Menu

Dinler Tarihinde Senkretik Haller

Orhan Gökdemir

 

Bizde dinler tarihinin yerini uzun zamandır “cinler tarihi” aldığından, senkretik hallerimizi takip edebilmek için mutlaka Hızır’ı yardıma çağırmak gerekmektedir. Bozatlı Yorgi Balat’tan geçerken, belleğimize yağan yağmur yüzünden bu haller...

 

Bilinen en eskisi “Aya Yorgi”dir; beyaz atının üzerinde, elinde kılıcıyla resmedilmektedir ki, ejderhayı öldürerek imdada “Hızır” gibi yetişmektedir. İstanbul’da ve Anadolu’da yüzlercesi inşa edilen Aya Yorgi “aziz”inin hikâyesi budur; “Hızır”dır ve dara düşenler için her zaman hazırdır.

Bir de “Bozatlı Hızır” var ki, bir iddiaya göre “Alevi piri”, bir başka iddiaya göre ise “Hıdrellez”in “Hıdır”ı veya “Hızır”ıdır; insanın peşi sıra geldi mi, bütün sorunları çözülür, işleri yoluna koyulur. İnanış böyle. Bu durumda yolumuz ister istemez Hızır ve İlyas’a düşüyor ki, ikincisi, en eski metinlerde “Elias” olarak da bilinmekte; Hıdrellez’deki “Ellez” de budur.

Kuran’da da anılmakla birlikte, her ikisi de İsrail oğullarındandır. Hızır, Peygamber Musa döneminde yaşamış ve “peygamber olması kuvvetle muhtemel”, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyettir. Rivayet odur ki, İstanbul’un fethinde Fatih’in de imdadına koşmuş, Hızır gibi yetiştiğinden şehrin alınmasında katkısı olmuştur. Bu katkıyı Hızır olarak mı yoksa Aya Yorgi olarak mı yaptığını bilemiyoruz. En nihayetinde, maksat hâsıl olmuşsa ne fark eder? Zaten Aya Yorgi gibi Hızır Peygamber'in de bir “boz atı” vardır. Her kim dara düşse, "yetiş ya Hızır dese" Hızır orada olur, yoksulların, darda, zorda kalanların yardımına koşar. Dedik ya inanış böyle. Ve fakat gelin görün ki, aynı Hızır, Aya Yorgi kimliğiyle de olsa, Fatih’in kuşatarak darda bıraktığı Hıristiyan tebaanın yardımına koşmamıştır.

Dinler tarihine göre “senkretik” hallerdir bunlar, kültürün din üzerindeki yan etkileridir. Tarihin dişlileri işlemeye, hafızayı delik deşik etmeye başladı mı, bir de bakmışsın ki bizim Aya Yorgi, el çabukluğuyla Hızır oluvermiş. Sonra her kültür onu kendi diline tercüme etmiş; George olmuş, Jordi olmuş. Daha ötesi var; bu kült Mısır uygarlığında Osiris'e, Hitit uygarlığında İlluyanka efsanesine, Grek mitolojisinde Apollon kültüne dek gider ki, bu da Hıdrellez’in ne kadar evrensel bir olgu olduğuna delildir. Hıdır-ellez veya Hıdır-Elias, demek ki bizim de senkretizmimizdir.

“Ellez” biraz karışık bir konu; eski metinlerdeki tartışılmaz varlığı bir yana izlerini “Hızır” kadar kolay takip edemiyoruz. Balat’da bir işareti var; aynı adı taşıyan bir kiliseye ev sahipliği yapmasından dolayı değil ama. Burada olgular biraz daha karışık yani. İlyas, insanları doğru inanca davet ederken şunları söylemiş:  "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Ba'l putuna mı taparsınız?" Anlaşılan o ki, İlyas’ı dinleyenler “Ba’l”a tapmaktan vazgeçmiş, yalnız ne hikmetse bu vazgeçmeden bin yılı aşkın bir zaman sonra İstanbul’un kıyısında yerleştikleri yere “Bal’at” demişler yine de. Şaşılası bir durum.

Demek, dinler tarihi açısından Balat’ta “bal”lı bir durum var.

Baalat, İbranice “dişi tanrı” anlamına geliyor, bir tür “kutsal leydi.” Bir de Baalim var ki, erkek tanrı ya da “kutsal efendi” demek oluyor.

Yer adlarından biliyoruz; Baalbek var, Beyrut'un kuzey doğusunda Bekaa vadisinde kalıntıları bulunan bu Fenike bakiyesi kent, 13. yüzyılda Moğollar tarafından yıkıldı. Roma egemenliği altındayken, güneş tanrısı Jüpiter adına bir mabet inşa edilince adı Heliopolis olarak değiştirildi; “güneş şehri” demektir. Bir devamlılık olduğundan hareketle, Baalat veya Baalim’in güneşle ilgisini tahmin edebiliriz. Baalbek, “Baal’in şehri” ya da daha doğrusu “Güneş’in şehri”dir. Balat ne peki? Ne yazık ki iddia edildiği gibi “saray” ile ilgili bir ima taşımıyor bu ad. Palation, bizdeki Balat’a kök oluyor, yani Balat, Baalat’tır ve bu kadar yakın olanın bu kadar uzak olması şaşırtıcıdır. Hemen kıyısında bir hastane var; “Or ahayim” adını taşıyor, “Hayatın ışığı” demektir. Balat ile birleştiğinde çok anlamlı bir bütün ortaya çıkıyor: Balat or ahayim, “Güneş hayatın ışığı” olmaktadır ki, pek şık duruyor. Yalnız, güneşin unutulmuş olması ihtimal dâhilindedir; bu durumda “Tanrı hayatın ışığı” olmaktadır ki, Balat’ın eski yerleşikleri ile ortaya çıkan anlam arasında bir örtüşme yakalayabiliyoruz.

Britannica, Balat olarak, Balat’ın dışında bir de Milet’in adını vermektedir. Demek ki, Milet de eskiden “Balat” olarak bilinmektedir. Aynı kaynağa göre Miletus, Apollon’un oturduğu yerdir ki, elinde güneş ışınları ile temsil edilen bu tanrının da güneşle bir ilgisini kurabiliyoruz. Yani Balat’ı “güneşsiz” düşünemiyoruz.

Bir de Babil var ki, en çok kuleleriyle biliyoruz. Kuleler göğe yükselmek içindir ve bab-il adlandırması, tanrı kapısında, tanrının gökte olduğuna işaret ediyor. Tanrı Şamaş, Hamurabi zamanında en önemli tanrıdır ve Hamurabi’nin Asur-Babil uygarlığının doruğu olduğu düşünülürse, bu uygarlığın bir “güneş tanrı” uygarlığı olduğunu teslim etmemiz gerek. Babil kulesi, tek tanrıcı dinlerin kitaplarına göre de tanrıya ulaşmak için yapılmıştır. Ancak tanrı ürkmüş ve kulenin inşasında çalışan işçilerin her birine ayrı bir dil vererek aralarında anlaşmalarını önlemiştir. Tanrı dili olduğuna inanılan İbranicenin güdük kalmasını böyle açıklayabiliyoruz. Yalnız yine de İbranice konuşanlar en değerli Talmut’larını burada yazmışlardır.

Babil’in koruyucu tanrısı Marduk, “Bel”dir. Herhalde “Bab-el”de bir de “Bel” olması mümkündür. Biz bunu Marduk-kapısı olarak da anlayabiliriz; bu durumda da gök tanrı demek istiyoruz ki, böyle olsa bile, baştaki iddiamızın çok ötesini düşmüş olmuyoruz. Sümer yeryüzü tanrısı Enlil, Bal ve Belum’dur ki, bal veya el, hepsinin ötesinde genel veya soyut tanrı anlamını taşımaktadır. Bal veya El’i, Mezopotamya’nın en büyük tanrısı sayabiliriz. Baal-bel veya el, Karacaoğlan’a göre “İl”, bulunduğumuz bölgedeki birçok ulusun ortak inanışına işaret etmektedir. İbraniler, Araplar, Fenikeliler, Babilliler, Asurlular, Kartacalılar, Suriyeliler, Sümerler hepsi “İl”in kuludurlar. Bu durumda Roma ve Yunan’ı da işin içine katabiliriz ki Apollon ve Jüpiter’i “il” sayabiliyoruz.

Baalat’ı, Bel, Bal, Baal ve genellikle “el” olarak karşılaşıyoruz. Fenike’nin büyük gök tanrısı, erkekse “Baal”, dişi ise “Baalat” olmaktadır ki, çok tanrıcılığa ama mutlaka hiyerarşik bir dizilişe işaret etmektedir. Müslümanlıkta melekler var, ikincil tanrılar saymamamız için bir neden bulunmuyor. İlah, El-ilah ve giderek Allah’ta da El’i bulabiliyoruz. Melekler sonra gelmektedir ve “il” ile tamamlandıklarına göre, (Azra-il, Cebrail, İsraf-il veya Mika-il) bu onların tanrıdan türediklerine ve tanrı olduklarına bir işarettir. İdris Şah, bunların İbrani baş melekleri ve sayılarının da 7 olduğunu haber vermektedir. Bunlar Mikael, Rafael, Gabriel (Cebrail), Souirel, Zaziel, Badakiel ve Suliel’dir. “Yedi”, güneş, ay ve beş seyyarenin izdüşümüdür. Heft, yedidir; hafta, 7 gün olarak kullanmayı sürdürüyoruz.

Aracılar ve en üstünden türemiş olanlar bütün dinlerde var ve önemli bir din bilgini bunun Araplarda da olduğunu haber vermektedir: “Dünyanın birçok politeist kültüründe olduğu gibi, cahiliye dönemi Arap politeizminde de bir üstün varlık ve bu varlıkla insanlar arasında adeta aracılık görevini üstlenmiş olan ikinci dereceden uluhiyetler mevcuttu.”  Zaten eski inanışlarda da ikincil tanrılar “el” tarafından yaratılmışlardır. El, bu durumlarda Adam Smith’in “görünmez eli” olmaktadır ki, “yaratılmamış” dolayısıyla ilk olanların görünmez oldukları, din tarihinin kesin bilgisidir.

El, İsra-el’in de tanrısıdır; buna göre Aşherat adlı bir yardımcısıyla Anat ve Elat/El-Lat adında iki kızı bulunmaktadır. İslamlıktan önceki Araplarda da El’in üç kızı bulunmaktadır ki bunlar Allat veya El Lat, Manat ve Uzza olarak anılmaktadır. Peki, Ellat ile Balat arasındaki bir ilişki kurabilir miyiz? Tanrıdırlar ve asıl önemlisi dişidirler, ancak şimdilik kesin bir yargı için yeterli ipuçlarımız bulunmuyor. Görülmektedir ki, tek tanrıcılık “El”in egemenliğine son verememektedir. Elohim, El’in çoğulu olmakla, halen “tek tanrıcı” kabul edilen bir dinin tanrısı olmayı sürdürmektedir.

Eski Ahit’te Elohim metinleri ile Yehova metinlerinin farklı dönemlerde, farklı kişilerce yazıldığı artık bilinmektedir. Elohim acıyan, iyilik eden, yoksulları ve muhtaçları koruyan, yasayı gözeten bir tanrı iken, Yehova kindar, öteki ulusları aşağılayan, saldırgan ve savaşçı bir tanrıdır. Hâlbuki Elohim, Yehova’yı öncelemektedir ve çoğul olduğundan yola çıkılarak Elohim’de eski çok tanrıcılığın izleri olduğu tahmin edilmektedir. Demek ki dinde ilerleme kesin değildir ve hiç olmazsa burada dini ilerlemede bir gerileme ortaya çıkmaktadır.

El’in bu yaygınlığı, din söz konusu ise gerçekte inançların ortak olduğunun bir işaretidir. El, içine girdiği her kültüre göre şekil almakta, fakat ana fikri değişmeden kalmaktadır. Aslında “El” dışında, dinde hayal gücünün sanıldığı kadar geniş olmadığını gösteren başka izler de bulabiliriz. İsis-İştar-Mariam ve Havva arasında da bir devamlılık kurmak zorlama mı olur?

Gökte güneş hep var, Şems veya Şamaş, bir tanrı olmakla göğün yaratıcılığına da işaret ediyor. Peygamber Muhammed’in aile büyükleri arasında olan Abd-el-şems veya Abdülşems, sonraları Şems-i Tebrizi, tıpkı “şemsiye” gibi Güneşten türüyorlar. Abdülşems adının işaret ettiği gibi kulu varsa, kuşkusuz Şems’in bir tanrı sayıldığını kabul etmek gerekiyor. Yalnızca, Abdülşems değil, Hammurabi de, yasalarını yaptığı sırada Şamaş’ın bir kuludur ve her halde Şamaş’ın kişiliğinde “eşitlik ve adalet”e de tapınılmaktadır. Çünkü Şamaş, güneş olmakla, adalet ve eşitliği de aydınlatmaktadır; Şamaş eşitlik ve adalet tanrısıdır.

Daha uzaklarda, Hindistan’da eski Hint mitolojisi, dünyanın yaratılışını “güneş”le açıklamaktadır; dünya güneşin içindeki yaşama isteğinin ürünüdür ki, Hint mitolojisinin bu tezini, bugün için de doğru sayabiliriz. Vedizm’in büyük tanrı üçlüsü güneşin izdüşümleridir. Amerikan Kızılderilileri, Mayalar güneş merkezli inançlıdırlar. “Buda” güneş soyludur, Apollon güneş-tanrıdır, Helios düpedüz güneştir. Mısır inancında Ra ya da Phra güneş tanrıdır. Piramitlerin (Kıptice “mere”-yukarıya çıkış yeri) yıldızları ve elbette güneşi temsil ettiği bilinmektedir. Güneş tapınağının koruyucusu aslandır. Kefren piramidinin kapısını bir aslan (Büyük Sfenks) beklemektedir. Mısır mitolojisinde aslan kutsal mekânları koruyan bir varlık olarak betimlenir. Heliopolis (Güneş kenti) rahipleri, yeraltı dünyasının doğu ve batı sınır kapılarını koruduğuna inanıyorlardı. Güneş, Mısır’da hep vardı ama sonra bir rüzgâr çıktı. Rüzgâr tanrısı Amon, baş tanrı olmayı başardı; ancak bu durumda adını “Amon-Ra” olarak değiştirmek zorunda kaldı ki, bu baş olmak için güneşe sığınmak gerektiğini gösteriyordu. Güneş hep olmakla birlikte, eski Mısır’da da dinsel rüzgârlar sert esiyordu. Hiyerarşiyi reddeden ve tanrı sayısını teke indiren ilk girişim Atonizm oldu. Kapıdaki aslanlara aldırmadan bütün tapınakları yıktı ve bütün adları sildi. Bu durumda “Atonizm”le tek tanrıcılığa ilk ulaşanın “Güneş tanrı” inancı olması rastlantı değildir.

Hristiyanlığı uzun süre uğraştırmış olan Işık-tanrı Mitra, büyük güneş-tanrıyla insanlar arasında aracılık eden ve insanların ruhlarını kurtarmaya çalışan bir peygamberdir. Konstantin’in Hıristiyanlığı benimsemesiyle birlikte Mitraizm bu dine yenik düşmüştü. Fransız tarihçi Renan’a göre bu yenilgi olmasaydı, dünyanın bugün Mitras dininden olacağı kesindi.

Peki, bütün Mezopotamya halkalarını ışıtmış olan Güneş-tanrı, Arapları ışıtmamış mıdır? “Hani İbrahim, babası Azer’e demişti ki: ‘Sen putları Tanrı mı sayıyorsun. Ben seni de, kavmini de sapıklık içinde görüyorum.’ Biz böylece İbrahim’e gerçeğe ermesi için göklerin ve yerin ülkelerini de gösterdik. Gece onu örtünce bir yıldız gördü: ‘Bu benim tanrım mı?’ dedi. O yıldız sönüp gidince: ‘Ben böyle sönüp batanları sevmem’ dedi. Sonra doğan Ay’ı gördü: ‘Bu benim Tanrım mı?’ dedi; yalnız o da batıp gidince; ‘Eğer Tanrım bana yol göstermemiş olsaydı ben de sapan insanlardan olurdum,’ dedi. Sonra doğan Güneşi gördü: ‘Bu mu benim Tanrım? Bu hepsinden de büyük,’ dedi. Güneşte batınca dedi ki; ‘Ey milletim! Ben Allah’a eş koştuğunuz şeylerin hepsinden uzağım.” Pek güzel, herhalde bunu aynı zamanda kısa dinler tarihi saymamız da mümkündür.

Ancak, Arapların bunlardan uzak kaldığı, yalnızca tanrısız putlara taptığı ya da putları tanrı saydığını söyleyemeyiz. Şinasi Gündüz’ün deyişiyle, “Hz. İbrahim’in yaşadığı dönemde, başta Mezopotamya olmak üzere Ortadoğu’nun birçok bölgesinde temelde göksel cisimlerin tanrılaştırılmasına dayalı bir politeizmin ve paganizmin oldukça yaygın olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir.” Demek ki puta bakmak budalalıktır, putun işaret ettiği bir yer var ve güneş olması ihtimali yüksektir. Putlar Allaha ulaşmada bir aracıydı, görünüşe göre bunlar inanları tanrıya yaklaştırıyordu. Demek, put ya da heykel tanrı değildi. Fakat uzun vadede put hep tanrının yerine geçer; araç, amaç olur. Araplarda sorun putlar değil, putların tanrı yerine geçmiş olmasıydı.

Peygamber Mekke’ye girdiğinde Kâbe civarında 360 put olduğuna işaret edilmektedir ki, 365’ten 5 eksiği budur. Herhalde ortak noktalarını yıl ve giderek Güneş saymalıyız. Bu durumda El Lat, Uzza, Menat da birer gök cismi olmalıdırlar. Sabilikte bu var ve biz ilk ayetlerini açıkladığında Peygamberin sabi olduğunun sanıldığını öğreniyoruz.

Lat’ın putu dört köşeli düz bir kaya parçasıydı. Putun etrafında bir de ev vardı ve Profesör Gündüz, buranın “Taif Kabesi” olarak bilindiğini not etmektedir. İslam Ansiklopedisi’nde El Lat ile ilgili daha ilginç bilgiler verilmektedir ki buna göre Al-Lat güneşin has ismidir. Buradaki bilgilere göre Abu Süfyan, Al-Lat ile Al-Uzza’yı Uhud savaşına götürmüş ve herhalde savaşta yardım edeceklerini ummuştur. İslam Ansiklopedisi bu üç El’in zamanımızda da hastalıklara deva bulmak için ziyaret edildiğini not etmektedir. Gündüz’ün çalışmasına göre, Uzza, sonraki dönemlerde Atargatis ve Afrodit’le özdeşleştirilir. Uzza, Cuma gününün tanrısı Venüs’tür, dolayısıyla Uzza-Azizos, Athar, Atar, İştar, Astarte, Atargatis, Tar-ata ile başlayan ve eninde sonunda bir ana tanrıçaya dönüştürülen Mariam arasında bir bağ ve süreklilik görüyoruz.

Lat, neden dört köşeliydi? Sabilikten biliyoruz, güneş tapınakları dörtgendir. Dörtgen bir kutsal yer etrafında dönmek, İslam’ın da şartıdır. Namaz ve oruç güneşe göredir; İsa göğe çekilir, Musa ve Muhammed peygamberliği göğe yakın dağda alır, ziguratlar, piramitler, kuleler ve minareler göğe yükselmek içindir. Pazar, güneş tanrının günüdür, İseviler için kilise vaktidir. Cumartesi Zühal-Satürn tanrısına ayrılmıştır, sept günüdür. Cuma, Zühre-Venüs’e ayrılmıştır, tanrıların kızlarına aşina bir kültürde uygun seçimdir. Bütün hepsi yedinin-heft/hafta-içindedir; yedi ise eninde sonunda güneş, ay ve beş gezegen demektir.

Yalnız, bizde dinler tarihinin yerini uzun zamandır “cinler tarihi” aldığından, bu senkretik hallerimizi takip edebilmek için mutlaka Hızır’ı yardıma çağırmak gerekmektedir. Bozatlı Yorgi Balat’tan geçerken, belleğimize yağan yağmur yüzünden bu haller. Durumun bu kadar karışık, merak edenlerin bu kadar az olması hesabıyla,  acaba diyorum, biz de, güneş ışığında Balat gezisi yapmak yerine oturup Ömer Çelakıl’ı mı izlesek?

 

 


Herkes bilsin