aldığımız söylenen Endüstri Devrimi ve onunla birlikte başlayan dönüşümdü: Değişen yaşam şekli, bacası tüten fabrikalar, doğadan kopuş, büyük şehir yaşamı, yerini yenilerine bırakan değer yargıları, kapitalizmin kurumsallaşması, tarım ve zanaat ile geçinen toplumların ticaret ve sanayiye yönelmesi…
“Kediden köpekten bahsederken buraya nasıl geldik?” dedirtmeden, bu sefer sözü bir akademisyene değil, Sanayi Devrimi sonrasında belirginleşen ve bugüne dek süren insanlık buhranını anlatmak üzere Romantik şair-yazar Alfred de Musset’ye bırakıyorum:
Yazar, ‘Bir Zamane Çocuğu’nun İtirafları’nda (1833) roman kahramanı genç Octave’ın ağzından anlatır hikâyesini. Delikanlı, şehir yaşamının onda bıraktığı acı tortuyu “Her şeyin ifratı” diye özetler. İtiraflarda bulunur: “…şehirlerde, binlerce meçhul damın altında, yer yer gömülü gibi olan o münferit yaşamalar, durgun sarnıçlar gibi beni daima ürkütmüştür. Oralardaki hava, bana teneffüs edilemez gibi gelir.”
Romanda, şehirli modern hayatın günümüzdeki illetlerinin ilk emareleri de betimlenir. Desgenais karakteri ibretliktir:
“O hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şeyden korkmayan, ne kaygısı ne de can sıkıntısı olan bir adam. Ve aşikârdır ki, topuğuna küçücük bir çöp batsa dehşete düşer; zira bedeninden mahrum kalırsa ne yapabilir? Onda canlı olan yalnız, bedendir.”
Sıradan bir edebiyat eseri olmanın ötesinde, çağına tanıklık eden tarihi bir belgeye dönüşen kitaba göz attıktan sonra en başa dönebilir ve kendimize tekrar sorabiliriz: Neden hayvanları insanlardan daha çok sever olduk ve kendi türümüzden vazgeçtik?
Yanıt: Sanayileşme sonrasında emsalleri geometrik olarak artan ve günümüzün modern toplumlarında çoğunluğu oluşturan “Desgenais” karakteri yüzünden!
O, pazar mantığının ele geçirdiği bir kalpte tüccar hesaplarıyla, hissiyattan ve ruhtan arınarak, bedensel zevklere odaklanarak yaşayan türün ilk örneklerindendi.
Alfred de Musset’nin 19’uncu yüzyılda hicvederek kaleme aldığı karakter bugünün Türkiyesi’nde; iş hayatında “başaran”, insan ilişkilerinde “kazanan”, aşk hayatında “anı yakalayan” (bkz. ‘Carpe Diem’i hedonizm sanma gafleti) “ideal insan” olarak gösterilip, övülmüyor mu? Beşikten mezara süregiden vahşi rekabet bunu gerektirmiyor mu? İnsanlar sadece iş yaşamında değil, dostluk ilişkilerinde bile kâr-zarar ilişkisi üstüne kurulu hesaplar yapmıyor mu?
Modern toplumlarda “insan” denen canlı böyle bir şeye dönüştüyse, insanoğlundan vazgeçip karşılıksız ve koşulsuz sevgiyi hayvanda aramamızdan; güven, fedakârlık, vefa ve dostluk kelimelerinin lügatlerden sökülüp atıldığı bir dünyada sevgi ihtiyacımızı dünyanın en masum canlılarına kucak açarak gidermemizden daha doğal ne olabilir ki!
Bunlar, elbette ki kişisel düşüncelerim… Nihai karar okurun.
Manzara-i umumiyeye baksın, kararını versin:
İnsandan kaçıp hayvana müptela oluşumuz; genetik mi, memetik mi, yoksa Degenais mi?